Melih Cevdet Anday’ın söyleşilerinde beni şaşırtan ayrıntılar

melih cevdet anday

Melih Cevdet Anday‘la gerçekleştirilen söyleşilerin bir araya toplandığı Dakika Atlamadan (Everest Yayınları) kitabı benim için 428 sayfalık dolu dolu bir yolculuktu. Günlükleri, söyleşi ve röportajları sanatçıları daha yakından tanıma imkanı sunduğu için çok önemserim. Bu kitap da Anday’ı daha yakından tanımamı sağladı. Continue reading →

Sinan’a Kulak Ver, Geçmişine Yol…

Fil Çota ve Elif Şafak

Fil Çota ve Elif Şafak

Cihan’ın “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…” sözüyle bitiyor Ustam ve Ben. Hemen ardından Elif Şafak‘ın son cümlesi de “Dilerim ki bu roman da okurlarının gönlünde su gibi akmış olsun.” temennisi oluyor.

Bazen hâkim anlatıcının bazen de Cihan’ın ağzından okuyoruz 472 sayfalık romanı. Beyaz fili Çota ve ustası Mimar Sinan, Cihan’ın bize en çok bahsettiği iki kahraman. Mihrimah Sultan da romanda belli bir yer ediniyor kendisine, Cihan’ın imkansız aşkı olarak.

Aşk romanında Mevlâna ile Tebrizî‘nin satır satır çizilecek cümlelerini Ustam ve Ben’de bulmak mümkün değil. Mimar Sinan, konuştuğu anlarda ‘keşke daha da anlatsa’ dedirten cümleler kuruyor ancak ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor bu sayı:

İnsan hangi vakit yaptığı işte tam olarak ustalaşır bilinmez; zaten hiçbir zaman da ‘ustalaştım’ dememek gerekir; öyle ki her şey yenilenmekte değişmekteyken insan da öğrenmeye, gelişmeye devam etmelidir. Sinan da bunu söylüyor; ustalaştıkça düşülmesi muhtemel hata hakkında önceden uyarıyor:

“…zanaatında ustalaşmak isteyen yaptıklarını geride bırakmayı da bilmeli. Eserinden ziyadesiyle memnun olursan öğrenmeyi kesersin. ‘ben artık oldum’ dersin. Oracıkta kalır, yerinde sayarsın. En iyisi her seferinde yeniden hevesle işe koyulmak, sil baştan.” (s.115)

Ben ki geçmişine çokça takılan biriyim; belki yazarken beslendiğim en iyi kaynak orasıdır; bilmiyorum ama Sinan,

“…Geçmişini sırtında taşıyan adam tez tükenir, yol gidemez.” (s. 146) diyor; durup düşünmekte fayda var. Ben, adımlarımın bu yüzden yavaşladığını zaman zaman hissediyorum ve yeni, cesur adımlar atma konusunda sanki bazı şeyleri öteliyorum. İşte tam da burada Sinan devam ediyor ikazına, sert bir tonda:

“Kızma artık geçmişe. Kabiliyetin kuş gibi tutsak kalmış. Maziyle uğraşmaktan, ona buna kızmaktan fırsat olmamış ki çıksın. Eğer cehalet kafesinden kurtulursa kuş özgür kalır, gönlünce uçar, yükselir. İyi bir talebe olursan hayatın kapıları önünde açılır. Ama evvela karar vermen gerek.” (s.146)

Amerika’yı ikinci bir defa keşfetmek belki zaman kaybıdır, kimine göre de buna ne gerek vardır ama Sinan’ın da

“Bir dil öğrendiğinde koskoca bir kalenin anahtarını teslim alırsın. Kale kapısından başka kimler girmiş, seni ne ilgilendirir? Sen kendi keşfine bak.” (s. 177) dediği gibi senden öncekinin göremediğini belki sen kendi keşfinde farkedeceksindir.

İstanbul’un gökdelenler şehrine dönüşmesinden herkes şikayetçiyken onlarca kat yüksekliğindeki binaların içinde ufacık insanlar haline dönmeye devam ediyoruz. Sinan da

“Yapılan her gayrimeşru bina İstanbul’un kalbine çakılmış bir çividir. Her yangın ciğerlerine is doldurur. Bir şehre, tıpkı bir masuma merhamet ettiğiniz gibi acıyabilmeniz lazım. Yoksa dengeli kararlar alamayız. Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama İstanbul’u üzer, incitir, bitirir. Buna hakkımız var mı?” (s.321) diye soruyor ancak biz bu şehri incitmeye ‘hızla’ devam ediyoruz.

