(3+1) Erhan Genç: Yazar Adayı, Nereye Yaslanacağını Bilmiyorsa Nereye Yaslanmayacağını Bilmeli

3+1 yazı dizisinin beşinci kalemi, Türk Edebiyatı dergisi yazı işleri müdürü Erhan Genç. Genç; Hüseyin Su ve İbrahim Yıldırım‘ın Türk öykücülüğüne, Semih Gümüş‘ün de edebiyat ödüllerine dair eleştirilerini yorumlarken Süreyya Berfe‘nin Cahit Zarifoğlu üzerinden edebiyat dünyasına yönelttiği soruya cevap aradı.

Hüseyin Su: Bir Türk öykücüsünün ‘öykü kültürü’ ve ‘öykü bilinci’ Batılı yazarlardan okuduğu çeviri metinlerle kurulamaz. Birkaç ünlü yazarın adını ve eserlerini anarak varsayılan sahte bir özgüvene yaslanılamaz.

Erhan Genç: Laf arasında, olur olmadık yerde ünlü yazarlardan ve eserlerinden söz açanlara karşı her zaman temkinli yaklaşırım. Özellikle sadece alıntı yapıyorsa ve “filanca kitabı/yazarı okudun mu?” diye soruyorsa ya kendindeki bir eksikliği kapatmaya ya da kendini bir şekilde ön plana çıkarmaya çalışıyordur, diye düşünürüm. Bunu düşündüren biri, “okur” ise bir yere kadar anlaşılabilir fakat eğer bir de yazmakla ilgili biriyse durum vahimdir bana göre. Bir yazar adayı nereye yaslanacağını bilmiyorsa da nereye yaslanmayacağını bilmelidir. 

Hüseyin Su’nun, “öykü kültürü” ve “öykü bilinci” olarak nitelendirdiği kavramlar ile Türk öykücüsünün üzerine güvenerek basabileceği ve eserlerini inşa edeceği sağlam bir zemini kastettiğini düşünüyorum. Bu zemin, sadece Türk öykücüsü için değil, hangi milletten olursa olsun, öykücünün yetiştiği topraklardır. Elbette yazar, yazdığı coğrafyadan ayrı düşünülemez ve eğer bir hareket yapacaksa bunun dayandığı nokta kendi coğrafyası olmalıdır. Türk öykücüsü, iğnesini kendi toprağına batırdıktan sonra pergelin diğer ayağını istediği yere açabilir. Nerelere uzanabileceği, nerelerden beslenebileceği ise pergelinin büyüklüğüne yani kendisini yetiştirmesine bağlıdır.

İbrahim Yıldırım: Bence öykü, Türk edebiyatının harika çocuğudur. Evet harikadır, çünkü edebiyatımızın en seçkin örnekleri bu türde verilmiştir. Öte yandan sürekli evrim halinde olduğu, sürekli geliştiği ve onun bu eğilimi sonlanmayacağı için daima çocuk olarak kalacaktır.

Erhan Genç: Öykü, Türk edebiyatının harika çocuğu mudur bilmiyorum ama edebiyat sınıfımızın en gözde öğrencilerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Gözde öğrenciler işini iyi bilen bir öğretmenin elinde sınıf ortamını kaliteli hale getirirken, sınıf yönetimi konusunda eksik öğretmenin elinde ise sınıf ortamını bozan aktör haline gelebilir. Öykünün gözde olmasının sebebini edebiyatımızın en seçkin örneklerinin bu türde verilmiş olması olarak göstermek belki onu biraz şımartmak olur. Dolayısıyla öyküye böyle yaklaşmak zaman içinde onu aşağıya çekebilir. 

Öykü, kendisinde var olan kıvraklık ve yenilenebilir olma hali sayesinde iyi öykücülerin elinde edebiyat ortamını daha da kaliteli hale getiren bir gözde öğrenci olarak hayatına devam edecektir.

Semih Gümüş: Ödül kurumunun sahteciliği biliniyorken, genç yazarlar niçin ödüllerin peşine düşer? Kendilerini çaresiz gördükleri için. Oysa bu çaresizliği aşabilenler yazarlık yolunda yürüyecektir.

Erhan Genç: Evet, ödül kurumlarının sahteciliğini biliyoruz. Evet, bir yazar adayı ödül kurumlarını aşabilmeli. Yazdıklarına ve yazacaklarına odaklanmalı. Ödül için yazmaya çalışmak yerine yazdıklarından dolayı ödüllendirilmeyi beklemeli. Fakat “genç yazar”lık tarifinin altında tutku, çalışmak, heves, hayal… olduğu kadar ödüllerle ilgili hayal kurmak ve ödüllerin peşinde koşmak da vardır. Hangimiz o kapıları beklemeden aşabildik ki yazarlık yolunu. Hayatın bazı dönemleri gibi o günler de yaşanmadan geçilmiyor işte. 

