Bu hafta Furkan Güven Taştan‘ın son blog yazısındaki cümleden ilhamını alarak “internet asla unutmaz” temasıyla hazırlanan internet günlüğü, 20-26 Haziran 2016 tarihleri arasındaki paylaşımların öne çıkanlarından oluşuyor. Elde ettikleri ama vergilendirmedikleri yüksek kazançlarla bir süredir gözlerin üzerine çevrildiği Türk YouTuber‘lara Maliye Bakanlığı artık dur derken blog yazarlarının gündeminden ‘kopya içerik’ derdi yine eksik olmuyor. İnternetin geleceğine yön veren şirketlerdeki yeni gelişmelerden edebiyat dünyasının dijital notlarına kadar birçok önemli ayrıntı internet günlükleri serisinin en yenisinde. İyi yolculuklar: Continue reading →
Melih Cevdet Anday‘la gerçekleştirilen söyleşilerin bir araya toplandığı Dakika Atlamadan (Everest Yayınları) kitabı benim için 428 sayfalık dolu dolu bir yolculuktu. Günlükleri, söyleşi ve röportajları sanatçıları daha yakından tanıma imkanı sunduğu için çok önemserim. Bu kitap da Anday’ı daha yakından tanımamı sağladı. Continue reading →
Satışa çıkaracağı nasır ilaçlarının ambalajına Orhan Veli Kanık‘ın
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada Nasırdan çektiği kadar; Hatta çirkin yaratıldığından bile o kadar müteessir değildi; Kundurası vurmadığı zamanlarda Anmazdı ama Allahın adını, Günahkar da sayılmazdı. Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
mısralarını koymak isteyen İstanbul’daki bir ecza laboratuvarı şairin kapısını çalacaktır ancak kendisine teklif edilen yüksek fiyata rağmen Orhan Veli bu isteği geri çevirecektir. Yaşanan bu olayla ilgili usta şairin yorumu, “O şiir, nasır ilaçlarının kutularına değil, bir gün Batı edebiyatı antolojilerine girecek.” sözleri olacaktır. Kendisinden iki yaş küçük kardeşi Adnan Veli‘nin anlattığı bu olaydaki muhteşem ruhu bugün hangi ünlü (!) edebiyatçıya, usta (!) şaire, romanları çok satan (!) yazara anlatabilirsin ki?
Yaprak dergisi
Kışın ortasında paltosunu satıp Yaprak dergisinin yeni sayısını çıkarmak uğruna üşütüp hasta olmayı göze alan Orhan Veli, derginin diğer sayılarını bastırabilmek için Abidin Dino‘nun kendisine hediye ettiği tabloları da utana sıkıla satışa çıkaracaktır. Bunu Abidin Dino’ya söylemek çok utanç verici olsa da gerçeği kendisiyle paylaşır. Ancak ünlü ressam, darılmak veya ayıplamak yerine Orhan Veli’ye ne kadar ihtiyacı varsa satması için yeni resimler vermeyi teklif eder.
Bütün bu fedakarlık Türk edebiyatının yapı taşlarından Yaprak dergisinin kapanışına mani olamayacaktır. Dergi, 28. sayısının çıktığı 1 Haziran 1950 yılında edebiyat dünyasına veda eder. Dört buçuk ay sonra da Orhan Veli edebiyat sahnesinden ayrılacaktır. Yaprak dergisi, Sabahattin Eyüpoğlu‘nun fikriyle 1 Şubat 1951’de Son Yaprak ismiyle Orhan Veli özel sayısı olarak son bir kez daha yayımlanacaktır.
Türk edebiyatı için Yaprak dergisinin önemi çok büyük. Üstteki kıyafet, birkaç parça eşya satılarak 28 sayı çıkartılmaya çalışılan dergi, edebiyat dünyası adına önemli işlevleri yerine getirdi. Günümüz dünya anlayışında Orhan Veli’nin fedakarlığı ne yazık ki bazıları için acınılası boş bir uğraş olarak görülecektir. Bugün yazar olmayıp roman yazan ve çok satanlar listesine girip sahiden (!) yazar olduğunu sananlara; şair olmadığı halde şiir kitabı yayımlayıp üstüne bir de banka reklamlarında oynayanlara; yazma kabiliyetini önemsemeyip internetin SEO kurallarını emeğin ve içeriğin üstünde tutanlara ne Orhan Veli’yi ne de bir dergi için yaptığı onca fedakarlığı idrak ettirmek mümkün değil.