Cihan, ustası Sinan’ın

“Ama ustam der ki yaptığımız iş bize geri döner: Kâtipsen kâğıdın, çiftçiysen toprağın, mimarsan taşın dilini konuşursun. İyi işler yapalım ki, şu âleme bir hayrımız olsun.” (s.252)

sözünü aktarıyor; sonra durup düşünüyorum kâğıdı da kalemi de çok seviyorum. Yapılan işin kendimize değil insanlığa faydasının olması gerektiğini ise zaten hep dillendiriyordum.

Dua etmenin ne kadar özel olduğuna değiniyor Leyli, “Dua etmek, ilanı aşk etmek demekti. Yaradan’a olan sevdanı açık etmek.” (s.89) sözüyle; Simeon da kitapların önemini hatırlatıyor “Üstatlar mühimdir ama kitaplar daha âlâdır, unutma. İnsanın bir kütüphanesi varsa bin öğretmeni var demektir. Aslolan öğrenmek.” (s.175) cümlesiyle.

Bütün o kahramanların ağzından dile getirdiği bu sözlerin yanında Elif Şafak, beş ayrı sayfada kulağımıza harika cümleler fısıldamayı ihmal etmiyor hâkim anlatıcının ardına saklanarak:

“Savaştan sonraki değil, önceki gecedir insanın ruhunda iz bırakan.” (s.115)

“Sadece tepemizdeki sema değil, aslında tek tek her insan koca bir muammaydı.” (s.225)

“Oysa hayattaki en vahim aldanışlar, kendimizden memnun olduğumuz anlarda çıkar. Şeytan kulağımıza fısıldar: “Neden daha fazlasını istemiyorsun?” (s.232)

“Esasında bu dünya seyirlik bir yerdi; yoksulu zenginiyle herkes, şu veya bu şekilde, bir resmi geçitteydi. Her biri hayatta kendi numaralarını icra ediyor; sahnede kimi daha kısa, kimi daha uzun kalıyor ama nihayetinde her insan, benzer bir tatminsizlik ve tamamlanmamışlık duygusuyla arka kapıdan usulca çıkıp gidiyordu. (s.334)

“Bazı şehirlere kendi istediği için gider insan; bazılarına da şehir istediği için.” (s. 463)

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Mevlâna, Türk değil Fars’tır!

mevlanahat

Bugün 30 Eylül 2014. Bundan tam 807 yıl önce Afganistan’ın Belh şehrinde doğan Mevlâna Celâdeddin-i Rûmî, zaman içerisinde kıt’aları aşıp farklı coğrafyalarda yaşam sürse de son durağı Konya’dan bütün dünyaya nurunu saçtı. Yüzyıllardır ışığıyla yer yüzünü aydınlatmaya da devam ediyor.

İzzet Çapa, Hürriyet’teki bugünkü yazısında 807. doğum günü kutlanan Mevlâna’nın Türk olup olmadığı yönündeki tartışmalara ışık tutacak bilgilere yer verdi. Konuyla alakalı olan birçok insan için söz konusu yazıda Murat Bardakçı‘nın ağzından aktarılan bilgiler zaten biliniyor ama Mevlâna’yı galat-ı meşhura dönüşmüş yanlış bilgilerle tanıyanlar için Çapa’nın yazısında değinilen konular son derece aydınlatıcı özellik taşıyor.

Zaman zaman gündeme gelen bir konudur Mevlâna’nın İranlı şair mi yoksa Türk şair mi olduğu. İranlılar, 6 ciltlik Mesnevî’nin tamamının Farsça yazılmış olmasını dayanak göstererek ‘Mevlâna bizimdir’ demektedir. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin ömrünün son dönemini Konya’da yaşamış olması, dünyayı kasıp kavuran Şems-i Tebrizî ile yaşadığı aşkın bu topraklarda hayat bulması ve her şeyden önemlisi Selçuklu kültüründen beslenerek eserlerini yine bu devletin sınırları içerisinde vermesi de bizim en büyük övünç kaynağımızdır.

