(3+1) Yalçın Armağan: Edebî Metnin Başarısı, Bünyesinde Bulunmaz

edebî blog’un 3+1 yazı dizisinin üçüncü kalemi, İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yalçın Armağan. Melih Cevdet Anday ile İlhan Berk’in düzyazı ve söyleşi kitaplarının editörlüğünü yapan, İmkânsız Özerklik: Türk Şiirinde Modernizm isimli eseri yazan Armağan; Abdullah Uçman, Adnan Özyalçıner ve Doğan Hızlan‘ın edebiyata dair görüşlerini yorumlarken Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da “…ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır.” sözüyle ilgili görüşlerini dile getirdi.

Abdullah Uçman:  Her şey ucuzladığı gibi edebiyat da edebiyat eleştirisi de ucuzladı gibime geliyor. Özellikle genç nesil, ciddi anlamda araştırma veya okumalar yapmadan çalakalem yazıyor. Ben, tatil zamanı başka bir şeyle meşgul olmadan üç dört yüz sayfalık bir romanı ancak bir haftada okuyabiliyorum, okuduğum kitap bir inceleme veya araştırma eseri ise bu süre daha da uzuyor. Şimdi bakıyorum, yeni bir kitap yayımlanmış, birkaç gün sonra gazete veya dergi sayfalarında çarşaf çarşaf yazılar çıkıyor; peki, kardeşim sen bunu ne zaman okudun, üzerinde ne zaman düşündün, ben bunları anlamakta doğrusu güçlük çekiyorum.*

Yalçın Armağan: Yalnızca bizde değil, tüm dünyada okumadığı kitap üzerine konuşanlar ve yazanlar var. İşin doğrusu bu durum son yıllara da özgü değil, matbuat âleminin her döneminde okunmayan, tam okunmayan, şöyle bir göz atılan metne dair yazma eğilimi vardı. Her ne kadar okumadığı metinler üzerine konuşmak daimi bir sorun olsa da, kitap tanıtma mecrasının bu denli artması okumadan yazmayı daha çok teşvik ediyor gibi görünüyor. 1980’lerin ortasından itibaren yayın dünyasının “yazar-yayıncılar”ın tekelinden çıkıp sermaye kurallarına tabi olmasından beri, “kitabın görünmesi” daha büyük önem taşıyor. Piyasa kuralları eleştiriye değil, tanıtmaya ihtiyaç duyduğu için tanıtım yazılarındaki eleştirel ton da iyice “rahatsız” edici hale geldi. Yalnızca övgü isteniyor, bunun için de kitabı okumanız beklenmiyor. Övün yeter, ne dediğiniz önemli değil. 

Günümüzde yayın dünyasının sekreterleri var. Hepsinin farklı gerekçeleri olabilir ama para kazanmak için yazanından akademisyenine bu görevin bir hayli taliplisi olduğu fark ediliyor. Yeni yayımlanan her kitabı öven ama ne için övdüğü tam anlaşılamayanların egemen olduğu bir ortam geçerli artık. Bu ortamda kitapları okumaya da ihtiyaç kalmıyor.      

Adnan Özyalçıner: Yazar, kendi dünyasını anlatsa da yaşadıklarının siyasal, ekonomik, toplumsal dönemle olan ilişkilerine de değinmek zorundadır.**

Yalçın Armağan: Edebiyatın bir görevi var mıdır? Bizde bu soruya genelde keskin biçimde cevap verilir ve taraflar hemen ayrışır. Bir yandan estetiğin kendi başına kuralları olduğunu söyleyenler, yani estetik özerklikten yana olanlar, diğer yanda ise toplumsal görevi yerine getirmeyen edebiyatın eğlenceden ibaret ve son kertede lüzumsuz olduğunu dile getirenler vardır. Şimdiye kadar Türkiye’de edebiyatın görevi olduğuna inananlar baskın konumda olmuş, estetik özerkliğe göz kırpanlar “mukallit”likle, “züppe”likle, “yabancılaşma”yla suçlanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, edebiyatın bir görevi olması gerektiği fikri modern zamanların öncesinde de yaygın anlayıştır. “Edebiyat edepten gelir” diyenler, edebiyatın asli “görev”inin ahlaki değerleri öğütlemek olduğunu kabul ediyorlar demektir. Modern zamanlarda edebiyata görev verenler, bu görevin içeriğini de modern dünya görüşlerine doldurmak istemişlerdir.

“Görev” ile “özerklik” arasındaki kavgada hızla bir tarafın sözcülüğüne soyunmak, bana kalırsa, meseleye dair hızlı sonuçlara varma arzusunun ifşasıdır. Oysa mesele karmaşıktır. 

İşin tuhafı, iki zıt uç olarak beliren bu anlayışlar birbirine muhtaç gibi görünmektedir. Taraflardan birinin ortadan kaldırıldığı ortamlarda edebiyat da renkliliğini hızla yitirmeye başlıyor.   

Doğan Hızlan: Yazmak bir seçim eylemi. İlle de bütün kitapları ben yazmak zorunda değilim. Zaten amacım beğendiğimi daha çok kimsenin okuması. En çok satanlara karşı da mesafeliyim. Neden derseniz çok satanların iyi olmadığından değil zaten belli bir satış potansiyelini yakaladığı için uzak duruyorum. Başarısız bir kitap kendi kendini yok eder, bu kadar çabaya gerek yok.***

Yalçın Armağan: “Başarısız bir kitap kendini yok eder” diyor Doğan Hızlan. Yanılıyor. Belli ki “Zaman”ın en iyi elek olduğu düşüncesinde. Sıkça dile getirilen, galiba herkesin hemfikir olduğu bir iddia bu.