Semih Gümüş, -belki de genç yazarları kamçılamak için- ödül kurumlarının peşine düşmelerini çaresizlik olarak nitelendirse de bence –bir zaman- ödül kurumlarının kapılarında beklemek de “genç yazar”lığa dahil.

+1

Süreyya Berfe: Cahit Zarifoğlu’nu bugün onu çok anan çevrelerde bir karşılığı var mı? Okunmuyor… Anlaşılamıyor… Bu kadar mı tükenildi? Nasıl böyle boş olduk?

Erhan Genç: Sadece Cahit Zarifoğlu’nu değil, birçok değerli ismi okumadan, anlamadan sadece anar olduk. Bugün maalesef bazı yazarların insanlardaki karşılığı, ya “Bu yazarı anmak koltuğumu mu sağlamlaştırır, ayağımı mı kaydırır?” ya da “Ne kadar like getirir, kaç rt alır?” hesapları oldu. Yazarları eserleriyle ve biyografileriyle değil de sadece isimleriyle tanıdığımız için ölüm yıldönümlerinde güzel fotoğrafları ve afili cümleleriyle tweetler/storyler atarak onlar üzerinden kendimizi pazarlar hale geldik. O tweetlerin ve storylerin alt metninde ise her şeyden haberdar olduğunu belirtip görünür olma/kalma isteği var. Evet, bu kadar tükenildi. 

(3+1) Jale Özata Dirlikyapan: Şiirin, Öykünün Tanımı Sabitlenemez

edebî blog’un 3+1 yazı dizisinin dördüncü kalemi, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Jale Özata Dirlikyapan. Dirlikyapan, William Faulkner ve İnci Aral ile daha önce 3+1’de yazan Pelin Buzluk‘un edebiyata dair görüşlerini yorumlarken Hüseyin Su‘nun “edebiyatın ölçüsünü yitirip yitirmediği”yle ilgili sorusunu cevapladı.

İnci Aral: Olumsuz bir başka durum ise eleştirinin bitmesi. Artık gazetelerin kitap eklerinde yer alan dost ahbap ve grup içi övgü yazıları dışında sağlıklı bir yorum, yazılanı yerine koyacak bir yaklaşıma rastlanmıyor. Bunu edebiyatımızın en büyük eksiği olarak görüyorum.*

Jale Özata Dirlikyapan: İnci Aral’ın sözleri oldukça tanıdık elbette. Yaygın bir biçimde ve yıllardır dillendirilen bir şikâyet bu. Hatta kimi zaman, bu yokluğu tespit edip durmanın bir tür akıma ya da kadim bir alışkanlığa dönüştüğünü düşünmüyor değilim. Eleştiriden çok, “eleştiri yok” demeyi mi seviyoruz acaba bazen? Oysa İnci Aral gibi bu şikâyeti dile getiren pek çok yazar, okudukları kitaplara ilişkin eleştiriler yazabilirler, bu yolla “yokluğa” bir katkı sunabilirler pekâlâ. Geçmişte örneği çok bunun. Bugünse bir edebiyatçının başka bir edebiyatçıya ilişkin yazısıyla pek karşılaşmıyoruz.  

Aslında eleştiriye “rastlanmıyor” demek de pek doğru görünmüyor bana. Rastlanıyor çünkü. Belki yazılan eleştirilerin okunup okunmadığı, takdir/destek görüp görmediği üzerine de düşünmemiz gerekir. Geldiğimiz noktada, yokluklardan ziyade var olanları arayıp bulmanın, okumanın, öne çıkarmanın, sayıca az da olsalar var olanlar üzerinde durmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Kendime de bunu sık sık hatırlatıyorum aslında.

Öte yandan, evet, elbette bir eleştiri yoksunluğu çekiyoruz. Belki eskilerin yoksunluğunu aratacak cinste bir yoğunlukla… Bir kitap hakkında yazan, yazmayı arzulayan kişinin motivasyonu, kitabı kendi alanı, bağlamı içinden değerlendirmek ya da analiz etmek olmalı şüphesiz; başka birtakım çıkar ya da yarenlik hesapları yapmak değil. Eleştirel düşünme, eleştirel refleksler geliştirmiş olma, kişiyi hedeflemeyen, metin üzerine eğilen yaklaşımlara sahip olma noktasında hem okur hem de yazar cephesinde yalpalamalar, eksiklikler yaşadığımız açık. Eleştiriyi geliştirici değil büyük oranda “tahammül” edilmesi gereken bir unsur olarak görmek de bu durumun önemli bir belirtisi. Tahammül elbette önemli. Ama tek başına kişiyi “olgun” göstermekten başka bir işe yaramayacaktır herhalde. 