O halde Mevlâna’nın eserleriyle bize ne anlattığının yanında onun Türk mü, İranlı mı ya da iki kültürden hangisinin edebiyatına ait olup olmadığı konusu çok önemli mi tartışmasının yanında onun hayatına dair bazı önemli detayları bilmekte fayda var.

Mevlâna, 6 Rebiü’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde Afganistan’daki Horasan bölgesinin Belh şehrinde doğdu. Yaklaşmakta olan Moğol istilasından kaçan Mevlâna’nın ailesi ilk durak olarak Nişâbur’a gitti; sonrasında da Bağdat ve Şam’da bir süre kalıp soluğu Karaman’da aldı. Burada 7 yıl yaşadılar ve Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubâd’ın daveti üzerine başkent Konya’ya gelerek buraya yerleştiler.

Mevlâna Farsça yazdı, Farsça konuştu!

Mevlâna, birkaç Türkçe rubaisi dışında eserlerinin tamamını Farsça yazmış, Konya’da yaşarken bile evinde derdini daha iyi anlatabildiği için Farsça konuşmayı tercih etmiştir. Hatta bu konuda “Türkçe biliyorum ama bir sözü anlatmak için bin söz etmem lazım” demiştir.

Tam da burada Mevlâna’nın şu sözlerini de hatırlatmak gerekir:

“Beni yabancı yerine koymayın ben bu mahalledenim / Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum / Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim / Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür”

Mevlâna bizim şairimiz olamaz!

Çapa, Bardakçı’nın bu konuda kesin bir dille “Mevlâna, Türk değil Fars’tır” dediğini aktarıyor. Konuyla ilgili açıklamalarına “Hz. Mevlâna’nın anadili Farsçadır. Türkiye’de yaşamış bir Fars şairidir. Bir Türkleştirme modası çıkardılar…  Yahu Mevlâna’yı niye Türkleştirmeye çalışıyorsunuz? Yazdıklarına bakın kardeşim, milliyetinden size ne?” sözleriyle devam eden Bardakçı, Mevlâna’nın son yıllarını Konya’da yaşaması, bu şehirde ölmesi ve türbesinin de burada bulunmasından dolayı Türk zannedilmesinin ‘cahillik’ten kaynaklandığının altını çiziyor.

Mevlâna’nın eserlerinin Farsça yazıldığı için İran edebiyatına ait olduğunu söyleyen Bardakçı, “Mevlâna bizim şairimiz olamaz.” vurgusunda bulunuyor. Yazının devamında yıllardır her yerde Mevlana imzasıyla paylaşılan “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya ait olmadığı gerçeğine de bir kez daha parmak basılıyor. Bu çağrı elbette Mevlâna Celaleddin-i Rûmî tarafından dile getirildi ama o aslında kendisinden asırlar önce yaşayan mutasavvıf Ebu Said Ebu’l-Hayr‘ın “Gene gel, gene gel! / Her ne olursan ol, gene gel! / Kâfir isen de, Mecûsî isen de, putperest isen de gene gel / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!” dizelerini tüm insanlığa aktarmıştı.

Mevlâna’nın düşünürlüğü, edebiyatı ve ilahi aşkı ile yüz yıllardır dünyaya katkıları tartışılamaz. Önemli olan da hangi ırktan geldiği, hangi milliyete mensup olduğundan ziyade bizlere hangi mesajları verdiği. Belki bu yazı Mevlâna’nın Mesnevî’sini alıp okuyan ancak onun aslında Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş hali olduğunu bilmeyenleri aydınlatıcı bir özellik taşır. 

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Şems-i Tebrizi, Bir Kadını Döverek Öldürebilir mi?

Mevlâna’yı Mevlana yapan güneşi Şems-i Tebrizi, onun üvey kızıyla rızası olmadan evlenecek; şiddet ve hakaretlerle Kimya Hatun’un ölümüne sebep olacaktır. Şems’in bu şekilde tasvir edildiği roman, İran’da yılın romanı ödülünü alırken Türkiye’de de kitabın baskısı tükenecektir. Bazı romanlar hastalıklı bir ruh hali taşıyabilmektedir.