Genel kanının aksini söyleyeceğim ben: Estetik alanda Zaman tek yetke değildir. 

“Başarısız” kitapların kendini yok edeceği önermesinin içinde barındırdığı diğer iddia, “başarılı” kitapların “bugüne kaldığı”dır. Gerçekten öyle mi? Ahmet Midhat’ın metinleri, Hüseyin Rahmi’nin yazdıkları, hatta Yakup Kadri ya da Halide Edib’in romanları “başarılı” olduğu için mi bugüne kaldı? Tersinden sorarsak, Melih Cevdet Anday’ın 1975’te yayımlanan Raziyeromanı “başarısız” olduğu için mi bugün okurun ilgisini çekemiyor? Başka bir örnek, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı 1959’da yayımlanmasından sonra 2000 yılına kadar yalnızca 2 kere basılmış, 2000 yılından 2017’ye kadar ise 50 kere. Atılgan’ın metni 1959 ile 2000 arasında “başarısız”dı da, 2000’den sonra başarılı hale mi geldi? Son bir örnek: Sabahattin Ali’nin Kürt Mantolu Madonna’sı yayımlandığında, hakkında yazan neredeyse herkes tarafından “başarısız” bulunmasına rağmen, nasıl olmuş da bugün “kanonik” metin sayılmaya başlanmıştır? Şunu da ekleyeyim: Kürk Mantolu Madonna, kanımca, “başarısız” bir romandır. Niye kendini yok etmemiştir de, aksine popüler hale gelmiştir?

Edebî metnin “başarısı” ya da estetik kıymeti bünyesinde bulunmaz, yani estetik kıymet metne içkin değildir. Bu yüzden de metinlerin kıymeti dönemlere göre değişiklik gösterir. Mesela Oğuz Atay’ın romanları yayımlandığı zaman neredeyse hiç kimse onlardaki estetik kıymeti tespit edememişti, hatta roman hakkında yazanların fikri olumsuzdu. Oğuz Atay hiçbir kitabının ikinci baskısını göremedi. Oysa  1980’lerin ortalarından itibaren modernist romanın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edildi.

Bu yüzden de, bir edebî metnin bugüne kalmasını kendiliğinden işleyen bir süreç saymak yerine estetik kıymeti belirleyen failleri analiz etmek Zaman’ın bir yargıç olmadığını görmeyi sağlar.

+1

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…”**** cümlesiyle dile getirdiği Türk yazarlarının fazlasıyla Batılı yazarların etkisi altında kaldığı görüşüne katılıyor musunuz?

Yalçın Armağan: Tanpınar’ın sözü doğru olabilir ama bundan bir rahatsızlık duymuyorum. Neredeyse 200 yıldır modernleşme sürecinin içinde olmamıza rağmen hâlâ modernite’ye alışamadık. Türkiye’de entelektüeller, uzunca bir süredir aynı suçlamaya muhataplar: “Türk aydını Tercüme Bürosu’nda doğdu”. Şunu sormak lazım: İngiltere’deki aydınlar nerede doğdu? Frenk ağzıyla konuşmak gerekirse, Raymond Williams Kültür ve Toplum kitabında İngilizcede modern zamanlarda yaygın biçimde kullanılan beş kavramın 19. yüzyılda ortaya çıktığını ve yaygınlaştığını söylüyor. Bu kavramlar: Endüstri, Demokrasi, Sınıf, Sanat ve Kültür. Demek ki İngiliz aydınının düşünsel temelleri, 19. yüzyılda şekilleniyordu. Modernite, yeni yaşam pratiklerini getirerek geleneksel yaşam formlarını ortadan kaldırdığı gibi düşünme biçimini de değiştiriyor, entelektüeli “köksüz” hale getiriyordu.

Benzer bir süreç bizde de yaşanmış ama bu modernitenin doğasına değil de, Batı mukallitliğine bağlanmıştır. Modernite, insanları yeni bir sözlük kurmaya zorluyor. Avrupa, moderniteyi ilk deneyimleyen toplumların beşiği olarak kendi yeni sözlüğünü kurmak için uğraşıyor. Türkiye gibi modernleşmeye daha geç intikal eden (ya da zamansal olarak geç kalmasa da direniş nedeniyle geciken) toplumlar da, modernitenin zorunluluğu olarak yeni bir sözlük kurarken kendinden önceki deneyimlerden, yani Avrupa’dan yararlanıyor. 

Modernite deneyimini “bozulma” olarak görmedikçe, Batı’yla bu türden bir kültürel alışverişe girmeyi mukallitlik olarak suçlamak ne oranda doğru bilmiyorum. Ama bizde hayli yaygın. Ben katılmıyorum.

Birol Emil: Tanpınar “Dikkat”i İlahlaştırdı

Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen Tanpınar Konferansları dizisinin beşincisi Haliç Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Birol Emil‘in “Tanpınar’ın Sanat ve Fikir Dünyası” başlıklı konuşmasıyla 10 Mart 2018 Cumartesi günü Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesinde gerçekleştirildi. 

Bir dönem Tanpınar’ın öğrenciliğini yapan ve kendisiyle birlikte çalışma imkanı bulan Prof. Dr. Emil, kendine has bir yaratma şekli olan Tanpınar’ın dersinde not tutmanın neredeyse imkansız olduğunu anlattı.

Ahmet Hamdi Tanpınar kadar okuyucusunda anlama zorluğu yaşatan ikinci bir edip olmadığını söyleyen Prof. Dr. Emil, bunun sebebini de ondaki estetik tenkite bağladı. Tanpınar’ın bütün eserlerinde bir tenkit anlayışı vardır ve bu anlayış, estetik tenkittir. Prof. Dr. Emil’e göre de Tanpınar’ı okumanın güçlüğü, eserlerinin güzelliği ve derinliği buradan kaynaklanır.