William Faulkner: Yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı yok. Tek ihtiyacı olan şey kâğıt ve kalemdir. (…) Eğer birinci sınıf bir yazar değilse, zamanı veya ekonomik özgürlüğü olmadığı gibi özürlerin arkasına sığınır.**

Jale Özata Dirlikyapan: İşte bir genelleme daha! Epey romantik bir genelleme olduğunu da belirtmek gerek. Kulağa çok hoş geliyor. Ama işler her zaman bu kadar “hoş” gelişmeyebilir. Ayrıca Faulkner maddi sıkıntı çekmiş bir yazar değil. Söz üzerine düşünürken bunu da hesaba katmak gerek.

Öte yandan yazarın kadın mı yoksa erkek mi olduğu da önemli bir faktör bu soruyu yanıtlarken. Woolf’un “kendine ait bir oda”sını, Ursula K. Le Guin’in babasının nasihatini hatırlamak yeterli. Babası Ursula’ya, yazar olmak istiyorsa ya iyi gelir getiren bir iş ya da zengin bir koca bulmasını salık vermiş. Yazılarından birinde bu nasihati dinlediğini söyler Ursula. Yoksa çocuklarını okula gönderdikten sonra onlar gelene kadar odaya kapanıp yazması mümkün olamazdı kuşkusuz. 

“Birinci sınıf yazar” olma yolunda, yazarın kendisinin ve varsa çocuklarının karnını doğru dürüst doyurmadan yazmaya girişebilmesi, yazma arzusunu diri tutabilmesi imkânsız değilse de zor olsa gerektir. Yazar, bu zorlukla ya da vicdani yükle baş edebilecek kadar güçlü bir yazma arzusuyla dolu olabilir. Ama öte yandan yazma arzusu güçlü olsa da, zorlu çalışma koşulları, yazmaya ve okumaya yeterli zaman ayırması ve bu gücün hakkını vermesi önünde ciddi bir engel oluşturabilir. Hele bizim gibi ülkelerde… Savaş Kılıç, söyleyebilme (ya da yazabilme) hakkı ve bunlara bağlı hazzı Ranciere bağlamında ele aldığı bir yazısına “Hazzın Geceye Sürgünü” başlığını koymuştu. Emekçinin hazzı “kazanmak” ya da “geri almak” için verdiği kıymetli uğraş, kuşkusuz her zaman başarıyla sonuçlanmaz. Ama sonuçlandığı da olabilir. Yazara, yazarın inadına, arzusuna, çalışma koşullarına göre değişen ölçülerde bir “başarı”dan söz edilebilir. Ekonomik koşulları başka birtakım yetersizliklerin “bahane”si olarak öne sürmek başka, bunların yazarı mazur gösterecek ölçüde zorlu koşullar olması başkadır. Ama öte yandan, bu bağlamda bahane ile mazeret arasındaki farkı bizim tespit etmemiz de epey zor olsa gerek. Kendisiyle hesaplaşmalarında, kendisine karşı sorumludur bu noktada yazar. Bahaneler mi öne sürüyor, yoksa mazeretleri mi var? Bazıları için öyle bir nokta olabilir ki, yazmayı engelleyen her yaşamsal ihtiyaç, bahane gibi görünür ona. Bir tür yaratma çılgınlığı, körlüğü… Bazıları da çalışma koşullarının girdabında birinci sınıf yazarlığının hakkını veremeden tarihe gömülür. Olmuştur. Olabilir. 

Faulkner’ı haklı çıkaran önemli bir yazarı, Joyce’u da analım ama. Proust’u “çekemeyişini” şöyle anlatıyor Joyce: “Proust’ta çekemediğim onun mali durumu. Etoil’de ses duyulmasın diye duvarları yeri mantarla kaplı rahat bir evi var. Oysa ben her an birilerinin girip çıktığı böyle bir yerde çalışmak zorundayım ve Ulysses’i nasıl bitireceğimi bilemiyorum.” Joyce mali durumundan şikâyet etse de Ulysses’i bitirmiş. Birinci sınıf yazarlıkta da Proust’dan aşağı kalır yanı yok herhalde. 

