Yazının başlığı, her ne kadar bir anlatım bozukluğu cümlesini düzeltiyor gibi olsa da maksat birkaç not üzerinden anıları tazelemek. Evdeki ıvır zıvırı düzenlerken elime geçen eski bir defterde Ziya ve Deniz‘in düğün fotoğraflarına dair aldığım notları buldum. Bu notlar, Eylül 2012’deki düğünde çekeceğim birkaç karenin taslağıydı. O halde en başa döneyim: Fotoğraf çekilir ama önce çizilir. Nasıl mı?
Tag / elif şafak
Sinan’a Kulak Ver, Geçmişine Yol…
Cihan’ın “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…” sözüyle bitiyor Ustam ve Ben. Hemen ardından Elif Şafak‘ın son cümlesi de “Dilerim ki bu roman da okurlarının gönlünde su gibi akmış olsun.” temennisi oluyor.
Bazen hâkim anlatıcının bazen de Cihan’ın ağzından okuyoruz 472 sayfalık romanı. Beyaz fili Çota ve ustası Mimar Sinan, Cihan’ın bize en çok bahsettiği iki kahraman. Mihrimah Sultan da romanda belli bir yer ediniyor kendisine, Cihan’ın imkansız aşkı olarak.
Aşk romanında Mevlâna ile Tebrizî‘nin satır satır çizilecek cümlelerini Ustam ve Ben’de bulmak mümkün değil. Mimar Sinan, konuştuğu anlarda ‘keşke daha da anlatsa’ dedirten cümleler kuruyor ancak ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor bu sayı:
İnsan hangi vakit yaptığı işte tam olarak ustalaşır bilinmez; zaten hiçbir zaman da ‘ustalaştım’ dememek gerekir; öyle ki her şey yenilenmekte değişmekteyken insan da öğrenmeye, gelişmeye devam etmelidir. Sinan da bunu söylüyor; ustalaştıkça düşülmesi muhtemel hata hakkında önceden uyarıyor:
“…zanaatında ustalaşmak isteyen yaptıklarını geride bırakmayı da bilmeli. Eserinden ziyadesiyle memnun olursan öğrenmeyi kesersin. ‘ben artık oldum’ dersin. Oracıkta kalır, yerinde sayarsın. En iyisi her seferinde yeniden hevesle işe koyulmak, sil baştan.” (s.115)
Ben ki geçmişine çokça takılan biriyim; belki yazarken beslendiğim en iyi kaynak orasıdır; bilmiyorum ama Sinan,
“…Geçmişini sırtında taşıyan adam tez tükenir, yol gidemez.” (s. 146) diyor; durup düşünmekte fayda var. Ben, adımlarımın bu yüzden yavaşladığını zaman zaman hissediyorum ve yeni, cesur adımlar atma konusunda sanki bazı şeyleri öteliyorum. İşte tam da burada Sinan devam ediyor ikazına, sert bir tonda:
“Kızma artık geçmişe. Kabiliyetin kuş gibi tutsak kalmış. Maziyle uğraşmaktan, ona buna kızmaktan fırsat olmamış ki çıksın. Eğer cehalet kafesinden kurtulursa kuş özgür kalır, gönlünce uçar, yükselir. İyi bir talebe olursan hayatın kapıları önünde açılır. Ama evvela karar vermen gerek.” (s.146)
Amerika’yı ikinci bir defa keşfetmek belki zaman kaybıdır, kimine göre de buna ne gerek vardır ama Sinan’ın da
“Bir dil öğrendiğinde koskoca bir kalenin anahtarını teslim alırsın. Kale kapısından başka kimler girmiş, seni ne ilgilendirir? Sen kendi keşfine bak.” (s. 177) dediği gibi senden öncekinin göremediğini belki sen kendi keşfinde farkedeceksindir.
İstanbul’un gökdelenler şehrine dönüşmesinden herkes şikayetçiyken onlarca kat yüksekliğindeki binaların içinde ufacık insanlar haline dönmeye devam ediyoruz. Sinan da
“Yapılan her gayrimeşru bina İstanbul’un kalbine çakılmış bir çividir. Her yangın ciğerlerine is doldurur. Bir şehre, tıpkı bir masuma merhamet ettiğiniz gibi acıyabilmeniz lazım. Yoksa dengeli kararlar alamayız. Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama İstanbul’u üzer, incitir, bitirir. Buna hakkımız var mı?” (s.321) diye soruyor ancak biz bu şehri incitmeye ‘hızla’ devam ediyoruz.