Tanpınar’ın “dikkat”i ilahlaştırdığına dikkat çeken Prof. Dr. Emil, onun şiirlerinin yüksek sesle okunmaya gelmediğini, Tanpınar’ın şiirlerinin sükutu andıran bir fısıltıyla okunması gerektiğini belirtti.

“Bir sanatkâr dış kaynaklardan da beslenmezse sanatkâr değildir. Bu bir kültürdür.” diyen Prof. Dr. Birol Emil, Tanpınar’ın eselerindeki kahramanların hiçbirinde sağlıklı bir karakter bulunmadığının, hep trajik insanları kahraman olarak seçtiğinin altını çizdi.

internet günlüğü 2016/3

internetgunlugu

18 – 24 Ocak 2016 tarihlerini kapsayan 1.800’e yakın içeriğin okunmasıyla oluşturulan internet günlüğü 2016/3 için iyi okumalar diliyorum. Gördüğünüz yazım yanlışlarını, bozuk bağlantıları ve içerikle ilgili yorumlarınızı benimle paylaşırsanız çok sevinirim. ‘Daha fazla blog’ içeren internet günlüğü’nün yeni bölümü için sizi şöyle alayım: Continue reading →

Roman Eleştirisinin Kralı: Fethi Naci

yazının gül dikeni, fethi naci, hürriyet yaşar

Fethi Naci‘nin anılarından oluşan ‘Anılar Kitabı’nın ardından onun dünyasında gezinmeye devam ediyorum. Önümüzdeki günlerde eşi Lale Hanım’la Fethi Naci hakkında konuşmak amacıyla bir araya geleceğimiz için Naci ile ilgili yüzlerce sayfa kitabı ve onlarca makaleyi okuyup notlar alıyor; sorular çıkarıyorum. Benim için büyük bir heyecan vesilesi olan buluşmaya günler kala Hürriyet Yaşar imzasını taşıyan ‘Yazının Gül Dikeni’ adlı armağan kitabı okurken aldığım notları paylaşmak istedim. Kitapta 33 ismin Naci hakkındaki değerlendirmelerine yer veriliyor.

‘Örnek Eleştirmen’ başlıklı yazısında Tahsin Yücel, Naci için Nurullah Ataç‘tan sonraki en önemli eleştirmen ifadesini kullanıyor. Ancak Naci’nin Ataç’la aynı eleştiri anlayışını paylaşmadığına da satır arasında yer veriyor.

Yiğit Bener ise yargıları gündemi belirleyen Naci ile Ataç arasında benzerlik kuruyor ve Naci’nin kendisinden önceki dönemde edebiyat dünyasına yön veren Ataç’ınkine benzer bir ‘iktidar’ konumuna yerleşmiş etkili bir eleştirmen olduğunu söylüyor. Naci’nin bazen eleştiriden bezdiğini, eleştirinin nankör bir iş olduğunu söylediğini aktaran Bener’e göre edebiyat dünyasındaki hırçın kavgaların, küskünlüklerin ve benmerkezci sevgilerin ardında sürekli övülme ve onaylanma beklentisi vardır. Naci’nin en çok izlenen eleştirmen konumunda olduğunu yazar Bener. Ancak bu durum onun sorumluluk duygusunu fazlasıyla pekiştirince Naci, kendisini eleştiri uğraşından soğutacak sevimsiz bir tuzağa düşecektir. Naci’nin eleştirmenlik dışında kendi yapıtlarının gereken ilgiyi görmediğinden dolayı yazmayı planladığı iki kitabını yazmaktan vazgeçtiğini aktaran Bener, Naci’nin binlerce baskı yapan roman ve hikaye kitaplarının okunmadığı ülkede bunlar için yazılmış eleştiri ve incelemelerin okunmamasını doğal karşıladığını belirtir.

“Fethi Naci denince İnsan Tükenmez’i hatırlarım” der Eray Canberk de yazısında ve Naci’nin bir yazısının başlığı olan ‘İnsan Tükenmez’in Fazıl Hüsnü Dağlarca‘nın bir şiirinden alıntıladığı bilgisini paylaşır. Canberk’e göre Naci, iktisat fakültesi mezunu olduğu için edebiyata bakışında ve yorumlarında iktisat bilimi ve tarihi konusundaki donanımının büyük katkısını görmüştür.

‘Onun kadar ağzına küfür yakışan birini tanımadım’ diyor Cemal Kavukçu. Ona göre o küfürler Naci’nin ses tonu ve mimikleriyle bayağı olmaktan çıkıyor, başka bir biçime bürünüyor.

Tevfik Çandar, Naci’nin “Türkiye’nin gerçek tarihi romanlarda gizlidir.” sözüne yer verdiği yazısında onun Ahmet Altan için ‘iğreniyorum’ dediğini de aktarır.

Naci Güçhan, hocası Fethi Naci’nin en büyük Türk romancısının Ahmet Hamdi Tanpınar olduğuna inandığını belirttiği yazısını hatırlatıyor ve Naci için ‘zaman zaman yeniden okumak istediği tek Türk romancısının Tanpınar olduğunu vurguluyor.

“Fethi Naci’den söz etmeden Türk yazınının son elli yıllını anlatabilir misiniz?” sorusuyla başladığı yazısında Oğuz Demiralp, Naci’nin serbest deneme ve anılarına bakıldığında şair tabiatlı olduğunun anlaşıldığına ancak onun roman ve öykü eleştirmenliğini yeğlediğini belirtiyor.