Pelin Buzluk:kurslarda yazar olunmayacağını düşünüyorum. Yazmak öğretilmez ama öğrenilir, okuyarak, yazarak, yaşayarak.***   

Jale Özata Dirlikyapan: Pelin Buzluk’un ne demek istediğini anlıyorum. Ancak bu tartışmayı biraz kısır ve gereksiz bulduğumu da söylemem gerek. Eleştiri yokluğunun sıkça dillendirilmesi gibi, atölyelerden yazar çıkmayacağı saptaması da sıkça yapılıyor epeydir. Ben böyle bir genellemeyi rahatlıkla yapamayan taraftayım. Daha doğrusu, bu konu üzerinde düşünmeyi, enerji emici tartışmalara girmeyi pek de arzu etmeyen tarafta. Yazarlık atölyeleri çoğaldıkça ve popülerleştikçe, popülerleşen her kültürel unsura olduğu gibi, bu atölyelere yönelik olumsuz tepki de güçleniyor. Oysa mesele, genel anlamıyla atölyeler/kurslar değil, yürütücüler ve katılımcılar. Yazarlığı bir proje gibi gören, bu yolda “yapılması gerekenler”i adım adım, “yanına tik atarak” yapan, kabaca “yazar olmak isteyen” kişiler kuşkusuz atölyelere gitseler de gitmeseler de sanatçı olamayacaklardır. Yazar olmak istenmez ki çünkü; bunda bir tuhaflık var. Sanki sözcük kişinin fazlasıyla dışında da kişi onu bir kementle yakalayıp kendisine çekmeye çalışıyor gibi. Bu kişi atölyelerde belli bir tekniği öğrenebilir, onu az çok işletebilir. Piyasaya “okunabilir şeyler” sunabilir. İstediği buysa, biraz akıllı, dikkatli ve azıcık da birikimliyse buna ulaşması zor olmayabilir. “Sizi yazar yapacağım”, “bu atölyeden yazarlığı öğrenmiş olarak çıkacaksınız” falan diyen bir yürütücüyle işin “formülünü” öğrenebilir. Sonra anlatacak bir hikaye bulup formüle göre dizayn eder. Bitti gitti.  

Öte yandan, kendisini tüm idealizasyonların ötesinde, karanlığıyla ve aydınlığıyla, hakikati ve yapaylığıyla yazarak var edebilen, bu “olma” yolunda sadece rasyonel aklın emrettiği “piyasa şeyleri”ni değil, birtakım aşırılıkları, belki aptallıkları bilinçsizce yapıveren, içindeki yaratıcı küçük canavara tâbi, çok okuyan, en önemlisi yazmayı “delice” arzulayan bir kişi, bu yazarlık atölyelerinden birinde öyle bir karşılaşma/deneyim yaşayabilir, kalemini engelleyip duran bir düğümün öyle kolaylıkla çözülüverdiğine tanık olur ki, birdenbire yükseğe sıçrayabilir. Ayrıca eğer yürütücü de kendini büyük ölçüde kanıtlamış bir edebiyat yazarıysa, kendi sorularını, bazen yanıtlarını, açmazlarını, güven ve güvensizliklerini paylaştığı, meseleyi bir tür etkileşim olarak ele aldığı ölçüde, bu karşılaşma katılımcılar için ilham verici olabilir.

Evet, yazmak okuyarak, yazarak, yaşayarak öğrenilir. Ama “atölye” denen şeyi donuk, cansız bir “öğreten/öğrenen” ortamı olarak düşünmek yerine, bağlama, kişilere göre değişen bir “deneyim” alanı olarak ele alırsak onun da okumaya, yazmaya ve yaşamaya dâhil olabileceğini teslim etmeliyiz. Hatta günün ortalama 8 saatini, nefret ettiği bir iş ortamında geçiren yazmaya yetenekli ve arzu dolu bir kişi için daha “yaşamsal” bile olabilir atölye ortamı. Bu durumda, atölyeleri/kursları ilk elden, topyekûn yararlı/yararsız ilan etmek de yersizleşecektir.

+1

Hüseyin Su: Bir öykü yazarı, yazdığı ‘öyküyü’ yanlışlıkla şiir dergisine gönderiyor. Şiir dergisinin yöneticileri de kendilerine gelen bir ‘öyküyü’ şiir sanıyorlar ve yayımlıyorlar. Burada, sizce de çok önemli bir ‘edebiyat ölçüsünü yitirme’ durumundan söz etmek gerekmez mi?****

Jale Özata Dirlikyapan: Hüseyin Su’nun “edebiyat ölçüsünü yitirme durumu” sözüyle ne demek istediğini tam anlamamakla birlikte, anlattığı bu olayı edebiyat açısından “olumsuz” bulduğunu hissettim.  Öykü niyetiyle yazılmış bir metnin şiir, şiir niyetiyle yazılmış bir metnin öykü sanılmasında bir olumsuzluk yok oysa. Türler arasında keskin ayrımlar silikleşmeye başlayalı çok oldu. Ölçüler değişir, dönüşür, zamanla yok olur. Şiirin, öykünün tanımı sabitlenemez. Böylesi bir durumda şahsen önemseyeceğim tek şey metnin etki gücü olurdu. İster öykü sanılsın ister şiir. Ne önemi var ki?    