Cihan, ustası Sinan’ın
“Ama ustam der ki yaptığımız iş bize geri döner: Kâtipsen kâğıdın, çiftçiysen toprağın, mimarsan taşın dilini konuşursun. İyi işler yapalım ki, şu âleme bir hayrımız olsun.” (s.252)
sözünü aktarıyor; sonra durup düşünüyorum kâğıdı da kalemi de çok seviyorum. Yapılan işin kendimize değil insanlığa faydasının olması gerektiğini ise zaten hep dillendiriyordum.
Dua etmenin ne kadar özel olduğuna değiniyor Leyli, “Dua etmek, ilanı aşk etmek demekti. Yaradan’a olan sevdanı açık etmek.” (s.89) sözüyle; Simeon da kitapların önemini hatırlatıyor “Üstatlar mühimdir ama kitaplar daha âlâdır, unutma. İnsanın bir kütüphanesi varsa bin öğretmeni var demektir. Aslolan öğrenmek.” (s.175) cümlesiyle.
Bütün o kahramanların ağzından dile getirdiği bu sözlerin yanında Elif Şafak, beş ayrı sayfada kulağımıza harika cümleler fısıldamayı ihmal etmiyor hâkim anlatıcının ardına saklanarak:
“Savaştan sonraki değil, önceki gecedir insanın ruhunda iz bırakan.” (s.115)
“Sadece tepemizdeki sema değil, aslında tek tek her insan koca bir muammaydı.” (s.225)
“Oysa hayattaki en vahim aldanışlar, kendimizden memnun olduğumuz anlarda çıkar. Şeytan kulağımıza fısıldar: “Neden daha fazlasını istemiyorsun?” (s.232)
“Esasında bu dünya seyirlik bir yerdi; yoksulu zenginiyle herkes, şu veya bu şekilde, bir resmi geçitteydi. Her biri hayatta kendi numaralarını icra ediyor; sahnede kimi daha kısa, kimi daha uzun kalıyor ama nihayetinde her insan, benzer bir tatminsizlik ve tamamlanmamışlık duygusuyla arka kapıdan usulca çıkıp gidiyordu. (s.334)
“Bazı şehirlere kendi istediği için gider insan; bazılarına da şehir istediği için.” (s. 463)
Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+
Her Savaş Kendi Meydanına göre Büyüktür!
Büyüdükçe dertleri de büyüyen canım Aydın ; kendi de dertleri de daha büyük İstanbul beni bekler. Her savaş kendi meydanına göre büyüktür.
Bu, uzun yolculuğumun en korktuğum kısmını atlattığımın resmidir; çok şükür ;)
Kalpakçıoğlu: Fethi Naci, Dev gibi Bir Adamdı!
Türk edebiyatının Nurullah Ataç’tan sonraki en usta eleştirmeni Fethi Naci’nin aramızdan ayrılışının 6. yılında eşi Lale Kalpakçıoğlu, edebiyat dünyasının çekindiği, korktuğu kalemini, Naci’sini anlattı.
“Hakîkaten çok zor. Bizimki çok farklı bir evlilikti, inan çok farklı bir evlilikti. Herkes de bunu söylüyor, ‘siz başkaydınız’. Kolum gidiyor gibi bacağım gidiyor gibi. Çok tuhaf bir şey ve sanki dünmüş gibi. 6 yıl bitiyor. 6 yıl düşününce ‘Aa ne 6 yılı!”
Eşi Fethi Naci’nin ardından onsuz geçen altı yılı bu sözlerle özetliyor, Lale Kalpakçıoğlu. O, Moda’da doğup büyüyen genç bir stajyer avukatken hem oğlu hem de dostu gibi sevip sahipleneceği Fethi Naci’nin Lâle’si olur; Aynı zamanda da Fethi Naci’nin önderliğinde toplanan ‘Cuma masası’ sohbetlerine katılabilen tek kadın olacaktır. Continue reading →
Gelinciklerle Karşılanan Baba: Fethi Naci
Elif Şafak, vefatından tam bir ay sonra (30 Ağustos 2008) Türk edebiyatının Nurullah Ataç’tan sonraki en büyük eleştirmeni Fethi Naci’nin ardından şu satırları kaleme alacaktır:
“Muhakkak ki uzun senelerini edebiyata adamış, bu alanda haklı bir ün yapmış Fethi Naci’nin yokluğu önemli bir boşluk yaratacaktır.”