O yüzden öyle insanlardan bir adım geride yürüyüp on adım ileride düşünübilmenin hazzı ve gururu paha biçilemez!
Yanına her gelişimde yaptığım gibi en çok sevdiğin çikolatayı aldım yine; ağır adımlarla yaklaşırken sana doğru, yüreğimde heyecan elimde senin için aldığım o Tadelle vardı. İçimde, söyleyecek ne çok şey biriktirmiştim; oysa sana selam dahi veremeyip yanından usulca geçip gittim. Sonra sokağın köşesinde rast geldiğim bir çocuğa verdim senin çikolatayı. Canımın sıkkın olduğunu anlamış olacak ki çocuk, bana ayak üstü bir edebiyat dersi verdi:
Ahmet Tulgar, Çocuklar ve Canavarları (2012) isimli romanında polis tarafından ifadesi alınan Sarp Kaya’ya şunları söyletir: “Onu acilen affetmeliydim. Acilen bir hikâye, bir roman yazmalıydım. Çünkü ben düşmanlarımı hep edebiyatta affettim.”
Yine erken kalkmayı becerememiş saat 8’de çalmaya başlayan alarma inat saat 11’de yataktan çıkabilmiştim. Her cumartesi sabahı yaptığım gibi yine 4 yumurta aldım; ikisi bugünkü kahvaltı, ikisi Pazar kahvaltısı içindi. Kahvaltı yaparken açık olan televizyonda hangi program vardı hatırlamıyorum; tek düşündüğüm İstanbul’un farklı yerlerinde yapacak olduğum işleri zaten yarısı bitmiş bugüne nasıl sığdıracağımdı.
Her kahvaltıdan sonra mutlaka yaptığım Türk kahvesi keyfini bugün es geçmek zorunda kalıp yola koyuldum. Metrobüse ulaştığımda sıcak havadan dolayı kan ter içindeydim; oysa oturduğum muhitin bitmek bilmez rüzgarı bile terlememin önüne geçememişti.
Safiye Sultan’a günün ilk raporunu verdiğimde Avcılar’ı çoktan geçmiştim; kitap okuyabilmek için Şirinevler’de inmek yerine Yenibosna’da inip metroya geçtim. Fatih – Emniyet durağına geldiğimde kitabı heyecanla kapatıp çantama koydum ve derin bir nefes alıp bir zamanlar her gün işe gelip gittiğim Vatan Caddesinin geniş, ferah kaldırımlarında yürümeye başladım.
İşe başladığımda ofisimiz Akdeniz Caddesi üzerinde bir iş merkezindeydi. Yeni ofise taşınırken üst kattaki dershanede çalışan birkaç arkadaşımla vedalaşamamıştım. Aylar sonra Samet ve Sefer’le bir araya geldik; çay içip koyu bir sohbete daldık. Boşalttığımız ofis hâlâ boştu; bakmaya gelenlerin tutmayıp geri döndüklerini anlattılar. ‘Ben gözümü burada açtım’ dedim; Samet, Kıraç’ta çalıştığı bir iaç firmasının ilk tecrübesi olduğundan bahsetti; Sefer ‘burası benim gözümü açtığım üçüncü yer’ dedi. Atilla’yı ve Murat’ı göremedim; onlara bol bol selam gönderdim.
Abdullah’ın yanına uğradım; babasının saçları hâlâ çok beyazdı; aslında saçlarının bembeyaz olduğu bugün dikkatimi çekmişti. Öğle yemeklerini yemek için gittiğimiz farklı yerler içerisinde bize samimi davranan tek esnaf onlardı. Her zamanki gibi çay, tatlı, yemek ısrarı yapsa da yetişmem gereken yere geç kalmamak için Abdullah’la vedalaşıp yola koyuldum.