(3+1) Yalçın Armağan: Edebî Metnin Başarısı, Bünyesinde Bulunmaz

edebî blog’un 3+1 yazı dizisinin üçüncü kalemi, İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yalçın Armağan. Melih Cevdet Anday ile İlhan Berk’in düzyazı ve söyleşi kitaplarının editörlüğünü yapan, İmkânsız Özerklik: Türk Şiirinde Modernizm isimli eseri yazan Armağan; Abdullah Uçman, Adnan Özyalçıner ve Doğan Hızlan‘ın edebiyata dair görüşlerini yorumlarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da “…ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır.” sözüyle ilgili görüşlerini dile getirdi.

Abdullah Uçman:  Her şey ucuzladığı gibi edebiyat da edebiyat eleştirisi de ucuzladı gibime geliyor. Özellikle genç nesil, ciddi anlamda araştırma veya okumalar yapmadan çalakalem yazıyor. Ben, tatil zamanı başka bir şeyle meşgul olmadan üç dört yüz sayfalık bir romanı ancak bir haftada okuyabiliyorum, okuduğum kitap bir inceleme veya araştırma eseri ise bu süre daha da uzuyor. Şimdi bakıyorum, yeni bir kitap yayımlanmış, birkaç gün sonra gazete veya dergi sayfalarında çarşaf çarşaf yazılar çıkıyor; peki, kardeşim sen bunu ne zaman okudun, üzerinde ne zaman düşündün, ben bunları anlamakta doğrusu güçlük çekiyorum.*

Yalçın Armağan: Yalnızca bizde değil, tüm dünyada okumadığı kitap üzerine konuşanlar ve yazanlar var. İşin doğrusu bu durum son yıllara da özgü değil, matbuat âleminin her döneminde okunmayan, tam okunmayan, şöyle bir göz atılan metne dair yazma eğilimi vardı. Her ne kadar okumadığı metinler üzerine konuşmak daimi bir sorun olsa da, kitap tanıtma mecrasının bu denli artması okumadan yazmayı daha çok teşvik ediyor gibi görünüyor. 1980’lerin ortasından itibaren yayın dünyasının “yazar-yayıncılar”ın tekelinden çıkıp sermaye kurallarına tabi olmasından beri, “kitabın görünmesi” daha büyük önem taşıyor. Piyasa kuralları eleştiriye değil, tanıtmaya ihtiyaç duyduğu için tanıtım yazılarındaki eleştirel ton da iyice “rahatsız” edici hale geldi. Yalnızca övgü isteniyor, bunun için de kitabı okumanız beklenmiyor. Övün yeter, ne dediğiniz önemli değil. 

Günümüzde yayın dünyasının sekreterleri var. Hepsinin farklı gerekçeleri olabilir ama para kazanmak için yazanından akademisyenine bu görevin bir hayli taliplisi olduğu fark ediliyor. Yeni yayımlanan her kitabı öven ama ne için övdüğü tam anlaşılamayanların egemen olduğu bir ortam geçerli artık. Bu ortamda kitapları okumaya da ihtiyaç kalmıyor.      

Adnan Özyalçıner: Yazar, kendi dünyasını anlatsa da yaşadıklarının siyasal, ekonomik, toplumsal dönemle olan ilişkilerine de değinmek zorundadır.**

Yalçın Armağan: Edebiyatın bir görevi var mıdır? Bizde bu soruya genelde keskin biçimde cevap verilir ve taraflar hemen ayrışır. Bir yandan estetiğin kendi başına kuralları olduğunu söyleyenler, yani estetik özerklikten yana olanlar, diğer yanda ise toplumsal görevi yerine getirmeyen edebiyatın eğlenceden ibaret ve son kertede lüzumsuz olduğunu dile getirenler vardır. Şimdiye kadar Türkiye’de edebiyatın görevi olduğuna inananlar baskın konumda olmuş, estetik özerkliğe göz kırpanlar “mukallit”likle, “züppe”likle, “yabancılaşma”yla suçlanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, edebiyatın bir görevi olması gerektiği fikri modern zamanların öncesinde de yaygın anlayıştır. “Edebiyat edepten gelir” diyenler, edebiyatın asli “görev”inin ahlaki değerleri öğütlemek olduğunu kabul ediyorlar demektir. Modern zamanlarda edebiyata görev verenler, bu görevin içeriğini de modern dünya görüşlerine doldurmak istemişlerdir.

“Görev” ile “özerklik” arasındaki kavgada hızla bir tarafın sözcülüğüne soyunmak, bana kalırsa, meseleye dair hızlı sonuçlara varma arzusunun ifşasıdır. Oysa mesele karmaşıktır. 

İşin tuhafı, iki zıt uç olarak beliren bu anlayışlar birbirine muhtaç gibi görünmektedir. Taraflardan birinin ortadan kaldırıldığı ortamlarda edebiyat da renkliliğini hızla yitirmeye başlıyor.   