Ancak Naci, “Edebiyat okurlarının bellekleri pek güçlü değildir. Ve unutmaya hazırdırlar.” diye düşünmektedir. Oysa 2008 yılından bu yana onun yeri hâlâ doldurulamamış, Fethi Naci ismi edebiyat dünyasında unutulmamıştır.
Maddi sıkıntılara rağmen çocuğunu okutmaya çalışan bir babanın oğludur o. Kendisini üniversiteye gönderebilmek için çamaşır teknesini satan babası Fethi Aga’nın adını yıllar sonra kendi isminin başına ekleyecektir Naci Kalpakçıoğlu. Lise sıralarındayken edebiyatla her zaman içli dışlı olan, yazıp çizen Naci, öylesine ince fikirli bir delikanlıdır ki vefat eden matematik öğretmeninin ardından yazdığı yazıya “Hocamız öldüğü için bayraklar yarıya indirilmedi ama…” cümlesiyle başlar; edebiyat öğretmeni o cümleyi çok sever. Çok düşkün olduğu babaannesinin ölümünün ardından kaleme aldığı yazısı da kariyerinde bir gazetede yayımlanan ilk yazısı olacaktır. Takvimler 1960 senesini gösterdiğinde ise Giresun’un yoksul Naci Kalpakçıoğlu’su, Fethi Naci olarak Türk edebiyatının en beğenilen eleştirmeni seçilecektir.
Lise son sınıfta ailesinin ona gönderebildiği aylık 10 lirayla geçinmek zorunda kaldığında yaşadığı sıkıntıları unutmaz; para kazanmaya başladıktan sonra yemek yediği her lokantada 10 lira bahşiş bırakır. Montaigne’nin Denemeler’ini okurken kendi çalışma odasından bahsettiği satırları imrenerek okuduğundan bahseder; hayalini kurduğu bir çalışma odası ve çalışma masasına kavuştuğunda ise yaşı 35’tir. Edebiyatın usta kalemi, yazılarını bundan böyle yemek masası üzerinde yazmayacaktır. Bunu da anılarında çocuksu bir heyecanla kaleme alır.
Çiçeklerden en çok gelincikleri sever, her mayıs ayında Çamlıca Tepesine çıkar yüzlerce gelinciği görmek için. Ege yollarında gelincik tarlalarından geçerken yanındakilere büyük bir heyecanla en sevdiği çiçekleri gösterir. Aynı zamanda gelincikler ona, kaybettiği kızı Deniz’i de anımsatır. Evlat acısını çok derin yaşayan bir babadır o. Gelinciklerin kendisine artık heyecan vermediğini ve kızının ardından yaşadığı özlemle dolu büyük acıyı anılarında şu cümlelerle anlatır:
“… gelincikler açıyor, “Fakat içimde şarkı bitti”… Özlem gitgide daha dayanılmaz oluyor: “Sakın üzülme, burada çok var, senin için epey topladım, akşama getiririm baba…”
“Sonra, 24 Aralık 1976’da her şey bitti. Şimdi artık bir ben var bende benden içeri: Deniz, güzelim benim, yalnızım, üzerinde güller açan kızım… Acıyı yaşadım ben ve yalnızlığı, sevgisizliği. Bir, ölüm kaldı, o da umurumda değil: Ölüm yaşanmıyor ki…”
Naci’nin kızına duyduğu hasret 32 yıl sonra sona erecektir. 23 Temmuz 2008 tarihinde vefat ettiğinde anılarında da yazdığı gibi kızının kendisi için topladığı gelinciklerle babası Naci’yi karşılamış olduğunu ümit ediyorum.
Evren’i + Sosyal Ağlarda Takip Et
Şems-i Tebrizi, Bir Kadını Döverek Öldürebilir mi?