“Çay içer misiniz?” diye öylesine masum ve kibar bir dille sordu ki ‘ne kadar ufak bir yüzü var’ diye içimden düşünürken Suriyeli çocuk aynı soruyu birkaç kez tekrarlamıştı. Sonra küçük Yusuf’a soruları ben peş peşe yöneltmeye başladım; hepsine yeni öğrenildiği belli Türkçesiyle cevap verdi. Beş ay önce Suriye’den Türkiye’ye gelmişti, üstelik geldiğinde hiç Türkçe bilmiyordu. “Yedinci sınıf şimdi bitti” dedi; “Artık sekizinci sınıfa geçtim!” Sait’in berber koltuğunda otururken iki berber çırağı benim yanımda bekleyip ustasına yardım etmek için gizli bir çatışma içerisindeydiler. Diğer çırağı önceki gelişimden zaten tanıyordum; o zaman da beşinci sınıftı. “Okula gitmiyor ki” dedi ustası; “sınıfta kalma olmadığı için geçiriyorlar” dedi.
Fatih Camii’nin görkemli manzarasına karşı çayımı yudumlarken bir kez daha Fethi Naci arkadaşlık etti bana; bu kitabı bir an evvel bitirmeliydim. Lale Hanım’ı daha fazla bekletmek olmazdı; hem o değil miydi ‘sen bana Fethi’yi anımsatıyorsun çocuk’ diyen. Zaten Anılar Kitabı’nı da hep o gözle okuyorum.
Beni Fatih Camii’nden Taksim’e götürecek 87 numaranın bir türlü sevemediğim mavinin o çirkin tonundaki Özel Halk Otobüsü olarak gelmesi biraz canımı sıksa da özlediğim yollardan tekrar geçiyor olduğum için keyifliydim.Bir durak önce inip daha önce geçmediğim Beyoğlu’nun ara sokaklarından İstiklal caddesine ulaştım. Türk edebiyatının dev isimlerinden Oktay Rifat’ın 100. doğum yılı vesilesiyle Yapı Kredi Kültür Merkezinde açılan “Elleri Var Özgürlüğün” sergisinde kendimi hem yazar, hem şair hem de ressam bir adamın dünyasına bıraktım.
Oktay Rifat’ın babası ve annesi
Oktay Rifat, Samih Rifat Bey ile Münevver Hanım’ın oğulları olarak 10 Haziran 1914 tarihinde Trabzon’da dünyaya gelir. Samih Rifat, o tarihte Trabzon valisidir. Çok değil doğumundan sadece 5 ay sonra Oktay Rifat, artık İstanbul havası solumaya başlayacaktır ancak çocukluğu da ilk gençlik yılları da Ankara’da geçecektir.
Edebiyatın en önemli isimlerinden biri olmak yine usta kalemlerle arkadaşlık etmekten geçer, öyle ki Rifat’ın en yakın arkadaşları Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Ama belki de daha önemlisi o, Trabzon ve Erzurum valilikleri ile Biga ve Çanakkale milletvekillikleri yapmanın yanında Türk Dil Kurumu Başkanlığı yapmış; Tevfik Fikret’in etkisiyle şiire başlamış; Milli Edebiyat akımını benimsemiş ve hece ölçüsüyle şiirler yazmış bir babanın oğludur.
Ankara Lisesi’nde Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la yollarının kesişmesini “Garip sacayağı böylece kurulmuş oldu” sözüyle vurgular, üstelik Edebiyat öğretmenleri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Rifat, lise yıllarının sonlarına şairlik serüveninde geldiği noktayı “Lise sonlarına doğru, bayağı eli yüzü düzgün şiirler yazmaya başladım” sözüyle özetler.
Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra geçimini avukatlık yaparak sağlıyor olsa da her zaman “Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü.” diyecektir; Allah’ım ne tanıdık bir hissiyat!
“Yalandan, yalancıdan, hele çıkar için yalan söyleyenden iğrenirim” der; 73 yaşında vefat etse de onun ki uzun bir yoldur, zaten “Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.” demiştir.
Sergiyi gezerken Oktay Rifat’ın ressamlık yönüyle de karşılaştım tablolarından bazı örnekler sayesinde. Yapı Kredi Yayınları, tıpkı Orhan Veli sergisinde olduğu gibi Oktay Rifat için de en özel fotoğraflarına, kıyafetlerinden sürücü ehliyetine kadar birçok özel eşyasına sergide yer vermiş. Bir zamanlar taktığı şapkası ve resimlerini yaparken kullandığı boyaları, fırçaları beni en çok etkileyen detaylar oldu.