Saide Kuds’un (Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin Hareminden) Kimya Hatun romanını okumaya başladığınızda ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Okuduklarınız karşısında şaşkına dönerken Kimya Hatun romanının 2006 Parvin Etesami Edebiyat Ödülünü alarak İran’da yılın romanı seçilmiş olmasına da şaşırıyorsunuz.

Yazar Kuds, romanında Kimya Hatun’un gözünden ve ağzından olayları anlatırken bizim bugüne kadar okuduğumuz veya duyduğumuz Mevlana ve Şems-i Tebrizi’den bambaşka bir profil çiziyor. Aslında romanda yazarın başkalaştırmalarından nasibini en çok Şems almakta. Bilmeyenler varsa Mevlana’yı İran edebiyatı da sahiplenir ve ondan ‘İran şairi’ olarak söz eder; buna delil olarak da 6 ciltlik Mesnevi’nin Farsça yazılmış olmasını gösterir. İşte bu noktada Mevlana’nın ve Şems’in olumsuz yönleriyle ön plana çıkartıldığı bu roman İran’da yılın romanı ödülüne nasıl layık görülmüş, şaşırmamak elde değil.

Roman, Türkiye’de de Sonsuz Kitap etiketiyle Yakamoz Yayınları tarafından yayımlanıyor, öyle ki internet kitap satış sitelerinin çoğunda kitabın (cep boyu da dahil) baskısı tükenmiş; demek ki çok satıyor. Veysel Başçı tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilen romanın dili ne yazık ki hem akıcı hem de sürükleyici değil. Çok fazla yazım yanlışı mevcut. Bu sebeple kitabı bitirmem uzun zaman aldı; oldukça da sıkıldım.

Elif Şafak’ın Aşk romanıyla Saide Kuds’un Kimya Hatun romanını kıyaslamak ne kadar doğru olur emin değilim ama Aşk, hem daha edebi bir dile sahip hem de yalın bir anlatıma. Şems ile Mevlana’nın dostluğu ve aşkı da daha saygılı bir dille aktarılmaya çalışılıyor. Ancak Kimya Hatun’a baktığımızda Şems ile Mevlana’nın arasındaki ilişki daha hastalıklı bir şekilde anlatılıyor; ben böyle bir hisse kapılmış olabilirim.

Romanın en çarpıcı detaylarından biri Şems’le zorla evlendirilen Kimya Hatun’un Şems’ten şiddet ve işkence görmesi. Tarihi karakterleri roman kahramanı olarak seçtiğimizde onların ruhlarını rahatsız etmeyecek bir olay örgüsü, roman kurgusu belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Kuds’un Kimya Hatun’un ağzından anlattıkları doğru mudur değil midir araştırmak gerekir ancak sadece okuyan ama araştırmayan birçok insan için Şems, bu romandan sonra Mevlana’yı Mevlana yapan bir güneş değil eşini döven, ona hakaretler yağdıran, kadın düşmanı bir koca olarak bilinecek. Öyle ki romanın sonunda Kimya Hatun, Şems’in gözü dönmüşçesine kendisine saldırması sonucu ölüyor. Bu son, hangi tarihi belgeye dayandırılarak yazılmış; ilginç bir durum. Üstelik romanda Mevlana, Kimya Hatun’un fikrini ve rızasını almadan onu Şems’le evlendirmekle kalmıyor; Şems’in Kimya’ya yaptıklarını kendisiyle paylaşmasına rağmen yaşananlara müdahale etmiyor. Bu da Mevlana’nın şahsına kondurulabilecek bir kurgu, bir yakıştırma olmasa gerek.

Karakterler arasındaki diyaloglardaki yavanlık da romanın yarattığı hayal kırıklıklarından biri. Mevlana ile Şems’in, Şems ile Kimya Hatun’un veya diğer kahramanların birbirleriyle konuşmalarına bakıldığında ince bir ruh, derin bir üslup görmek mümkün olmuyor. Belki de yine burada şuçu çevirmene yükleyebiliriz.

Ayrıca kutsal bir özellik yüklenen tarihi ve edebi şahsiyetlerin merkeze alındığı bir romanda kızların sünnet edilmesinden adet görmesine kadar bazı olayları en ince ayrıntısına kadar anlatması da tartışılması gereken başka bir ayrıntı.