“Mevlâna’yı Mevlana yapan güneşi Şems-i Tebrizi, onun üvey kızıyla rızası olmadan evlenecek; şiddet ve hakaretlerle Kimya Hatun’un ölümüne sebep olacaktır. Şems’in bu şekilde tasvir edildiği roman, İran’da yılın romanı ödülünü alırken Türkiye’de de kitabın baskısı tükenecektir. Bazı romanlar hastalıklı bir ruh hali taşıyabilmektedir.“
Saide Kuds’un (Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin Hareminden) Kimya Hatun romanını okumaya başladığınızda ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Okuduklarınız karşısında şaşkına dönerken Kimya Hatun romanının 2006 Parvin Etesami Edebiyat Ödülünü alarak İran’da yılın romanı seçilmiş olmasına da şaşırıyorsunuz.
Yazar Kuds, romanında Kimya Hatun’un gözünden ve ağzından olayları anlatırken bizim bugüne kadar okuduğumuz veya duyduğumuz Mevlana ve Şems-i Tebrizi’den bambaşka bir profil çiziyor. Aslında romanda yazarın başkalaştırmalarından nasibini en çok Şems almakta. Bilmeyenler varsa Mevlana’yı İran edebiyatı da sahiplenir ve ondan ‘İran şairi’ olarak söz eder; buna delil olarak da 6 ciltlik Mesnevi’nin Farsça yazılmış olmasını gösterir. İşte bu noktada Mevlana’nın ve Şems’in olumsuz yönleriyle ön plana çıkartıldığı bu roman İran’da yılın romanı ödülüne nasıl layık görülmüş, şaşırmamak elde değil.
Roman, Türkiye’de de Sonsuz Kitap etiketiyle Yakamoz Yayınları tarafından yayımlanıyor, öyle ki internet kitap satış sitelerinin çoğunda kitabın (cep boyu da dahil) baskısı tükenmiş; demek ki çok satıyor. Veysel Başçı tarafından Farsçadan Türkçeye çevrilen romanın dili ne yazık ki hem akıcı hem de sürükleyici değil. Çok fazla yazım yanlışı mevcut. Bu sebeple kitabı bitirmem uzun zaman aldı; oldukça da sıkıldım.
Elif Şafak’ın Aşk romanıyla Saide Kuds’un Kimya Hatun romanını kıyaslamak ne kadar doğru olur emin değilim ama Aşk, hem daha edebi bir dile sahip hem de yalın bir anlatıma. Şems ile Mevlana’nın dostluğu ve aşkı da daha saygılı bir dille aktarılmaya çalışılıyor. Ancak Kimya Hatun’a baktığımızda Şems ile Mevlana’nın arasındaki ilişki daha hastalıklı bir şekilde anlatılıyor; ben böyle bir hisse kapılmış olabilirim.
Romanın en çarpıcı detaylarından biri Şems’le zorla evlendirilen Kimya Hatun’un Şems’ten şiddet ve işkence görmesi. Tarihi karakterleri roman kahramanı olarak seçtiğimizde onların ruhlarını rahatsız etmeyecek bir olay örgüsü, roman kurgusu belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Kuds’un Kimya Hatun’un ağzından anlattıkları doğru mudur değil midir araştırmak gerekir ancak sadece okuyan ama araştırmayan birçok insan için Şems, bu romandan sonra Mevlana’yı Mevlana yapan bir güneş değil eşini döven, ona hakaretler yağdıran, kadın düşmanı bir koca olarak bilinecek. Öyle ki romanın sonunda Kimya Hatun, Şems’in gözü dönmüşçesine kendisine saldırması sonucu ölüyor. Bu son, hangi tarihi belgeye dayandırılarak yazılmış; ilginç bir durum. Üstelik romanda Mevlana, Kimya Hatun’un fikrini ve rızasını almadan onu Şems’le evlendirmekle kalmıyor; Şems’in Kimya’ya yaptıklarını kendisiyle paylaşmasına rağmen yaşananlara müdahale etmiyor. Bu da Mevlana’nın şahsına kondurulabilecek bir kurgu, bir yakıştırma olmasa gerek.
Karakterler arasındaki diyaloglardaki yavanlık da romanın yarattığı hayal kırıklıklarından biri. Mevlana ile Şems’in, Şems ile Kimya Hatun’un veya diğer kahramanların birbirleriyle konuşmalarına bakıldığında ince bir ruh, derin bir üslup görmek mümkün olmuyor. Belki de yine burada şuçu çevirmene yükleyebiliriz.
Ayrıca kutsal bir özellik yüklenen tarihi ve edebi şahsiyetlerin merkeze alındığı bir romanda kızların sünnet edilmesinden adet görmesine kadar bazı olayları en ince ayrıntısına kadar anlatması da tartışılması gereken başka bir ayrıntı.
