Ziyanı Yok

mum, candle

Nasıl ki gittikçe küçülerek ışığı zayıflayan mumu, sönmemesi için en hafif bir rüzgardan bile koruruz; içimde gittikçe zayıflayan kendi ışığımı da en küçük bir huzursuzluktan koruma telaşına düştüm. Yaş 35’e doğru hızla yaklaşırken gönlümü yoran, huzurumu kaçıran durumlar karşısındaki sabrımın da azaldığını hissediyorum. Continue reading →

İşten Çıkarılmamla İlgili İlk ve Son Yazım

 

Blogumdan açıkça yazmadığım için birçoğunuzun haberi olmadı; Eylül 2014 sonlarına doğru işten çıkarılmış ve uzun bir işsizlik sürecine girmiştim. (Bu arada çalıştığım yeri hiçbir zaman açıkça buralara yazmadığım için çoğunuz ne işle meşgul olduğumu bilmeyip benim sadece blog yazarlığı kısmımla ilgilendi. Yeri gelmişken bunun için de teşekkür ederim. Kiminiz beni edebiyat öğretmeni, kiminiz editör, kiminiz fotoğrafçı kiminiz de geçimini sadece blog yazarlığıyla sağlayan biri sanıyor; zaten bu çok da önemli değil.) Continue reading →

Yirmi Beşinci Kat Yalnızlığı

Küçücük bir evreni koca bir dünyaya sığdırmaya çalışmanın yol açtığı ızdırapla yazıyorum bu satırları.

Önce çok sevdiğim insanlarımı aldılar ellerimden; doğup büyüdüğüm toprakları ve sonra geleceğimi… Olmak isteyip de olamadığım mesleği; aşık olduğum işi… Çok değil, birkaç yüz çocuğum vardı; önce beni aldılar onların ellerinden sonra onları dağıttılar dört bir yana. Continue reading →

Fotoğraf Eğitimlerinin Eksiği: Görgü!

İFOD‘daki (İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği) fotoğraf eğitiminin ilk günü hocamız ‘fotoğraf eğitimi almaya başlayınca bir süre fotoğraf çekememe sorunu yaşayacaksınız’ demişti. Fotoğraf çekiminin ve fotoğraf makinelerinin teknik özelliklerinin işlendiği derslerin kursiyerler üzerinde böylesi olumsuz bir etkisi olduğunun altı çizilmişti. Continue reading →

Sinan’a Kulak Ver, Geçmişine Yol…

Fil Çota ve Elif Şafak

Fil Çota ve Elif Şafak

Cihan’ın “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…” sözüyle bitiyor Ustam ve Ben. Hemen ardından Elif Şafak‘ın son cümlesi de “Dilerim ki bu roman da okurlarının gönlünde su gibi akmış olsun.” temennisi oluyor.

Bazen hâkim anlatıcının bazen de Cihan’ın ağzından okuyoruz 472 sayfalık romanı. Beyaz fili Çota ve ustası Mimar Sinan, Cihan’ın bize en çok bahsettiği iki kahraman. Mihrimah Sultan da romanda belli bir yer ediniyor kendisine, Cihan’ın imkansız aşkı olarak.

Aşk romanında Mevlâna ile Tebrizî‘nin satır satır çizilecek cümlelerini Ustam ve Ben’de bulmak mümkün değil. Mimar Sinan, konuştuğu anlarda ‘keşke daha da anlatsa’ dedirten cümleler kuruyor ancak ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor bu sayı:

İnsan hangi vakit yaptığı işte tam olarak ustalaşır bilinmez; zaten hiçbir zaman da ‘ustalaştım’ dememek gerekir; öyle ki her şey yenilenmekte değişmekteyken insan da öğrenmeye, gelişmeye devam etmelidir. Sinan da bunu söylüyor; ustalaştıkça düşülmesi muhtemel hata hakkında önceden uyarıyor:

“…zanaatında ustalaşmak isteyen yaptıklarını geride bırakmayı da bilmeli. Eserinden ziyadesiyle memnun olursan öğrenmeyi kesersin. ‘ben artık oldum’ dersin. Oracıkta kalır, yerinde sayarsın. En iyisi her seferinde yeniden hevesle işe koyulmak, sil baştan.” (s.115)

Ben ki geçmişine çokça takılan biriyim; belki yazarken beslendiğim en iyi kaynak orasıdır; bilmiyorum ama Sinan,

“…Geçmişini sırtında taşıyan adam tez tükenir, yol gidemez.” (s. 146) diyor; durup düşünmekte fayda var. Ben, adımlarımın bu yüzden yavaşladığını zaman zaman hissediyorum ve yeni, cesur adımlar atma konusunda sanki bazı şeyleri öteliyorum. İşte tam da burada Sinan devam ediyor ikazına, sert bir tonda:

“Kızma artık geçmişe. Kabiliyetin kuş gibi tutsak kalmış. Maziyle uğraşmaktan, ona buna kızmaktan fırsat olmamış ki çıksın. Eğer cehalet kafesinden kurtulursa kuş özgür kalır, gönlünce uçar, yükselir. İyi bir talebe olursan hayatın kapıları önünde açılır. Ama evvela karar vermen gerek.” (s.146)

Amerika’yı ikinci bir defa keşfetmek belki zaman kaybıdır, kimine göre de buna ne gerek vardır ama Sinan’ın da

“Bir dil öğrendiğinde koskoca bir kalenin anahtarını teslim alırsın. Kale kapısından başka kimler girmiş, seni ne ilgilendirir? Sen kendi keşfine bak.” (s. 177) dediği gibi senden öncekinin göremediğini belki sen kendi keşfinde farkedeceksindir.

İstanbul’un gökdelenler şehrine dönüşmesinden herkes şikayetçiyken onlarca kat yüksekliğindeki binaların içinde ufacık insanlar haline dönmeye devam ediyoruz. Sinan da

“Yapılan her gayrimeşru bina İstanbul’un kalbine çakılmış bir çividir. Her yangın ciğerlerine is doldurur. Bir şehre, tıpkı bir masuma merhamet ettiğiniz gibi acıyabilmeniz lazım. Yoksa dengeli kararlar alamayız. Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama İstanbul’u üzer, incitir, bitirir. Buna hakkımız var mı?” (s.321) diye soruyor ancak biz bu şehri incitmeye ‘hızla’ devam ediyoruz.

Cihan, ustası Sinan’ın

“Ama ustam der ki yaptığımız iş bize geri döner: Kâtipsen kâğıdın, çiftçiysen toprağın, mimarsan taşın dilini konuşursun. İyi işler yapalım ki, şu âleme bir hayrımız olsun.” (s.252)

sözünü aktarıyor; sonra durup düşünüyorum kâğıdı da kalemi de çok seviyorum. Yapılan işin kendimize değil insanlığa faydasının olması gerektiğini ise zaten hep dillendiriyordum.

Dua etmenin ne kadar özel olduğuna değiniyor Leyli, “Dua etmek, ilanı aşk etmek demekti. Yaradan’a olan sevdanı açık etmek.” (s.89) sözüyle; Simeon da kitapların önemini hatırlatıyor “Üstatlar mühimdir ama kitaplar daha âlâdır, unutma. İnsanın bir kütüphanesi varsa bin öğretmeni var demektir. Aslolan öğrenmek.” (s.175) cümlesiyle.

Bütün o kahramanların ağzından dile getirdiği bu sözlerin yanında Elif Şafak, beş ayrı sayfada kulağımıza harika cümleler fısıldamayı ihmal etmiyor hâkim anlatıcının ardına saklanarak:

“Savaştan sonraki değil, önceki gecedir insanın ruhunda iz bırakan.” (s.115)

“Sadece tepemizdeki sema değil, aslında tek tek her insan koca bir muammaydı.” (s.225)

“Oysa hayattaki en vahim aldanışlar, kendimizden memnun olduğumuz anlarda çıkar. Şeytan kulağımıza fısıldar: “Neden daha fazlasını istemiyorsun?” (s.232)

“Esasında bu dünya seyirlik bir yerdi; yoksulu zenginiyle herkes, şu veya bu şekilde, bir resmi geçitteydi. Her biri hayatta kendi numaralarını icra ediyor; sahnede kimi daha kısa, kimi daha uzun kalıyor ama nihayetinde her insan, benzer bir tatminsizlik ve tamamlanmamışlık duygusuyla arka kapıdan usulca çıkıp gidiyordu. (s.334)

“Bazı şehirlere kendi istediği için gider insan; bazılarına da şehir istediği için.” (s. 463)

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Mevlâna, Türk değil Fars’tır!

mevlanahat

Bugün 30 Eylül 2014. Bundan tam 807 yıl önce Afganistan’ın Belh şehrinde doğan Mevlâna Celâdeddin-i Rûmî, zaman içerisinde kıt’aları aşıp farklı coğrafyalarda yaşam sürse de son durağı Konya’dan bütün dünyaya nurunu saçtı. Yüzyıllardır ışığıyla yer yüzünü aydınlatmaya da devam ediyor.

İzzet Çapa, Hürriyet’teki bugünkü yazısında 807. doğum günü kutlanan Mevlâna’nın Türk olup olmadığı yönündeki tartışmalara ışık tutacak bilgilere yer verdi. Konuyla alakalı olan birçok insan için söz konusu yazıda Murat Bardakçı‘nın ağzından aktarılan bilgiler zaten biliniyor ama Mevlâna’yı galat-ı meşhura dönüşmüş yanlış bilgilerle tanıyanlar için Çapa’nın yazısında değinilen konular son derece aydınlatıcı özellik taşıyor.