Uzun lafın kısası Saide Kuds, bu romanıyla belki İran kadınlarının neler yaşadıklarını 13. Yüzyılın önemli isimleri Mevlana, üvey kızı Kimya Hatun ve Şems üzerinden anlatmaya çalışmış ama tam olarak neyi amaçlamış anlayamadım.

Her kitap ‘eleştirel bir yaklaşım’ koşuluyla okunmayı hak etmektedir. Kimya Hatun romanını da önce Mevlana’nın hayatıyla ilgili ön bilgi edinerek ve sonra sorgulama ve eleştiri gözlüğünü takarak okumak daha sağlıklı olacaktır.

 En çok buralardayım: Instagram Facebook | Twitter

En İyi Evren, Henüz Keşfedilmemiş Evren’dir!

evrengunlugu.net © 2014

evrengunlugu.net © 2014

Merhaba ben Evren.

Az sonra okuyacağınız cümleler, uzun bir sürecin sonunda o çok sevdiğim Haziran ayında bu blogda ilk defa yayımlanıyor.

Sadece dünyaya geldiğim ay değil, ruhumun en güzel mevsimi, yüreğimin en çok ısındığı Haziran, aynı zamanda Şems’in Mevlana önünde yıkılıp karşı kıtaya savruluşunun yıl dönümü!

Takvimler, sonbaharın aşk dolu ayını, 2013 Eylül’ünü gösteriyor. Tam da İzmir’in düşman işgalinden kurtuluş günü, 9 Eylül! Belki de hiçbiriniz o güne kadar bana karşı bu denli cesur ve gerçek yaklaşamamıştınız.

Sen zalim bir insansın Evren.

Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğimi bilen biri olarak hiçbir şey için hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.

Ama sen zalim bir insansın Evren.

Kimilerine göre ‘Aşk’ kimilerine göre de bu ‘Dostluk’ niye bitti biliyor musun?

Senin ikili ilişkilerde vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, kıştan beridir sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden.

Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklam filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.

Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için. Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir.’ Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için.

Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikaye ile tamamlıyorum yazımı:

Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arar. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir alimin evinin bacasına yapar yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören alim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırır leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarır ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağı kırılır. Leylek adalete inanır; mahkemeye verir alimi ve kazanır davayı. Kadı, alimin de bir bacağının kırılmasına karar verir. Leylek itiraz eder hemen; ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ der. Kadı sorar ‘Neden?’; Leylek cevap verir: ‘Kavuğunu alın ki başkaları da zalimi alim sanıp kırılmasın.’

Aşk dolu yüreğimin incisi şehrin Eylül’ünde kavuğu elinden alınmış bir alim gibi beş ay süren o yolculuk sadece beni değil hepimizi büyüttü. Kâinat keşfedildikçe büyürken Evren, öğrenildikçe terk edilen küçük bir gezegene dönüştü. 2014’ün Sevgililer gününde önüme serilen bu cümleler ortada ne İzmir bıraktı ne de İstanbul. Hepimiz bu gerçeklerle yüzleştik, hep bir ağızdan ‘Aşk hak getire!’ dedik :

”Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına!”

Şimdi ardımızda kalan ne? ”Aşk” olmuş olsaydı da yetişemeden kurumuş, solmuş olsaydı… Belki yine rahat eder, huzur bulurdu içimizde bi’ yerler. Fakat hastasının gözlerine bakamadan en mahçup tavrıyla ölümü anan hekim gibi kalbimiz. Başını kaldır da söyle, bak gözlerime: ”Ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle..”

Bilemiyoruz kabahati nerelerde arasak? Bozulan dünyada mı parada mı pulda mı? Yok, değil hiçbirinde. Kabahat yalnızca bizde. Çünkü şairin dediği gibi çoğu şey bedava. Su da hava da… Hatta ”Nasılsın?” diyebilmek de bedava. Hatır sorabilmek, gülmek, sevmek ve ince olan ne varsa bedava. Ama birini kırgın bırakmanın pahası sığmaz hiçbir cüzdana. Onun ederi, onun tamiri, o bambaşka. ‘‘Düşüyor içime dipsiz bir kova / yaşamak ne zor kalbi olana.”

Zor, onca karanlığın ardından güneşi beklemek. Öyle zor ki tam güneş doğarken uykuya yenilmek. Hayata yenilmek sonra, sonra sana. Böyle miydi kalanın kaderi? Hani giden hep Şems’ti? ”Ah unufak olsam ve desem ki / ağzın tat görmesin hayat, kandırdın beni.”