Uzun lafın kısası Saide Kuds, bu romanıyla belki İran kadınlarının neler yaşadıklarını 13. Yüzyılın önemli isimleri Mevlana, üvey kızı Kimya Hatun ve Şems üzerinden anlatmaya çalışmış ama tam olarak neyi amaçlamış anlayamadım.
Her kitap ‘eleştirel bir yaklaşım’ koşuluyla okunmayı hak etmektedir. Kimya Hatun romanını da önce Mevlana’nın hayatıyla ilgili ön bilgi edinerek ve sonra sorgulama ve eleştiri gözlüğünü takarak okumak daha sağlıklı olacaktır.
Blog Yazarlığı Aslında Ne Değildir?
Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal paylaşım siteleri çıkıp da herkes birer internet yayıncısına dönüşmeden önce blog yazarlığı gerçekten ayrıcalıklı bir konumdaydı. Belki de bana öyle geliyordu ama ‘yazma becerisi’ tıpkı ‘iyi şarkı söyleyebilme’ gibi herkesin sahip olduğu bir uğraş olmadığı için mantar gibi türeyen birçok blog, ‘kopyala yapıştır’dan öteye gidemeyip internetin tozlu sayfaları arasındaki yerini aldı.
Birçok usta blog yazarı da söz konusu sosyal ağların yazma ve paylaşma pratiğine kapılıp bloglarını terk ettiler ve birer sosyal medya fenomenine dönüşme çabası içine girdiler. Bloglarını terk edip gitme konusunda haklı olabilirler; çünkü yorum yapan ziyaretçiler de çoktan Facebook ve Twitter’da tek bir tık’la beğen’meye alışmış; bloglara girmek, uzun yazıları okumak ve bir sürü bilgiyi doldurup yorum yazmak onlara zor ve sıkıcı gelmeye başlamıştı.
Bu, artık yaşadığımız bir gerçek; dönüşü olmayan bu değişim üzerine daha fazla eleştiride bulunmaya da gerek yok. Ancak ısrarla bloglarında yazmaya, üretmeye, paylaşmaya devam eden blog yazarları konusunda titiz davranmak ve biraz daha üzerilerine mercek tutmak gerekirse onların sanılanın aksine profesyonel bir yazar olmadığını görebiliriz. Zaten birçoğunun böyle bir iddiası da yoktur. Yıllar önce beni uzun süredir takip edip, yazılarıma yorum yapıp sonra bir gün (tam hatırlamıyorum ama) MSN Messenger veya Facebook Sohbet üzerinden benimle ilk defa yazışan Yasemin Hanım’ın (Bu yazıyı okuyorsa kendisine selam olsun) yaşadığı heyecanı unutamıyorum. Benimle yazıştığına uzun bir süre inanamamış heyecandan sohbete bir türlü girememişti. O dönem öyle algılanan blog yazarları bugün aslında asıl kimliğine kavuşmuş durumda: En bizden, en kişisel ve en aramızda olan modern zaman yazarları!
O halde aslında blog yazarları ne değildir?
- Profesyonel anlamda bir blog yazarı kesinlikle ‘okumayan, araştırmayan’ birisi değildir. Her ‘eli kalem tutan, klavyede döktüren kimse’ bir blog yazarı hiç değildir!
- Blog yazarı, ‘okunacak mıyım, çok yorum ve beğeni alacak mıyım?’ endişesiyle yazan biri değildir.
- Yazmış olmak için yazan, bunu da Google için bolca anahtar sözcüklerle doldurup soluğu Adsense’de alan biri blog yazarı değildir.
- Blog yazarı asla kusursuz değildir hatta çoğu zaman güçlü de değildir.
- Orhan Pamuk, blog yazmadığı; Elif Şafak kendisine bir blog açmadığı sürece hiçbir blog yazarı usta bir edebiyatçı, romancı, şair, yazar değildir.
- Blog yazarı, ünlü olmak için yazan biri değildir. Yazarken ünlü olduysa da bu onun suçu değildir.
- Blog yazarı, sosyal medya fenomeni değildir. O, bambaşka bir şeydir. Kendisini halktan, sokaktan, sosyal hayattan soyutlayan kişi hiç değildir. Blog yazarı sıfatıyla davet edildiği etkinliklerde ‘star’ edasıyla arz-ı endam ediyorsa Tarkan da Megastar değildir.
