Quotes
flickr’evreni 2013/103
Soma! Yüreğimiz Seninle

Fotoğraf: Cihan
Seni önce kara toprağın altından kurtardık sonra yine aynı toprağın altına bıraktık.
Ey Somalı madenci, ey kömür işçisi, ey şehidim!
Seni asıl göklere gömebilmek vardı!
Tanpınar ve Demli Çay!
Tanpınar bugün “Aşk dediğin nedir ki / Histen nefesten varlık / Umutsuzluk içinde / Karanlığa son ıslık” diye fısıldadı kulağıma. “Sanıyor musun ki unutuyorum? Ben aşkları için geceleri ağlayan bir adamım.” dedim fısıltıyla Ahmet Hamdi‘nin kulağına.
Gülhane Parkı’nın kapısından girince hemen sol tarafta bulunan ‘yolu bile bambaşka’ olan Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi‘ne dün ilk defa gittim. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan müze kütüphane, 3 kattan oluşuyor ve her yerinden adeta zarafet akıyor.
“Huzuru resmen burada buldum!” dediğim mekân, hem müze hem de kütüphane. Cumartesi olması sebebiyle mi bilmiyorum ama fazla insan yoktu. Var olanlar da kütüphanenin farklı mekanlarına dağılmış ya ders çalışıyor ya da kitap / dergi okuyordu. Bense ilk defa gitmiş olmanın verdiği acemilikle mekânı keşfetmekle meşguldüm. Kütüphanenin ruhunu yaşamak için ise bazı hafta sonlarımı orada geçirmeye karar verdim.

Kütüphanenin Tramvay Yoluna Bakan Okuma Salonu
Kütüphanede Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tüm eserlerini ve onun adına yazılmış birçok eseri bulmak mümkün. Bunun yanında Tanpınar’ın eşyaları ile birlikte birkaç ünlü edebiyatçının da özel eşyaları sergileniyor. Özellikle 100’den fazla güncel edebiyat dergisinin de kütüphanede yer alması, en sevindiğim ayrıntılardan biri oldu.

Kütüphanenin Penceresinden Gülhane Parkı
Bir tarafı Gülhane Parkı’nın yeşilliklerine diğer tarafı da tramvay caddesine bakan Tanpınar Kütüphanesi, İstanbul’un kalbinde tam bir huzur yuvası, sığınılacak bir liman, hengamenin ortasında nefes alınacak bir vaha; ne derseniz deyin ama edebiyatla, kitapla hiç alakası olmayan insanın bile ruhuna işleyecek manevi bir hava var orada.

Güncel Edebiyat Dergilerinin Bulunduğu Giriş Salonu
Kütüphanede dolaşırken orada çalışan görevlilerin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. (Ben bunu daha önce Mısır Çarşısı’na gittiğimde orada çalışanlar için de düşünmüştüm.) Hatta güler yüzlü ve hoş sohbet güvenlik görevlisiyle de bu düşüncemi paylaştım; “böyle bir yerde sıkılmıyorsunuzdur” dedim ama “gel de bize sor, gece nöbetlerinde korkuyoruz” diye şaka yaptı. Daha önce (1810) İkinci Mahmut tarafından Padişahın geçit alaylarını seyretmeleri için yaptırılan Alay Köşkü olan bu kütüphanenin yukarıda fotoğrafını çektiğim odasının İbrahim Paşa ve Rüstem Paşa’nın odası olduğunu söyledi güvenlik görevlisi; az önceki şakasını da buna bağlayarak “geceleri burada dolaşıyorlar” dedi. (Sohbet arasında Harem dairesinde görevli güvenlikçi arkadaşlarının anlattıklarını da aktardı. Öyle ki Harem’de dönen entrikalardan dolayı küçük yaşta boğdurularak öldürülen şehzadelerin ruhları arada orada geziyormuş; hatta bazı güvenlik görevlileri ciddi psikolojik sorunlar yaşayıp oradan ayrılmış. Ben onun yalancısıyım.)

Okuma Salonun Penceresinden Tramvay Yolu
Daha sonra Sanayi-i Nefise’nin (Güzel Sanatlar Birliği) merkezi olan Alay Köşkü, 18 Temmuz 1928 tarihinden itibaren dönemin edebiyatçıları tarafından Sanayi-i Nefise’nin Edebiyat Şubesini kurmak için yapılan toplantılara ev sahipliği yapmış. Ahmet Hamdi Tanpınar da 19 Eylül 1929 tarihinden itibaren o toplantılara katılmış. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi de 12 Kasım 2011 tarihinde hizmete açılmış.