Yazdım okuyun; Bir Orhan Veli Şiiri bulup Şiire Dokunun!
YKY’den e-posta adresime gelen mesajda ‘Sakın Şaşırma, Orhan Veli 100 Yaşında’ yazıyordu. Serginin tarihini takvimime kaydettim ve birkaç hafta önce bir cumartesi soluğu İstiklal’deki YKY kitap satış mağazasının önünde aldım.
Orhan Veli’nin dünyasına dalmadan önce bir zamanlar arşınladığı yollardan bugün geçen binlerce insanı seyrettim, onu bir dönem besleyen İstanbul’un sesine kulak verdim. 1940’lı yılların Türkiyesi’nde şiiri sokağa dökmüş Orhan Veli’nin en özel hatıralarının yanı başında İstiklal’den, Beyoğlu’ndan hatta İstanbul’dan habersiz akıp giden insanlar ‘Uyuşamaz yollarımız ayrı’ mısrasını aklıma getirdi.
Anlatamıyorum; Orhan Veli
Hiç bilmeseniz de ‘Anlatamıyorum’ şiirini mutlaka duymuşsunuzdur; Orhan Veli’ye ait olduğunu bilmiyorsunuzdur belki ama ‘Ağlasam sesimi duyar mısınız, mısralarımda / Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle?’ soruları kulağınıza bir kez de olsa ilişmiştir.
YKY Kültür Merkezi’nin sergi salonuna çıkarken Orhan Veli daha girişte karşıladı beni, oturduğu bankın üzerinde bacak bacak üstüne atmış şekilde. Az yaşamış ama şiiri dizelerinde, edebiyatı cümlelerinde hâlâ yaşatan o büyük şairin dokunduğu kâğıt ve kaleme kadar çok özel detaylarla dolu sergi, Türk şiirinin hep genç kalacak şairine yaraşır bir şekilde hazırlanmış.
Sadece 36 yıl yaşadı ama kalemini her oynatışında adını yaşadığı döneme, bugüne ve yarına yazdırdı. Daha ortaokuldayken Oktay Rifat Horozcu ile arkadaş oldu; lise öğrencisiyken yolu Melih Cevdet Anday’la kesişti; edebiyat derslerine Ahmet Hamdi Tanpınar girdi. Tanpınar’ın yakından ilgilendiği Orhan Veli, hocasının Türkçeye çevirdiği Cürüm ve Ceza’yı evde temize çekiyordu.
Askerdeyken gönderdiği mektupların listesi
Orhan Veli, kısacık ömründe öylesine düzenli yaşadı ki askerlik görevini yaptığı sırada yazdığı tüm mektupların listesini bile tuttu.
‘Dünyalarının Dışından’ roman notları
1944 yılında ‘Dünyalarının Dışında’ adlı bir roman tasarlamıştı. Sergide, kendi el yazısından o romanın bazı sayfaları da yer alıyor.
Orhan Veli öldüğünden cebinden çıkan şiir karalamaları
Orhan Veli vefat ettiğinde cebinden at yarışı programı, 28 kuruş ve bir dış fırçası çıktı. Diş fırçasına sarılı olduğu söylenen iki yüzü eski harfli şiir karalamalarıyla dolu yıpranmış kâğıt da serginin en özel ayrıntılarından biri.
Kendi el yazısından ‘Macera’ Şiiri
Serginin en özel hatıralarından biri Orhan Veli’nin sürekli cebinde taşıdığı ve şiirlerini not aldığı kalemleri ile kendi el yazısından Macera şiirinin ilk halinin yer aldığı kâğıttı.
Hikâyeler, denemeler, makaleler yazan, çeviriler yapan ve dillerden düşmeyen mısraları dizen o adam, Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşüp başından yaralandı ve iki gün sonra İstanbul’a dönünce beyin kanaması geçirerek 14 Kasım 1950’de yaşamını yitirdi.
Orhan Veli Sergisinden Bir Görünüm
30 Nisan’a kadar açık olacak serginin koordinatörlüğünü Veysel Uğurlu, editörlüğünü de Murat Yalçın üstleniyor. O çok beğendiğim serginin tasarımında da Sadık Karamustafa’nın imzası bulunuyor.