Zaman zaman gündeme gelen bir konudur Mevlâna’nın İranlı şair mi yoksa Türk şair mi olduğu. İranlılar, 6 ciltlik Mesnevî’nin tamamının Farsça yazılmış olmasını dayanak göstererek ‘Mevlâna bizimdir’ demektedir. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin ömrünün son dönemini Konya’da yaşamış olması, dünyayı kasıp kavuran Şems-i Tebrizî ile yaşadığı aşkın bu topraklarda hayat bulması ve her şeyden önemlisi Selçuklu kültüründen beslenerek eserlerini yine bu devletin sınırları içerisinde vermesi de bizim en büyük övünç kaynağımızdır.

O halde Mevlâna’nın eserleriyle bize ne anlattığının yanında onun Türk mü, İranlı mı ya da iki kültürden hangisinin edebiyatına ait olup olmadığı konusu çok önemli mi tartışmasının yanında onun hayatına dair bazı önemli detayları bilmekte fayda var.

Mevlâna, 6 Rebiü’l-evvel 604 (30 Eylül 1207) tarihinde Afganistan’daki Horasan bölgesinin Belh şehrinde doğdu. Yaklaşmakta olan Moğol istilasından kaçan Mevlâna’nın ailesi ilk durak olarak Nişâbur’a gitti; sonrasında da Bağdat ve Şam’da bir süre kalıp soluğu Karaman’da aldı. Burada 7 yıl yaşadılar ve Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubâd’ın daveti üzerine başkent Konya’ya gelerek buraya yerleştiler.

Mevlâna Farsça yazdı, Farsça konuştu!

Mevlâna, birkaç Türkçe rubaisi dışında eserlerinin tamamını Farsça yazmış, Konya’da yaşarken bile evinde derdini daha iyi anlatabildiği için Farsça konuşmayı tercih etmiştir. Hatta bu konuda “Türkçe biliyorum ama bir sözü anlatmak için bin söz etmem lazım” demiştir.

Tam da burada Mevlâna’nın şu sözlerini de hatırlatmak gerekir:

“Beni yabancı yerine koymayın ben bu mahalledenim / Ben sizin mahallenizde kendimi arıyorum / Düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim / Hintçe konuşuyorsam da aslım Türk’tür”

Mevlâna bizim şairimiz olamaz!

Çapa, Bardakçı’nın bu konuda kesin bir dille “Mevlâna, Türk değil Fars’tır” dediğini aktarıyor. Konuyla ilgili açıklamalarına “Hz. Mevlâna’nın anadili Farsçadır. Türkiye’de yaşamış bir Fars şairidir. Bir Türkleştirme modası çıkardılar…  Yahu Mevlâna’yı niye Türkleştirmeye çalışıyorsunuz? Yazdıklarına bakın kardeşim, milliyetinden size ne?” sözleriyle devam eden Bardakçı, Mevlâna’nın son yıllarını Konya’da yaşaması, bu şehirde ölmesi ve türbesinin de burada bulunmasından dolayı Türk zannedilmesinin ‘cahillik’ten kaynaklandığının altını çiziyor.

Mevlâna’nın eserlerinin Farsça yazıldığı için İran edebiyatına ait olduğunu söyleyen Bardakçı, “Mevlâna bizim şairimiz olamaz.” vurgusunda bulunuyor. Yazının devamında yıllardır her yerde Mevlana imzasıyla paylaşılan “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya ait olmadığı gerçeğine de bir kez daha parmak basılıyor. Bu çağrı elbette Mevlâna Celaleddin-i Rûmî tarafından dile getirildi ama o aslında kendisinden asırlar önce yaşayan mutasavvıf Ebu Said Ebu’l-Hayr‘ın “Gene gel, gene gel! / Her ne olursan ol, gene gel! / Kâfir isen de, Mecûsî isen de, putperest isen de gene gel / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gene gel!” dizelerini tüm insanlığa aktarmıştı.

Mevlâna’nın düşünürlüğü, edebiyatı ve ilahi aşkı ile yüz yıllardır dünyaya katkıları tartışılamaz. Önemli olan da hangi ırktan geldiği, hangi milliyete mensup olduğundan ziyade bizlere hangi mesajları verdiği. Belki bu yazı Mevlâna’nın Mesnevî’sini alıp okuyan ancak onun aslında Farsça’dan Türkçe’ye çevrilmiş hali olduğunu bilmeyenleri aydınlatıcı bir özellik taşır. 

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Şair, Kelebeğin Rüyası’nda Neyi Anlatmak İstemiştir?

Yılmaz Erdoğan‘ın Kelebeğin Rüyası filmi vizyona gireli uzun bir süre oldu; hatta şu aralar televizyonda da ilk kez yayımlanmış olması gerekiyor. Ben de geçen aylarda seyretmeye başlamış ama ‘bu film not alınarak seyredilmeli’ diyerek Kelebeğin Rüyası’nı seyretmeyi bugüne kadar ertelemiştim.

Continue reading →