Adnan Binyazar da Naci’den bahsederken Ataç’ı anar. Ona göre Naci’nin eleştiri nesnelliğinden bahsederken Ataç’ın eleştiri dünyasına uğramadan olmaz. Binyazar, Naci’nin öfkesinden, dostlarına kardeş ilişkisiyle bağlı olmasından ve hatta onları kıracak şiddetteki kesin yargılarından dem vurur. Bu yönleriyle Naci, Ataç eleştiri geleneğinin bir sürdürücüsüdür. İnsan ilişkilerinde son derece öznel olan Naci,  eleştirisinde de bir o kadar nesneldir. Binyazar,  tam da bu satırların devamında Naci’nin çok da kırılgan olduğu notunu düşer. Binyazar’a göre Naci’nin öne çıkardığı öykücü Sait Faik Abasıyanık, romancı ise Yaşar Kemal‘dir.

Hüseyin Peker de yazısında Fethi Naci’nin bazı yazar ve şairlere dair oldukça keskin yargılarına yer veriyor. Naci’nin Tevfik Fikret için ‘iyi bir şair değildi’ dediğini aktaran Peker, Tanpınar’ın da fazla önemsenecek bir şair olmadığını söyler. İkinci Yeni şairleri içinde Turgut Uyar ve Melih Cevdet Anday‘ı beğenir. Naci için Hilmi Yavuz ise böbürlenmelerinden dolayı yaklaşılmaması gereken biridir. Yaşar Kemal”in İnce Memed de dahil bazı romanlarının dili kupkurudur. Yakup Kadir Karaosmanoğlu ve Halide Edip Adıvar da Naci için en kötü yazan iki romancıdır. Romancılıkta o, Reşat Nuri Güntekin‘i ön plana çıkarır. Severek andığı okul arkadaşı Özdemir Asaf‘ın fakülteyi bitirmesi için çok uğraşan Naci için Asaf, akıl almaz biridir.

Naci için ‘insanın insanla yaşadığının en kuvvetli delillerinden biri’ de Haydar Ergülen. Kaan Arslanoğlu‘na göre de o ‘roman eleştirisinin kralı’dır; aynı zamanda da kendisinin Naci’nin en sevdiği on romancıdan biri olduğunu söyler. En sevdiği on romancının kimler olduğu sorusuna karşılık Naci, “Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Yaşar Kemal, Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Ferit Edgü, Orhan Pamuk ve Kaan Arslanoğlu” isimlerini sıralayacaktır.

Süreyya Berfe, Naci’nin ezberinde çok fazla şiir olduğuna dikkat çeker ve ‘Yazsaydı, bazı şairlerden daha iyi şair olurdu’ der.

Kitabın sonlarına doğru Kaan Arslanoğlu’nun Turhan Günay‘la Fethi Naci üzerine gerçekleştirdiği fotoğraflı bir söyleşi yer alıyor. Günay, o söyleşi de Naci’nin kızı Deniz’i kaybettikten sonra kendini ölesiye içkiye verdiğini ve en korktuğu şey olan büyük bir yalnızlığa düştüğünü anlatıyor. Günay, Naci’nin intihar girişimini ise şu cümlelerle aktarıyor:

“Uzun süre içip içip ölmeyince, bir gün, Bodrum’da iki şişe rakıyı kafaya dikmiş. Sonra ölmek amacıyla kendini denize atmış. Denizde fark etmiş ki kıyıya doğru yüzmeye çalışıyor. O zaman ‘Sen ölmeyeceksin’ demiş kendi kendine. ‘Git, çalış.’ Çalışarak tekrar hayata tutunmuş. O çalışmayla 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme’yi yazmıştı.”

Günay, ’36 edebiyatçıyla küs öldü’ dediği Naci’nin insanlara hiç küsmediğini, eleştirilerinden dolayı edebiyatçıların ona küstüğünü ve ilişkilerinin hep bu yüzden koptuğunu söylüyor. Öyle ki Naci, bu duruma çok üzülür. Sert eleştirdiği yazarları gördüğünde onlara çok içten davranan bir insandır. Üstelik Günay, o edebiyatçılardan bazılarının bugün “Türkiye’de eleştiri bitti, Feth Naci’den sonra eleştirmen yok” dediklerini de hatırlatır.

Okuyun: Gelinciklerle Karşılanan Baba: Fethi Naci

Evren’i + Sosyal Ağlarda Takip Et

Oktay Rifat: Elleri Var Özgürlüğün!

Yanına her gelişimde yaptığım gibi en çok sevdiğin çikolatayı aldım yine; ağır adımlarla yaklaşırken sana doğru, yüreğimde heyecan elimde senin için aldığım o Tadelle vardı. İçimde, söyleyecek ne çok şey biriktirmiştim; oysa sana selam dahi veremeyip yanından usulca geçip gittim. Sonra sokağın köşesinde rast geldiğim  bir çocuğa verdim senin çikolatayı. Canımın sıkkın olduğunu anlamış olacak ki çocuk, bana ayak üstü bir edebiyat dersi verdi:

Ahmet Tulgar, Çocuklar ve Canavarları (2012) isimli romanında polis tarafından ifadesi alınan Sarp Kaya’ya şunları söyletir: “Onu acilen affetmeliydim. Acilen bir hikâye, bir roman yazmalıydım. Çünkü ben düşmanlarımı hep edebiyatta affettim.”

Yine erken kalkmayı becerememiş saat 8’de çalmaya başlayan alarma inat saat 11’de yataktan çıkabilmiştim. Her cumartesi sabahı yaptığım gibi yine 4 yumurta aldım; ikisi bugünkü kahvaltı, ikisi Pazar kahvaltısı içindi. Kahvaltı yaparken açık olan televizyonda hangi program vardı hatırlamıyorum; tek düşündüğüm İstanbul’un farklı yerlerinde yapacak olduğum işleri zaten yarısı bitmiş bugüne nasıl sığdıracağımdı.