Dem Karaköy Çay Evi
İstanbul’a Çay Arası
Kütüphaneleri sevdiğim kadar çay içilecek yerleri de seviyorum, çay tiryakisi bir edebiyatçı olarak. Hangi dergiydi hatırlamıyorum; Dem Karaköy Çay Evi‘yle ilgili orada bir yazı okumuş ve telefonumun not kısmındaki ‘gidilecek yerler’ listesine eklemiştim. Hatta bir hafta sonu Eminönü taraflarındayken gidip bulmaya niyetlenmiş, telefonun navigasyonundan da bakmıştım ama haritadaki rota karmaşık gelince, bir de kış günü hızla akşam olunca Dem’i keşfetmeyi sonraya bırakmıştım.
Dün, aslında oraya gitmek yine hesapta yoktu ama Eminönü’ndeyken yine aklıma geldi ve Dem’i arayıp yolu tarif etmelerini rica ettim. Telefondaki bayan gayet kibar bir şekilde (ki sonra orada çalışan herkesin güler yüzlü, kibar ve bir o kadar da kendilerine has bir ‘sakinliğe’ sahip olduklarını gözlemledim) adresi tarif etmesiyle kendimi aylardır merak ettiğim yerde buldum.
Sonradan söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim; Eminönü taraflarındaysanız, meydanın ve Galata Köprüsü’nün kalabalığından, gürültüsünden sıyrılıp bir çay molası vermek istiyorsanız Dem’i arayıp bulun ve gidin çayınızı için. Üstelik geleneksel Türk çayının yanında dünyanın 60 çeşit çayını da bulabilirsiniz ;) Kenya’nın özel bir çayı olduğunu söyledikleri (yanlış hatırlıyor da olabilirim) çaydan iki demlik içtim ;)
Dem’e giderken deniz manzaralı bir yer bekliyordum. Tenha sayılabilecek bir ara sokakta köşe başına kurulmuş küçük bir kafeyle karşılaşınca ister istemez hayal kırıklığı yaşadım ancak o küçük dünyanın içerisinde apayrı bir atmosfer var; işte onlarca çayın arasındaki o sükûnet beni çok etkiledi. İstiklal’e her gittiğimde mutlaka filitre kahve içmek için uğradığım ve benim için çok özel olan Ara Kafe gibi yeni bir yer daha keşfetmiş olduğum için mutlu oldum.
+ Sosyal Ağlarda Takip Et
Bana Doğru Düzgün Türkçe ile Gelin!
Takip ettiğim bir blog yazarı arkadaşlardan biri, bir ‘röportaj’ yaptığını yazmış, başlığını da buna göre atmış ama aslında yaptığı şey tam anlamıyla ‘söyleşi’ örneğiydi.
Arkadaşı, söz konusu yazının röportaj değil söyleşi olduğu konusunda uyardığımda -aslında çok da şaşırmamam gereken- tuhaf bir savunmayla karşılaştım:
“Haklısın ama insanların anlamak istediği gibi söyledim. O şekilde aratılıyor Google’da diye.” diyordu.
Vah ki ne Vah! Türkçeyi Google’ın SEO kurallarına feda edemezdik; bu çok acımasız bir bahaneydi.
Arkadaş, Türkçe konusundaki hassasiyetini (!) “Valla blog yazıyorsan ve trafik almak istiyorsan mecbursun. Halk dili ne diyorsa öyle yazıyorum.” sözleriyle devam ettirdi.
Neresinden tutulsa elinizde kalan bir şuursuzluk, bir bahane, bir garip savunma! Bu konuşma karşısında üzüntümü dile getirdim (benim için artık sözde) blog yazarı arkadaşa ve blog yazılarını RSS’den takip etmeyi de bıraktım, sosyal ağlardaki arkadaşlık bağlantılarını da kaldırdım. Ehil olmadığı konuda uyarıldığında umursamaz ama bir o kadar da saldırgan olan insanların ne gerçek hayatta ne de dijital ortamda etrafımda olmasından hoşlanmıyorum.
Sağlığıma zarar veren bir davranış sergilediğimde bir doktor beni uyarsa ona hem saygı duyar hem de teşekkür ederdim. Çektiğim fotoğraflar konusunda bu işin uzmanı eleştirilerde bulunduğunda da aynı tepkiyi gösterirdim. Türk Dili eğitimi aldığım için Türkçe konusunda fark ettiğim yanlışlara müdahale etmenin boynumun borcu olduğunu düşündüm hep.
Hangi dili kullanıyorsanız kullanın o dile saygı duymak zorundasınız. Dil bilgisi denilen şey, boşu boşuna ortaya çıkmamıştır; eğer o kurallar olmasaydı bugün yer yüzünde çok az dil hâlâ yaşıyor olurdu. Blogunuzu hangi dilde yazıyorsanız o dilin kurallarını bilmelisiniz; elinizin altında bir yazım (imlâ) kılavuzu yoksa bile TDK’nın internet sitesindeki yazım kılavuzundan çevrimiçi olarak faydalanmanız mümkün. Türkçe, benim olduğu kadar senin de dilinse onun da diliyse herkes tarafından dilediğince kullanılacak anlamına gelmiyor. Yaşayan bir varlığı ne yazı ne de konuşma dilinde hor kullanmaya hiçbirimizin hakkı yok.