- Blog yazarı, rengi olmayan biri değildir. Var olan siyasi görüşünü veya tuttuğu takımı okurların gözüne sokup onlarla arasında bir sınır çizen kişi blog yazarı değildir.
- Blog yazarı sabahtan akşama internette yaşayan, her yeri internet bağlantısı dolu olan biri değildir. Blog yazarlığı bir meslek ve gelir getiren bir kapı olmadığı için çoğu zaman ödenemeyen faturadan dolayı internetsiz kalınabilmektedir.
- Blog yazarı tahammülü sınırsız, her ağır sözü ve hakareti kaldıracak dayanıklılıkta biri değildir. Sosyal ağlar üzerinden kendisiyle bağlantıya geçip ona her şeyi yazabileceğinizi zannettiğiniz blog yazarı kalpsiz, ruhsuz, duygusuz ve sizin emriniz altında çalışan biri hiç değildir.
- Blog yazarı Türkçeden, Türkçe yazım kurallarından bihaber biri değildir. Yazarken ve konuşurken kullandığı dile saygı duymayan, ‘her şey’in ayrı yazıldığını; virgülün (,) noktalı virgülün (;) nerede kullanıldığını bilmeyen kimse kesinlikle blog yazarı değildir.
Bütün bu sıraladıklarım elbette ki işini profesyonel bir şekilde yapan, ziyaretçilerine (okurlarına) saygı duyan ve blog yazmayı önemseyen blog yazarları için geçerli. Onlara saygı duymalı, onları sevmeli hatta sahiplenmeliyiz. Peki ama nasıl?
Blog yazarlarına nasıl destek olmalı ve sahip çıkmalıyız; bir de bu konuya bakalım.
Blog Yazarlarına Yardımcı Olmak için Yapmanız Gerekenler
“Şeref-ül mekân bi’l mekîn” derler; “Mekânın şerefi, içinde oturan iledir.”
Blog yazarının hissiyatı ve buna mütekabil cümleleri yoksa, bu dijital mekânın, bu blog denen şeyin ne kıymeti var? Burayı takip ediyor, okuyor, yorumlarda bulunuyor, sosyal ağlarda paylaşıyorsanız kısacası bu blogu önemsiyorsanız gölgenin aslına bakmak lazım; eli kalem tutan şahsa. Blog yazarları bir anlamda yazdıklarıyla sahip oldukları bilginin ‘sadakası’nı paylaşıyorsa okur olarak bunun ne kadar farkındayız?
Henüz bir meslek olarak kabul edilmese de –zaten böyle bir duruma da gerek olduğunu düşünmüyorum- para kazanma, ün elde etme vesaire gibi sebepler haricinde gerçekten yazma tutkusuyla yazan blog yazarları için neler yapabiliriz; hayatımızdaki bir blog yazarı aile bireyi ya da arkadaş varsa ona nasıl davranmalıyız? Bu yazıda buna değinmek istiyorum. Yazının devamında da ‘Blog yazarı aslında ne değildir?’ sorusunun cevabı için sizi kendi bloguma davet ederek siz okurlara çift taraflı bir yazı okuma deneyimi sunuyorum.
– Blog yazarları da diğer tüm ‘yazan’ kişiler gibi bir üretim (kimilerinin deyimiyle yaratım) süreci yaşar. Bazen bu süreç blog yazarının iç dünyasına çekilmesine, gergin bir ruh haline bürünmesine ya da etrafında olup bitenlere karşı algısının zayıflamasına sebep olur. Böyle durumlarda ilk iş olarak onu yalnız bırakarak ilk yardımınızı yapabilirsiniz. Eğer yanında değil ve bu süreçten bihaberseniz aranıp sorulmama / vefasızlık sitemlerinizi bir süre daha erteleyebilirsiniz.
– Eğer blog yazarının eşi, anne babası veya kardeşlerinden biriyseniz blog yazarlığının amatör gibi görünse de profesyonel bir uğraş olduğunu anlamaya çalışarak ona bu yazım sürecinde varlığınızla destek olun. Tıkandığı durumlarda ona yeni konu önerilerinde bulunabilir, yazılarını ilk siz okuyarak ilk eleştiriyi yapmak istediğinizi söyleyebilir ve yazının son şekline birlikte karar verebilirsiniz. Ama burada da tekrar etmekte fayda var; yazan insanı lütfen yalnız bırakın ve onun için ortamın sükûnetini korumaya gayret gösterin.