Her kahvaltıdan sonra mutlaka yaptığım Türk kahvesi keyfini bugün es geçmek zorunda kalıp yola koyuldum. Metrobüse ulaştığımda sıcak havadan dolayı kan ter içindeydim; oysa oturduğum muhitin bitmek bilmez rüzgarı bile terlememin önüne geçememişti.

Safiye Sultan’a günün ilk raporunu verdiğimde Avcılar’ı çoktan geçmiştim; kitap okuyabilmek için Şirinevler’de inmek yerine Yenibosna’da inip metroya geçtim. Fatih – Emniyet durağına geldiğimde kitabı heyecanla kapatıp çantama koydum ve derin bir nefes alıp bir zamanlar her gün işe gelip gittiğim Vatan Caddesinin geniş, ferah kaldırımlarında yürümeye başladım.

İşe başladığımda ofisimiz Akdeniz Caddesi üzerinde bir iş merkezindeydi. Yeni ofise taşınırken üst kattaki dershanede çalışan birkaç arkadaşımla vedalaşamamıştım. Aylar sonra Samet ve Sefer’le bir araya geldik; çay içip koyu bir sohbete daldık. Boşalttığımız ofis hâlâ boştu; bakmaya gelenlerin tutmayıp geri döndüklerini anlattılar. ‘Ben gözümü burada açtım’ dedim; Samet, Kıraç’ta çalıştığı bir iaç firmasının ilk tecrübesi olduğundan bahsetti; Sefer ‘burası benim gözümü açtığım üçüncü yer’ dedi. Atilla’yı ve Murat’ı göremedim; onlara bol bol selam gönderdim.

Abdullah’ın yanına uğradım; babasının saçları hâlâ çok beyazdı; aslında saçlarının bembeyaz olduğu bugün dikkatimi çekmişti. Öğle yemeklerini yemek için gittiğimiz farklı yerler içerisinde bize samimi davranan tek esnaf onlardı. Her zamanki gibi çay, tatlı, yemek ısrarı yapsa da yetişmem gereken yere geç kalmamak için Abdullah’la vedalaşıp yola koyuldum.

“Çay içer misiniz?” diye öylesine masum ve kibar bir dille sordu ki ‘ne kadar ufak bir yüzü var’ diye içimden düşünürken Suriyeli çocuk aynı soruyu birkaç kez tekrarlamıştı. Sonra küçük Yusuf’a soruları ben peş peşe yöneltmeye başladım; hepsine yeni öğrenildiği belli Türkçesiyle cevap verdi. Beş ay önce Suriye’den Türkiye’ye gelmişti, üstelik geldiğinde hiç Türkçe bilmiyordu. “Yedinci sınıf şimdi bitti” dedi; “Artık sekizinci sınıfa geçtim!” Sait’in berber koltuğunda otururken iki berber çırağı benim yanımda bekleyip ustasına yardım etmek için gizli bir çatışma içerisindeydiler. Diğer çırağı önceki gelişimden zaten tanıyordum; o zaman da beşinci sınıftı. “Okula gitmiyor ki” dedi ustası; “sınıfta kalma olmadığı için geçiriyorlar” dedi.

Fatih Camii’nin görkemli manzarasına karşı çayımı yudumlarken bir kez daha Fethi Naci arkadaşlık etti bana; bu kitabı bir an evvel bitirmeliydim. Lale Hanım’ı daha fazla bekletmek olmazdı; hem o değil miydi ‘sen bana Fethi’yi anımsatıyorsun çocuk’ diyen. Zaten Anılar Kitabı’nı da hep o gözle okuyorum.

oktay rifat

Beni Fatih Camii’nden Taksim’e götürecek 87 numaranın bir türlü sevemediğim mavinin o çirkin tonundaki Özel Halk Otobüsü olarak gelmesi biraz canımı sıksa da özlediğim yollardan tekrar geçiyor olduğum için keyifliydim. Bir durak önce inip daha önce geçmediğim Beyoğlu’nun ara sokaklarından İstiklal caddesine ulaştım. Türk edebiyatının dev isimlerinden Oktay Rifat’ın 100. doğum yılı vesilesiyle Yapı Kredi Kültür Merkezinde açılan “Elleri Var Özgürlüğün” sergisinde kendimi hem yazar, hem şair hem de ressam bir adamın dünyasına bıraktım.

Oktay Rifat'ın babası ve annesi

Oktay Rifat’ın babası ve annesi

Oktay Rifat, Samih Rifat Bey ile Münevver Hanım’ın oğulları olarak 10 Haziran 1914 tarihinde Trabzon’da dünyaya gelir. Samih Rifat, o tarihte Trabzon valisidir. Çok değil doğumundan sadece 5 ay sonra Oktay Rifat, artık İstanbul havası solumaya başlayacaktır ancak çocukluğu da ilk gençlik yılları da Ankara’da geçecektir.

Edebiyatın en önemli isimlerinden biri olmak yine usta kalemlerle arkadaşlık etmekten geçer, öyle ki Rifat’ın en yakın arkadaşları Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Ama belki de daha önemlisi o, Trabzon ve Erzurum valilikleri ile Biga ve Çanakkale milletvekillikleri yapmanın yanında Türk Dil Kurumu Başkanlığı yapmış; Tevfik Fikret’in etkisiyle şiire başlamış; Milli Edebiyat akımını benimsemiş ve hece ölçüsüyle şiirler yazmış bir babanın oğludur.

oktay rifat

Ankara Lisesi’nde Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la yollarının kesişmesini “Garip sacayağı böylece kurulmuş oldu” sözüyle vurgular, üstelik Edebiyat öğretmenleri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Rifat, lise yıllarının sonlarına şairlik serüveninde geldiği noktayı “Lise sonlarına doğru, bayağı eli yüzü düzgün şiirler yazmaya başladım” sözüyle özetler.

Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra geçimini avukatlık yaparak sağlıyor olsa da her zaman “Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü.” diyecektir; Allah’ım ne tanıdık bir hissiyat!

“Yalandan, yalancıdan, hele çıkar için yalan söyleyenden iğrenirim” der; 73 yaşında vefat etse de onun ki uzun bir yoldur, zaten “Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.” demiştir.

Sergiyi gezerken Oktay Rifat’ın ressamlık yönüyle de karşılaştım tablolarından bazı örnekler sayesinde. Yapı Kredi Yayınları, tıpkı Orhan Veli sergisinde olduğu gibi Oktay Rifat için de en özel fotoğraflarına, kıyafetlerinden sürücü ehliyetine kadar birçok özel eşyasına sergide yer vermiş. Bir zamanlar taktığı şapkası ve resimlerini yaparken kullandığı boyaları, fırçaları beni en çok etkileyen detaylar oldu.

oktay rifat

Evren’i + Sosyal Ağlarda Takip Et

Tanpınar ve Demli Çay!

Tanpınar bugün “Aşk dediğin nedir ki / Histen nefesten varlık / Umutsuzluk içinde / Karanlığa son ıslık” diye fısıldadı kulağıma. “Sanıyor musun ki unutuyorum? Ben aşkları için geceleri ağlayan bir adamım.” dedim fısıltıyla Ahmet Hamdi‘nin kulağına. 

Gülhane Parkı’nın kapısından girince hemen sol tarafta bulunan ‘yolu bile bambaşka’ olan Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi‘ne dün ilk defa gittim. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan müze kütüphane, 3 kattan oluşuyor ve her yerinden adeta zarafet akıyor.

“Huzuru resmen burada buldum!” dediğim mekân, hem müze hem de kütüphane. Cumartesi olması sebebiyle mi bilmiyorum ama fazla insan yoktu. Var olanlar da kütüphanenin farklı mekanlarına dağılmış ya ders çalışıyor ya da kitap / dergi okuyordu. Bense ilk defa gitmiş olmanın verdiği acemilikle mekânı keşfetmekle meşguldüm. Kütüphanenin ruhunu yaşamak için ise bazı hafta sonlarımı orada geçirmeye karar verdim.

Kütüphanenin Tramvay Yoluna Bakan Okuma Salonu

Kütüphanenin Tramvay Yoluna Bakan Okuma Salonu

Kütüphanede Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tüm eserlerini ve onun adına yazılmış birçok eseri bulmak mümkün. Bunun yanında Tanpınar’ın eşyaları ile birlikte birkaç ünlü edebiyatçının da özel eşyaları sergileniyor. Özellikle 100’den fazla güncel edebiyat dergisinin de kütüphanede yer alması, en sevindiğim ayrıntılardan biri oldu.

Kütüphanenin Penceresinden Gülhane Parkı

Kütüphanenin Penceresinden Gülhane Parkı

Bir tarafı Gülhane Parkı’nın yeşilliklerine diğer tarafı da tramvay caddesine bakan Tanpınar Kütüphanesi, İstanbul’un kalbinde tam bir huzur yuvası, sığınılacak bir liman, hengamenin ortasında nefes alınacak bir vaha; ne derseniz deyin ama edebiyatla, kitapla hiç alakası olmayan insanın bile ruhuna işleyecek manevi bir hava var orada.

Güncel Süreli Dergilerin Bulunduğu Giriş Salonu

Güncel Edebiyat Dergilerinin Bulunduğu Giriş Salonu

Kütüphanede dolaşırken orada çalışan görevlilerin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. (Ben bunu daha önce Mısır Çarşısı’na gittiğimde orada çalışanlar için de düşünmüştüm.) Hatta güler yüzlü ve hoş sohbet güvenlik görevlisiyle de bu düşüncemi paylaştım; “böyle bir yerde sıkılmıyorsunuzdur” dedim ama “gel de bize sor, gece nöbetlerinde korkuyoruz” diye şaka yaptı. Daha önce (1810) İkinci Mahmut tarafından Padişahın geçit alaylarını seyretmeleri için yaptırılan Alay Köşkü olan bu kütüphanenin yukarıda fotoğrafını çektiğim odasının İbrahim Paşa ve Rüstem Paşa’nın odası olduğunu söyledi güvenlik görevlisi; az önceki şakasını da buna bağlayarak “geceleri burada dolaşıyorlar” dedi. (Sohbet arasında Harem dairesinde görevli güvenlikçi arkadaşlarının anlattıklarını da aktardı. Öyle ki Harem’de dönen entrikalardan dolayı küçük yaşta boğdurularak öldürülen şehzadelerin ruhları arada orada geziyormuş; hatta bazı güvenlik görevlileri ciddi psikolojik sorunlar yaşayıp oradan ayrılmış. Ben onun yalancısıyım.)

Okuma Salonun Penceresinden Tramvay Yolu

Okuma Salonun Penceresinden Tramvay Yolu

Daha sonra Sanayi-i Nefise’nin (Güzel Sanatlar Birliği) merkezi olan Alay Köşkü, 18 Temmuz 1928 tarihinden itibaren dönemin edebiyatçıları tarafından Sanayi-i Nefise’nin Edebiyat Şubesini kurmak için yapılan toplantılara ev sahipliği yapmış. Ahmet Hamdi Tanpınar da 19 Eylül 1929 tarihinden itibaren o toplantılara katılmış. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi de 12 Kasım 2011 tarihinde hizmete açılmış.