Bugün Türkçeyi internet ortamında Google’ın kurallarına göre şekillendiremeyiz; cümlelerimizi kurarken seçeceğimiz sözcükleri Google botlarına hoş gelecek şekilde değil kulağımıza, gönlümüze, o dilin yazım kurallarına hoş gelecek şekilde seçmeliyiz. Ben biriyle söyleşi yaptıysam ‘milyonlar onu Google’da röportaj şeklinde arıyor diye’ yanlış başlık atacaksam, varsın o söyleşi kimse tarafından okunmasın!
Söz konusu yanlışa düşen arkadaş, ‘halk dili ne diyorsa öyle yazıyorum’ diyor ama kendisi de elbette biliyor ki Google ne istiyorsa öyle yazıyor. Çünkü halkın konuştuğu, anladığı dilde yazmak istiyorsa blogundaki tüm yazıları sil baştan değiştirmesi gerekecek. Hem biz galat-ı meşhurun (doğru bilinen yanlışın) peşine takılır gidersek zaten okurları (ziyaretçileri) da o yanlışa alıştırmış oluruz. Söyleşi ve röportaj birbirinden çok farklı iki yazı türüyken ben, sen, hepimiz söyleşi olan bir yazıya ısrarla röportaj dersek zaten ‘Halk da öyle istiyor’a dönecektir olay.
Ayrıca o arkadaş, SEO aldatmacalarına alet olup bizi de kandırmaktadır. O açıklama, apaçık bunun ifadesidir. Demek ki bugüne kadar yayımladığı bütün yazıların ilgi çekici başlıkları bu hilenin bir ürünüydü ve yüzlerce tık’lanma o oyunla sağlandı. Yazık, çok yazık! Geçmiş yazılarımın birinde kendisinin de bahsi geçmiş ve bloguna bağlantı vermiştim o arkadaşın. Aylar sonra benden o yazıyı ana sayfama almamı istemişti. Blog sistemini bilirsiniz, yeni yazı eklendikçe eskiler aşağıya ve sonra arka sayfalara doğru kayar. Ancak Google için Türkçesini bile katleden bu arkadaş, SEO bakımından sayfasına verilen linklerin ilk sayfada olması gerektiğinden bana o anlamsız teklifle gelmişti. Maksat blog yazmak, bilgi paylaşmak, insanlara fotoğrafı vesaire sevdirmek değilmiş, düpedüz SEO imiş, para kazanmakmış! Bu iki örnek bunun apaçık örneği olarak karşımızda duruyor.
Dilini önemseyen sevgili blog yazarı arkadaşlar; sözüm size:
Kullandığımız dil, bizim en büyük varlığımız, hazinemiz; atalarımızdan bize miras ancak gelecek nesillerin de bize emaneti! Onu dijital dünyanın kurallarına uyduracağız diye katletmeye hakkımız yok. Lütfen yazarken dil bilgisi kurallarına uyalım, bunu küçümsemeyelim. Türkçe giderse biz de gideriz. Ne diyor Cemil Meriç: “Kamusa (sözlüğe) uzanan el namusa uzanmıştır!” Dilimiz sözcüklerin manası, grameri, dil bilgisi ve tüm yazım kurallarıyla bizim namusumuzdur.
Madem röportaj – söyleşi karmaşası bu yazının yazılmasına sebep oldu; yazıyı Söyleşi ve Röportaj arasındaki farkla sona erdirelim.
Söyleşi sorulardan ve cevaplardan oluşur. Gazetelerin hafta sonu eklerine baktığınızda ‘röportaj’ başlığı altında okuduklarınızın hemen hepsi aslında birer ‘söyleşi’dir. Kalın şekilde yazılan soruların altında kişinin uzun veya kısa cevaplarını okursunuz. Söyleşi, bu özelliğinden dolayı çerez gibi kolay okunur, hemen tüketilir. Söyleşiyi yapan kişinin yorumlarına satır aralarında çok az rastlanır. Söyleşiyi söz konusu kişiyle buluşmadan telefonla konuşarak veya internet üzerinden yazışarak da yapabilirsiniz.
Ancak röportaj, çok daha edebi bir yazı türüdür. Çünkü içinde hem röportaj yapılan kişinin hem de röportajın yapıldığı mekanın tasvirlerini de okursunuz. Bu sebeple taraflar bir araya gelmek zorundadır. Hatta bu beraber çekilen bir fotoğrafla bile belgelenebilir; belgelenirse daha güzel olur. Röportaj soru – cevap şeklinde ilerlemez; röportajı yapan kişi size adeta bir hikâye anlatmaktadır. Kendisiyle röportaj yapılan kişinin cevaplarını, çoğunlukla röportaj yapan kişinin ağzından okursunuz; çünkü cevapları hikayenin içine yedirir. Dilinin bu özelliği söyleşi kadar kolay okunmasını engellediği için bu gün gazetelerde röportaj örneklerine rastlamamız pek mümkün değil. Edebiyat dergileri, röportaj için daha müsait bir ortam.
Çok güzel röportaj örnekleri okumak istiyorsanız Yaşar Kemal‘in röportaj serüveninden seçkilerin yer aldığı (Ara Güler’in de Yaşar Kemal fotoğraflarıyla süslenen) Röportaj Yazarlığında 60 Yıl (YKY) kitabını alabilirsiniz. Güzel söyleşiler okumak için de gazetelerin hafta sonları eklerinde istemediğiniz kadar örneğe ulaşabilirsiniz.
Not: Bu yazıda yazım ve bilgi hataları tespit ettiyseniz lütfen bana iletin)
+ Sosyal Ağlarda Takip Et
Yazı Kültürünün, Mürekkepbalığı Hali