Doğan Hızlan: Yazmak bir seçim eylemi. İlle de bütün kitapları ben yazmak zorunda değilim. Zaten amacım beğendiğimi daha çok kimsenin okuması. En çok satanlara karşı da mesafeliyim. Neden derseniz çok satanların iyi olmadığından değil zaten belli bir satış potansiyelini yakaladığı için uzak duruyorum. Başarısız bir kitap kendi kendini yok eder, bu kadar çabaya gerek yok.***

Yalçın Armağan: “Başarısız bir kitap kendini yok eder” diyor Doğan Hızlan. Yanılıyor. Belli ki “Zaman”ın en iyi elek olduğu düşüncesinde. Sıkça dile getirilen, galiba herkesin hemfikir olduğu bir iddia bu.

Genel kanının aksini söyleyeceğim ben: Estetik alanda Zaman tek yetke değildir. 

“Başarısız” kitapların kendini yok edeceği önermesinin içinde barındırdığı diğer iddia, “başarılı” kitapların “bugüne kaldığı”dır. Gerçekten öyle mi? Ahmet Midhat’ın metinleri, Hüseyin Rahmi’nin yazdıkları, hatta Yakup Kadri ya da Halide Edib’in romanları “başarılı” olduğu için mi bugüne kaldı? Tersinden sorarsak, Melih Cevdet Anday’ın 1975’te yayımlanan Raziyeromanı “başarısız” olduğu için mi bugün okurun ilgisini çekemiyor? Başka bir örnek, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı 1959’da yayımlanmasından sonra 2000 yılına kadar yalnızca 2 kere basılmış, 2000 yılından 2017’ye kadar ise 50 kere. Atılgan’ın metni 1959 ile 2000 arasında “başarısız”dı da, 2000’den sonra başarılı hale mi geldi? Son bir örnek: Sabahattin Ali’nin Kürt Mantolu Madonna’sı yayımlandığında, hakkında yazan neredeyse herkes tarafından “başarısız” bulunmasına rağmen, nasıl olmuş da bugün “kanonik” metin sayılmaya başlanmıştır? Şunu da ekleyeyim: Kürk Mantolu Madonna, kanımca, “başarısız” bir romandır. Niye kendini yok etmemiştir de, aksine popüler hale gelmiştir?

Edebî metnin “başarısı” ya da estetik kıymeti bünyesinde bulunmaz, yani estetik kıymet metne içkin değildir. Bu yüzden de metinlerin kıymeti dönemlere göre değişiklik gösterir. Mesela Oğuz Atay’ın romanları yayımlandığı zaman neredeyse hiç kimse onlardaki estetik kıymeti tespit edememişti, hatta roman hakkında yazanların fikri olumsuzdu. Oğuz Atay hiçbir kitabının ikinci baskısını göremedi. Oysa  1980’lerin ortalarından itibaren modernist romanın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edildi.

Bu yüzden de, bir edebî metnin bugüne kalmasını kendiliğinden işleyen bir süreç saymak yerine estetik kıymeti belirleyen failleri analiz etmek Zaman’ın bir yargıç olmadığını görmeyi sağlar.

+1

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…”**** cümlesiyle dile getirdiği Türk yazarlarının fazlasıyla Batılı yazarların etkisi altında kaldığı görüşüne katılıyor musunuz?

Yalçın Armağan: Tanpınar’ın sözü doğru olabilir ama bundan bir rahatsızlık duymuyorum. Neredeyse 200 yıldır modernleşme sürecinin içinde olmamıza rağmen hâlâ modernite’ye alışamadık. Türkiye’de entelektüeller, uzunca bir süredir aynı suçlamaya muhataplar: “Türk aydını Tercüme Bürosu’nda doğdu”. Şunu sormak lazım: İngiltere’deki aydınlar nerede doğdu? Frenk ağzıyla konuşmak gerekirse, Raymond Williams Kültür ve Toplum kitabında İngilizcede modern zamanlarda yaygın biçimde kullanılan beş kavramın 19. yüzyılda ortaya çıktığını ve yaygınlaştığını söylüyor. Bu kavramlar: Endüstri, Demokrasi, Sınıf, Sanat ve Kültür. Demek ki İngiliz aydınının düşünsel temelleri, 19. yüzyılda şekilleniyordu. Modernite, yeni yaşam pratiklerini getirerek geleneksel yaşam formlarını ortadan kaldırdığı gibi düşünme biçimini de değiştiriyor, entelektüeli “köksüz” hale getiriyordu.