Dem Karaköy Çay Evi

Dem Karaköy Çay Evi

İstanbul’a Çay Arası

Kütüphaneleri sevdiğim kadar çay içilecek yerleri de seviyorum, çay tiryakisi bir edebiyatçı olarak. Hangi dergiydi hatırlamıyorum; Dem Karaköy Çay Evi‘yle ilgili orada bir yazı okumuş ve telefonumun not kısmındaki ‘gidilecek yerler’ listesine eklemiştim. Hatta bir hafta sonu Eminönü taraflarındayken gidip bulmaya niyetlenmiş, telefonun navigasyonundan da bakmıştım ama haritadaki rota karmaşık gelince, bir de kış günü hızla akşam olunca Dem’i keşfetmeyi sonraya bırakmıştım.

Dün, aslında oraya gitmek yine hesapta yoktu ama Eminönü’ndeyken yine aklıma geldi ve Dem’i arayıp yolu tarif etmelerini rica ettim. Telefondaki bayan gayet kibar bir şekilde (ki sonra orada çalışan herkesin güler yüzlü, kibar ve bir o kadar da kendilerine has bir ‘sakinliğe’ sahip olduklarını gözlemledim) adresi tarif etmesiyle kendimi aylardır merak ettiğim yerde buldum.

Öyle Lezzetliydi ki İki Demlik İçtim

Öyle Lezzetliydi ki İki Demlik İçtim

Sonradan söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim; Eminönü taraflarındaysanız, meydanın ve Galata Köprüsü’nün kalabalığından, gürültüsünden sıyrılıp bir çay molası vermek istiyorsanız Dem’i arayıp bulun ve gidin çayınızı için. Üstelik geleneksel Türk çayının yanında dünyanın 60 çeşit çayını da bulabilirsiniz ;) Kenya’nın özel bir çayı olduğunu söyledikleri (yanlış hatırlıyor da olabilirim) çaydan iki demlik içtim ;) 

Dem’e giderken deniz manzaralı bir yer bekliyordum. Tenha sayılabilecek bir ara sokakta köşe başına kurulmuş küçük bir kafeyle karşılaşınca ister istemez hayal kırıklığı yaşadım ancak o küçük dünyanın içerisinde apayrı bir atmosfer var; işte onlarca çayın arasındaki o sükûnet beni çok etkiledi. İstiklal’e her gittiğimde mutlaka filitre kahve içmek için uğradığım ve benim için çok özel olan Ara Kafe gibi yeni bir yer daha keşfetmiş olduğum için mutlu oldum. 

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Yazı Kültürünün, Mürekkepbalığı Hali

Mürekkepbalığı 1. Sayı

Mürekkepbalığı 1. Sayı

“Bir damla mürekkep bir milyon kişiyi düşündürebilir.” (+George Gordon Byron) sözüyle okurunu karşılıyor ilk sayısında Mürekkepbalığı dergisi. ‘Kalem kullanmanın bir “incelik” olduğuna inançla’ kaleme aldığı ilk merhaba yazısında, Türkiye’nin ilk yazı kültür dergisi çıkarma serüvenini heyecanlı cümlelerle anlatan Özge Dinç (ki aynı zamanda derginin yayın yönetmeni); “Yola yeni çıktık… Bir kâğıda herhangi bir tarihte derdini dökmüş herkes bizim kardeşimizdir.” diyor.

Ulusal bir gazetenin onlarla yaptığı söyleşi sayesinde haberdar oldum Mürekkepbalığı’ndan ve ilk sayıların konu başlıkları da dikkatimi çekince e-posta yazıp incelemek üzere sayıları göndermelerini rica ettim. Büyük bir nezaketle birkaç gün içinde çiçeği burnunda derginin ilk iki sayısını elime ulaştırdılar ve iki haftadır Mürekkepbalığı’nın mürekkebine bulanmış durumdayım.

Öyle ki birinci sayının sayfaları arasında dolaşırken Piraye‘nin Nazım Hikmet‘in defterlerinin başına yazdığı mektuplardaki “Bir defter al, her gün duyacaklarını yaz. Eminim mektupların kadar güzel olacaktır.” cümlesi karşısında mest oluyorum; Meydan Larousse lügat ve ansiklopedisinin hikayesi karşısında duygulanıyorum.

Birgül Ergev Akkoca, o efsanevi ansiklopedinin yıllar önceki (1970 – 73) yazılma  sürecine dair anılarını paylaşıyor; Hakkı Devrim‘in Nazım Hikmet’le ilgili iki yüzlülüğünü yaşanan bir olayla özetliyor; ansiklopedinin tamamlanmasıyla ödül olarak eşiyle kendisine verilen 12 ciltlik iki takım Meydan Larousse’u hemen sattıklarını ama yıllar sonra okul çağındaki çocuklarına lazım olunca dışarıdan parayla satın almak zorunda kaldıklarını anlatıyor.

Microsoft Word’de yazı yazarken en çok kullandığım Georgia ve Verdana fontlarının +Matthew Carter tarafından tasarlandığını ve tasarım hikayelerini öğrenirken Orçun Üçer‘in “Her kitabı, öyle çerez köşe yazılarını okur gibi bir çırpıda okuyup kenara fırlatamazsın. Bazı kitapları okumak için ehliyet gerek.” sözlerine katılmadan edemiyor; “Kitap, kalemsiz okunmaz!” ifadesinin altını hemen çiziyorum.