”Acıyan bir şeyim ben / buradan çok uzaklarda / ve koskocaman bir hansın sen, uğraşma bu çocukla!” Vurma bizi hevesimizden bi’ daha. Dediğin gibi “Çünkü bu çok saçma…”

Ne üzüyor biliyor musun? Birinin üzerine yük, sırtına kambur olmak. En acısı aşka mâl olmak. Sığamamak bi’ yere.. Ekstra masraflardan değil, küçük hesaplardan geldik bu hale.. Oysa ne tuhaf, bi’ feribot dumanı bi’ karton süt değerinde.. Ve bi’ kuru simitle doyardık biz, martılar bile.. ”Nasıl da paylaşıyor insan isterse..” Biz ki son yara bandımızı paylaşmıştık seninle.. Elimiz mahkum müracaat ediyoruz şiire.. Ne diyordu şair? “Yara bandı dağıtıyorum / İptal edilen biletler yerine.”

Böyle bir şeyler yazdırmıştı gidişin bundan beş ay önce bana. Beş gün değil beş ay!

Kolay bir hayat yaşamadığını bilmiyor değildim ki. Eğer bir kötü günden bahsetmemiz gerekiyorsa geçtiğimiz beş ayı konuşmak gerekir ki ne yazsam boş. Keşke birazcık müsaade etseydin bana, keşke birazcık açsaydın kendini, seni sevmeme engel olmasaydın keşke. Keşke ‘biz’ olabilseydik. Böyle demiştin bir yazında; Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele. İşte biz bunu yapamadık.. Çok az, azıcık izin versen o küçük evreni kocaman bir sevgiyle doldurmak üzere şahlanmıştım ben. Ama elimi öyle bir anda öyle bir cümleyle bıraktın ki o eylül sabahı yere düşen bir porselen tabak gibi tuz buz oldu kalbim, o sesi işittim.

Seni severken ‘Evren başka bir adam, onun yüreği çok güzel ve bu da bizim en büyük servetimizdir’ diyerek sevdim. İstanbul’un serin bir Mayıs vaktinde bana doğru gülümseyerek gelen o adam bir ömür hep öyle gülebilsin yeterdi. Dedim Evren, bunların hepsini söyleyebildim.. Her ne ise artık sen doğrusunu bilirsin.. Olan oldu, birbirimizde güzel kalalım isterim.

Usulca, “Yaşadığın hayal kırıklıklarını tahmin edebiliyorum. Dikkat et ‘yaşattığım’ demiyorum!” diye not düştüm. İliştirmedim o notu hiçbir yere. Bunca zalim, bu denli gaddar addedilirken içimde yıkılan evrenleri nasıl anlatabilirdim ki? “Koca bir kâinat çöküyor, heyhat!” desem kime inandırabilirdim ki? Belki de bu yüzden tam bir yıl sonra yine bir İstanbul mayısında ‘Geri Dönüş’ün önünde dizlerimin üzerine çöküp teslim olmam gerekiyordu:

Kaç kez düşündüm bilmiyorum, sen mi yanlıştın yoksa ben mi yanlış yapmıştım.
Sonra baktım dedim ki bu dostluk hiç İstanbul’a has değil çıkarsız, naif
Bekli de İstanbul’a fazlaydık sırf bu sebeple
Bir avuç dostum vardı
Bazıları doğuştan mirastı, bazıları sonradan
Şimdi hakikaten bir dosta ihtiyacım var, saatlerce sıkılmadan konuşacağım ama
Özrümü en iyi bildiğim dilden şiirden anla diye yazıyorum.
Eğer sen de düşündüysen bir kere olsun bu hikâye niçin böyle bitti
Devamını birlikte yazmaya ne dersin?