– Yayımlanan her yazıyı okur olarak beğenmek zorunda değilsiniz. Yazılarla ilgili görüşlerinizde dürüst olun. Blog ziyaretçileri son yıllarda yorum yapmadan okuyup bloglardan ayrılma eğiliminde. Samimi olmak koşuluyla eleştirel yorumlarınızı onlardan esirgemeyin. Unutmayın, blog yazıları her zaman ziyaretçilerin yorumlarıyla tamamlanmayı bekleyen eksik yazılardır.
– Evinizde bir blog yazarıyla yaşıyorsanız –bence- çok şanslısınız. Bloguna yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuş bir blog yazarından daha savunmasız bir kimse olamaz; aynı zamanda motivasyon takviyesine de bolca ihtiyaç duyacağı bir anı yaşayacaktır. Çayını, kahvesini, hatta parçalara ayrılmış bitter çikolataları masasına usulca bırakıp büyük sevaba girebilirsiniz. Çoğu blog yazarı için kahvenin kokusu kadar masadaki görüntüsü bile ayrı bir huzur kaynağı, yazma motivasyonudur.
– Yazılarına odaklanabilmesi ve rahat çalışabilmesi için blog yazarına uygun ortamı hazırlamak bazen onunla birlikte yaşayan insanlara düşer. Bu konuda sorumluluk alın, sessiz ve düzenli bir oda ya da köşe hazırlayın. Daha da önemlisi onun yazmaktan keyif aldığı mekanına müdahale etmeyin. Örneğin, blog yazarı masada oturup çalışırken masanın altını elektrik süpürgesiyle süpürmeye kalkıp bütün atmosferi dağıtmayın. Yazılacak yazıyla önce zihin temizlenince zaten sonra el birliğiyle bütün ev rahatlıkla temizlenecektir.
– Yazmış olmak için yazılan her yazı, iyi bir okur tarafından hemen farkına varılır. Blog yazarının böyle bir hataya düşmesine engel olacak en önemli faktör yine etrafındaki kişiler ve okurlardır. Üzerine sohbet edilen konu hakkında beyin fırtınası yapılırken çok ilginç detaylar ortaya çıkabilir ve bunların‘Üşenme erteleme vazgeçme’ düsturundan yola çıkarak hemen yazıya dökülmesi gerekebilir. Böylesi durumlarda blog yazarını tetikleyiniz, durup beklemesine ve o düşüncelerin uçup gitmesine izin vermeyiniz.
– Blog yazarının kendisini iyi hissetmesini sağlayacak aralar onun üretkenliğini daha da artıracaktır. Fırsatını ilk bulduğunuz an ona iyi geleceğini düşündüğünüz sinema, tiyatro, yürüyüş, spor veya dışarıda güzel bir akşam yemeği teklifinde bulunun hatta bu konuda ısrarcı olun. Bunları yaparken blogdan, blog yazılarından bahsetmemeye özen gösterin.
– Bir blog yazarıyla yüz yüze gelindiğinde veya onunla internet üzerinden iletişim kurulduğunda yapılan hataların başında ‘Şu yazıda kimden bahsediyorsun?’ sorgulamaları gelir. Yazılarını okuduğunuzu ona mutlaka ifade edin ancak yazdığı herhangi bir yazıyı bu şekilde sorgulamayın. Bazı yazılar ‘O kendini biliyor’ tarzında yazılmış şifreli sözcüklerle kurulabiliyor ancak bu şifreleri çözmeye kalkmak işin magazin boyutuna giriyor.
– Elbette birçok blog yazarı arkadaşım bu maddelerin sayısını artırabilecektir. Son olarak takip ettiğiniz blog yazarlarının adreslerini, okuduğunuzda beğendiğiniz yazıların bağlantılarını sosyal ağ hesaplarınız üzerinden veya epostayla arkadaşlarınızla paylaşarak da onlara yardımcı olabilirsiniz.
Bütün bu maddeleri okuyunca gözünüzde amatör bir blog yazarından ziyade bir Orhan Pamuk canlanmış olabilir. Haklı da olabilirsiniz.
Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+