Benzer bir süreç bizde de yaşanmış ama bu modernitenin doğasına değil de, Batı mukallitliğine bağlanmıştır. Modernite, insanları yeni bir sözlük kurmaya zorluyor. Avrupa, moderniteyi ilk deneyimleyen toplumların beşiği olarak kendi yeni sözlüğünü kurmak için uğraşıyor. Türkiye gibi modernleşmeye daha geç intikal eden (ya da zamansal olarak geç kalmasa da direniş nedeniyle geciken) toplumlar da, modernitenin zorunluluğu olarak yeni bir sözlük kurarken kendinden önceki deneyimlerden, yani Avrupa’dan yararlanıyor. 

Modernite deneyimini “bozulma” olarak görmedikçe, Batı’yla bu türden bir kültürel alışverişe girmeyi mukallitlik olarak suçlamak ne oranda doğru bilmiyorum. Ama bizde hayli yaygın. Ben katılmıyorum.

(3+1) Pelin Buzluk: Yazmak Öğretilmez ama Okuyarak, Yaşayarak Öğrenilir

edebî blog’un 3+1 yazı dizisi öykü kitaplarıyla Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü, Selçuk Baran Öykü Ödülü ve Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’na layık görülen yazar Pelin Buzluk. Buzluk, 3+1 kapsamında Necati Mert, Cemil Kavukçu ve Enis Batur‘un edebiyata dair sorularına yanıt verirken kendisinden önce 3+1 için yazan Hüseyin Ahmet Çelik‘in yazısındaki bir cümleye dair görüşlerini dile getirdi.

Necati Mert:

Kurslarda yazar olunmaz. Ama kurslar açılmalı. Çünkü orada yazı, edebiyat, hikâye üzerine konuşuluyor. Ustaların yazıya nasıl girdikleri, yazıyı edebiyata nasıl çıkardıkları ve nasıl hikâye ettikleri konuşuluyor, eserlerinden de örnekler veriliyor. Bunlar güzel. Yararlı. Ama edebiyat için yeterli değil. Parmaklarımızı yedirecek kadar leziz bir yemeğin sırrı nerede? Yemek kitabında verilen ölçülerde mi?

Pelin Buzluk:

Madem yemek kitabı eğretilemesi var. Ben de oradan devam edeceğim. Mutfakta “göz kararı” denen bir şey vardır, bu karar deneyimle gelir. Yazma ve okuma deneyimi, yaşam deneyimi. “Parmakları yedirtecek” edebiyat için belki öncelikli nitelik inandırıcı olmasıdır. Metnin yaşam dünyası meşru olmazsa, okur o dünyada bir yaşantı süremezse ne kadar yazsanız nafile. Bunun için de öncelikle yazarın metnin yaşam dünyasının, karakterlerin, olayların varlığına inanması gerekir. Önce bir düş görecek, orada bir yaşantı süreceksiniz, sonra ise bu düşü başkalarına göstermek için incelikli bir dil ve anlatım gerekiyor. Ben de kurslarda yazar olunmayacağını düşünüyorum. Yazmak öğretilmez ama öğrenilir, okuyarak, yazarak, yaşayarak.

Cemil Kavukçu:

Sadece bir kitap, çocukluğunuzun bütün bir dönemine sığabilir mi, bu özel yılların simgesi olabilir mi?

Pelin Buzluk:

Sanırım olabilir. Benim için bu kitap “Şeker Portakalı”.

Enis Batur:

Türk edebiyatını biz tanıyoruz. Dünya tanıyor mu?

Pelin Buzluk:

Dünya, Türkiye edebiyatını çevrildiği ölçüde tanıyor, başka bir deyişle tanımıyor. En çok konuşulan dillere çevrilen metinler de Türkiye olarak dünyada neyi temsil ediyorsak o temsili sürdürmek üzere seçiliyor. Oryantalist öğeler barındıran metinler bu nedenle başı çekiyor.

+1

Sizden önce 3+1’de yazan Hüseyin Ahmet Çelik‘in yazısında yer alan “Küçümsemelere, bıyık altından gülmelere, layık görmemelere, suçlamalara inat dünyayı kurtarmak için yazarız. İnsanlığı kurtarmak için. Siz yazdıktan sonra dünyanın artık başka bir yer olduğuna inanmıyorsanız yazmak fazla yorucu bir eylem sizin için. Yazmasanız da olur.” cümlesiyle ilgili sizin yorumunuz nedir?

Pelin Buzluk:

Ben, yazdıktan sonra dünyanın başka bir yer olduğuna inananlardan değilim maalesef. Bir düş görüyorum ve onu başkalarına göstermek, düşle bir yaşam alanı açmak istiyorum, özü bu.