Burçin Aydoğdu, ‘Kul’ sözcüğünün kökenine kadar inerken ‘kullanmak’ sözcüğü ile arasındaki bağı gündelik hayatta çok sık kullandığımız şu ifadelerle açıklıyor:

“Bilgisayar kullanıyorum” dediğimizde, aslında “Bilgisayarı kendime kul ettim” demiş oluyoruz ya da “araba kullanmak” arabayı kendine kul etmek anlamına geliyor.

Her sayfası sürprizlerle dolu Mürekkepbalığı bu defa bir Berber Dükkânı‘nda Serap Aykut‘u karşıma çıkarıyor. Erkek berberliği yapan bir kadından ilk defa haberdar oluyorum; üstelik bir yazı kültür dergisinde yazarlık yapan bir erkek berberi o. ‘Erkek tembelliği’nden bahsediyor Serap; “Zira kaç erkek berberi gördünüz ikinci kat ve üzerinde yer alan. Düz ayak olmalı, hatta göz hizasında… Yoksa merak edip kafalarını kaldırmazlar” diye de örnekliyor. Derginin ikinci sayısında da yine yazıyor; bu sefer daha 17’sinde bir erkek berberinde (kuaför değil özellikle berber diyor) çalışmaya nasıl başladığını, ilk tıraşını nasıl yaptığını anlatıyor.

Mürekkepbalığı 2. Sayı

Mürekkepbalığı 2. Sayı

Derginin ikinci sayısı Ryyan Conners‘in 2013 yılına ait ‘Bir Uçuş Hikâyesi’ adını verdiği çalışmanın yer aldığı etkileyici kapağıyla karşılıyor bizi. Alfabe için ‘a’ harfinin, bir insan için imza ve parafın ne kadar önemli olduğunu okurken Oğuz Atay‘ın “Beyaz Mantolu Adam” adlı bir film çektiği ama o filmin Atay’ı bile şaşkına çevirecek şekilde ortadan kaybolduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Yılmaz Güney‘in ricaları üzerine Arkadaş filminin ilk üç dakikasında yer alan diyalogların Oğuz Atay imzasını taşıdığını, daha fazlasına da yanaşmadığını öğreniyoruz.

Bir Sokak Kitapçısının Teşvikiye Hatıraları‘nı anlatan Mehmet Çelik (ki aynı zamanda derginin yazı işleri müdürü) Nejat İşler‘in 1991 yılında Hadi Çaman Tiyatrosu önünde kitap tezgahı açtığını paylaşıyor ve İşler’le ilgili o dönemki izlenimlerini şu cümlelere döküyor:

“…Nejat’la sohbet etmek çok güzeldi ama  arada uzun sessizlikler olurdu. Bazen durup uzaklara bakardı, yüzünde tuhaf bir ifade belirirdi. Ne düşündüğünü bilemezdim, belki teselli etmek gerektiğini anlardım. (…) Ölüm üzerine çok kafa yorduğunu söylemişti bir akşam. (…) Bir gün başından çıkarmadığı şapkasını sormuştum. Çok sevdiği dayısına ait olduğunu söylemişti. Sonra eşya ve insan arasındaki bağları konuşmuştuk. Nejat İşler’in tuhaf bir çekiciliği vardır. Karşı kaldırımdan Nejat’ı görüp tezgaha gelen kadınlar görüyordum. Böyle zamanlarda hep gülümserdi.”

Dünyaca ünlü Penguin Books‘un klasikleri arasında yer alan ilk Türk edebiyatı kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmuştur; Özge Dinç yazısında tüm detaylarıyla anlatır dünyaya Tanpınar’ı tanıtacak bu önemli gelişmeyi. O satırlar arasında arkadaşı Güzin Dino, ‘Tanpınar’ın piyes yazmak isterken bunu beceremeyip “Ben çok aptalım. En iyisi roman yazayım” diyerek Saatleri Ayarlama Enstitüsü ‘nü ortaya çıkardığı’nı anlatır.

Biz bunları okurken sayfalar arasında ‘Oku’ sözcüğünün kökenine ineriz; tıpkı bir önceki sayıda ‘Kul’ sözcüğünde olduğu gibi. Burçin Aydoğdu, Orhun Yazıtları‘nda Bilge Kağan‘ın kullandığı ‘Okıglı’ sözcüğünden bizi alıp ‘oku’ anlamına gelen ‘İkra’ emrine götürüyor. “Kur’an” kelimesinin “okunacak, okumaya yarayan, okunması gereken” anlamına geldiğini, “okumak” kelimesinin sadece kutsal kitabın ilk kelimesi olmadığını aynı zamanda ona adını da verdiğini anlatıyor. Hatta “Okul” sözcüğünün Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1934) Urfa ağzında yer alan ‘Okulası’ şeklinde kullanıldığını “Siyasal Bilgiler Okulası” örneğiyle hatırlatıyor.

Türkçe (F) klavyenin mucidi İhsan Sıtkı Yener‘le yapılan söyleşiyi okuyunca elimdeki Q klavyeyi bir kenara bırakıp gidip F klavye edinme ihtiyacı hissettim; Abdülaziz‘in kurşun kalemle yazmayı daha çok sevdiğini; onu tanıyanların da kalender meşrebine kurşun kalemin daha uygun düştüğünü belirttiklerini okuyunca aynı zevke kendim de sahip olduğum için içten içe gururlandım.

Günlerce elimden düşüremediğim ve her sayfasından bir şeyler öğrenip notlar tuttuğum bu dergiyi bir edebiyatçı olarak blogumda paylaşmak istedim. Bu hayali gerçeğe dönüştüren ve bu gerçekte emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Merak eder ve hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak isterseniz Mürekkepbalığı dergisinin +Bloguna ve +Facebook sayfasına göz atabilirsiniz. 

[Sosyal Ağlarda TAKİP ET]