Ah çocuk! Sen miydin uzatıp da tutulmayan ellerimden tutmak için geri dönen? Ben böyle can’a kurban olayım, öpüp koklayayım, sarıp sarmalayayım derken ben mi sana ağabeylik edemedim? Sen mi kardeşlik nedir, beceremedin? Ah dost! Mevlana da Şems karşısına ilk çıktığında ona nasıl dostluk edeceğini bilememişti ya; ben mi sana dostluk edemedim? Ah sevgili! Mecnun, Leyla’sına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığını sen bende yaşama istedim; ben mi sana sevgili olamadım? Sonra, sükût edip otururken yerimde bütün o parçaların gün gelip birleşeceğini biliyordum. Yaşadığım doğum sancılarına şahitsen sen de bilirsin; yüreğine dokunamadığım insanın gözleri önünde satır satır ölmek, böyle olsa gerek:

Sana şunu söylemeden edemeyeceğim ve de söyledikten sonra ebediyen başka da hiçbir şey söylemeyeceğim. En başından beri değil ama son zamanlarda aklıma seninle ilgili gelen ilk düşünce ‘çok kaba ve nezaketsiz’ olduğun! Kendimi haksız çıkarmak adına yaptığım bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. İyi bir insan olduğunu hâlâ düşünüyorum, zira fazlasıyla iyi bir insansın. Seni bulduğum yerde bırakmıyorum, aksine daha iyi yerlerde olmanı diliyorum. Ama defalarca arkadaşça yardım etme çabalarıma gösterdiğin kabalıktan ötürü tüm kapılarımı kapatıyorum.

Bedeni ve yüreği Egeli biri nasıl kaba olunur, pek beceremez. Yûnus ile Rûmi’yle yoğrulan bir ruh, Aşk’ı nasıl beceremez, bilinmez. Uzatılan el, sımsıkı kavranmıyor; dost, aşk’la kucaklanmıyorsa beni bulduğunuz yerde bırakın. Belki de ‘en iyi Evren, henüz keşfedilmemiş Evren’dir’. Belki de ‘asıl sevdiğiniz Evren, blogdaki Evren’dir.’

Ve yine o çok sevdiğim Haziran… 1 Haziran 2014

Her bir cümleden kendine pay çıkarabilen insan; sözüm ne sana ne ona ne de bir başkasına. Okuduğun bunca yazı, Evren’in Evren’le yüzleşmesidir. Hakîkati bulmak istiyorsan beni hakîkaten yalnız bırak. Ben sana kendi kitabımdan cümleler okuyup sorular soruyorken sen bana başka bir kitaptan cevaplar sıralıyorsan boşa zaman kaybediyoruz. ‘Aradığın ben değilim’ sözüyle ‘Aradığın bende değil’ sözü arasındaki fark ne büyük bir fark. Dokunduğumda hissettiğim şey, bana baktığında göremediğin şey! Ben bir çocuğun dünyasında ona yeni bir oyun alanı kurarken sen kendi oyuncaklarınla oynayıp beni umursamamayı seçtiysen şimdi hepimiz bu yazıyı baştan sona bir kez daha okuyoruz.

Öyle ki şeytan detaylarda, Evren satır aralarında gizli!

evrengunlugu.net

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Mevlana Romanlarını İlk Ben Başlattım!

Bugün 31. TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı‘nın son günüydü. Fuar salonunda dolaşırken “Can Yayınları, İletişim Yayınları, Yapı Kredi Kültür Yayınları vs.” gibi “nitelikli eserleri” yayımlayan yayınevlerinden çok edebi değeri düşük üçüncü sınıf kitapları yayımlayan yayınevlerinin standlarının tıklım tıklım dolu olduğunu görünce üzüldüm. Kitap okuyoruz ama bunu bilinçsiz bir şekilde yapıyoruz.

Ahmet Ümit / 31. TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı

Saat 15.45’te iki önemli söyleşi vardı ve bir tercih yapmak durumundaydım. Ahmet ÜMİT, “Ülkem ve Romanım” konulu bir söyleşi yapacaktı. Aynı saatte Can Dündar‘ın kaleme aldığı Mehmet Ali Birand‘ın hayatıyla ilgili kitabı için iki büyük ismin söyleşisi de vardı. Çok kalabalık olacağını ve yeni çıkan bir kitabın üzerine iki saat konuşmanın çok da faydalı olmayacağını düşünerek Ahmet Ümit’ten yana tercih kullandım. Ahmet Ümit, çok doğal ve esprili bir yazar. Bu ülkedeki olayların, kültürün, yanlışlıkların kendisini zorla yazar yaptığını dile getiriyor. Ahmet Ümit’in konuşmalarından not edebildiklerim şunlar: Continue reading →