(3+1) Hüseyin Ahmet Çelik: Yazmasanız da Olur

edebî blog’un zincir yazı dizisi 3+1‘in ilk ismi İtibar ve Muhayyel dergilerinin editörü, Sevinebilirsin Suâda İşte Yalnızız kitabının yazarı Hüseyin Ahmet Çelik. Çelik’ten Türk edebiyatının önemli isimleri Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Sevinç Çokum‘un Yüz Yüze Buluşmalar – Yaşayan Edebiyat kitabında yer alan söyleşilerinden seçilmiş cümlelerinden yola çıkarak görüşlerini yazmasını istedik. Çelik, +1 olarak da İstanbul Öykü Festivalinin “Dergilerde Öykü ve Öykü Dergileri” oturumuna birlikte katıldığı Naime Erkovan‘ın konuşmasından bir bölümü yorumlamadı.

Nuri Pakdil: Biz edebiyatı sadece güzel söz üretme eylemi olarak görmedik, görmüyoruz. Biz sanatı ve edebiyatı bir romantizm üreteci olarak tanımlamıyoruz. Edebiyat bir duruş, bir tutum alış, karşı koyuş, muhalefet aracıdır. Edebiyatçı da emek sömürücülerine, karası siyasaya karşı bir duruş sergilemelidir.

Rasim Özdenören: Yazmanın anlamı okumadır. Okuma, anlam vermedir. Ayete anlam verme… Ayet, gördüğün ve düşündüğün her şey… Salt Kur’an-ı Kerim’in ayetleriyle sınırlı değil.

Sevinç Çokum: Yazarlığımı bir çeşit kendimle savaş olarak tanımlarım. Bu da hiçbir zaman “oldum, tamam” dememekten kaynaklanır. Her zaman geriye dönüp daha iyisini yapmak için çabaladım. Ancak zaman zaman da hakkımın yendiğini düşünüyorum. Türkiye’de öteden beri edebiyat ortamında bir ayrımcılık sürüyor; o bizden şu sizden gibi. Asıl olan yazdığınız eserin kalitesidir. Çünkü bana göre bir doğru değil birçok doğru vardır.

Hüseyin Ahmet Çelik’in Görüşü:

Yol hakkında konuşmak için hiç değilse yolu yarılamak gerekir. Edebiyat, benim için uzun ve düşünülmüş bir yol, bir yolculuk demek. Epeydir yürüdüğümü söyleyebilirim fakat edebiyatta kilometre taşı, eserdir. O halde henüz yolun başında olduğumu kabul etmeliyim.

Yaşam, gürültülü bir ırmak. Karşıya geçerken illa ki ıslanıyoruz. Kaçmak, kurtulmak için herkesin başka bir seçeneği olabilir. Benimki yazmak oldu. Yazarken anlıyorsunuz ki aslında kaçtığınız şey, belinize bağlı bir teneke gibi siz koştukça hem arkanızdan geliyor hem gürültü çıkarmaya devam ediyor. Daha sonra yazmanın, ondan kaçmak değil onunla boğuşmak olduğunu anlıyorsunuz. Yaşamla, insanlarla, iliştirildiğimiz kayıtsızlıkla mücadele etmenin arenası oluyor yazı. Kimin kazanacağına dair en ufak bir fikrim yok. Yazı elbette bir sığınak, bir tutamak nihayetinde.

“Hikâye bir biçim sorunu. Önemli olan insanı savunmak. Ruhumuzu savunmak. Kimliğimizi ve kişiliğimizi savunmak.” diyor Ömer Faruk Dönmez. Yazmanın büyüsünden ve coşkusundan sıyrılıp ‘gerçekten yapmam gereken nedir’ diye sormak gerekir bazen. Küçümsemelere, bıyık altından gülmelere, layık görmemelere, suçlamalara inat dünyayı kurtarmak için yazarız. İnsanlığı kurtarmak için. Siz yazdıktan sonra dünyanın artık başka bir yer olduğuna inanmıyorsanız yazmak fazla yorucu bir eylem sizin için. Yazmasanız da olur.

+1

Naime Erkovan‘ın İstanbul Öykü Festivalinde dile getirdiği “Öykücü, yolda gördüğü her şeyi öyküye dönüştürebileceğini düşünmemeli, her şey öykü malzemesi değildir. Öykü yolculuğunda hayati olan malzemeyi yanımıza almalı, öykümüzü bunlarla kurmalıyız.” görüşüyle ilgili sizin yorumunuz nedir?

Hüseyin Ahmet Çelik: Bize hangi yüzden ne hikâyeler akar bilemeyiz. Hayata iyilik ve esenlik nazarıyla bakmak gerekir. Bırakalım hikâye, hayatın satır aralarında doğsun. Devenin ayak seslerinden aruz veznini keşfeden Arap, yola bu niyetle çıkıyor değildi. Yol esastır, yürümek esastır. Yol boyunca karşımıza çıkanlar bazen hikâyenin, bazen kaderin mevzusu olur.