Mürekkepbalığı 1. Sayı
“Bir damla mürekkep bir milyon kişiyi düşündürebilir.” (+George Gordon Byron) sözüyle okurunu karşılıyor ilk sayısında Mürekkepbalığı dergisi. ‘Kalem kullanmanın bir “incelik” olduğuna inançla’ kaleme aldığı ilk merhaba yazısında, Türkiye’nin ilk yazı kültür dergisi çıkarma serüvenini heyecanlı cümlelerle anlatan Özge Dinç (ki aynı zamanda derginin yayın yönetmeni); “Yola yeni çıktık… Bir kâğıda herhangi bir tarihte derdini dökmüş herkes bizim kardeşimizdir.” diyor.
Ulusal bir gazetenin onlarla yaptığı söyleşi sayesinde haberdar oldum Mürekkepbalığı’ndan ve ilk sayıların konu başlıkları da dikkatimi çekince e-posta yazıp incelemek üzere sayıları göndermelerini rica ettim. Büyük bir nezaketle birkaç gün içinde çiçeği burnunda derginin ilk iki sayısını elime ulaştırdılar ve iki haftadır Mürekkepbalığı’nın mürekkebine bulanmış durumdayım.
Öyle ki birinci sayının sayfaları arasında dolaşırken Piraye‘nin Nazım Hikmet‘in defterlerinin başına yazdığı mektuplardaki “Bir defter al, her gün duyacaklarını yaz. Eminim mektupların kadar güzel olacaktır.” cümlesi karşısında mest oluyorum; Meydan Larousse lügat ve ansiklopedisinin hikayesi karşısında duygulanıyorum.
Birgül Ergev Akkoca, o efsanevi ansiklopedinin yıllar önceki (1970 – 73) yazılma sürecine dair anılarını paylaşıyor; Hakkı Devrim‘in Nazım Hikmet’le ilgili iki yüzlülüğünü yaşanan bir olayla özetliyor; ansiklopedinin tamamlanmasıyla ödül olarak eşiyle kendisine verilen 12 ciltlik iki takım Meydan Larousse’u hemen sattıklarını ama yıllar sonra okul çağındaki çocuklarına lazım olunca dışarıdan parayla satın almak zorunda kaldıklarını anlatıyor.
Microsoft Word’de yazı yazarken en çok kullandığım Georgia ve Verdana fontlarının +Matthew Carter tarafından tasarlandığını ve tasarım hikayelerini öğrenirken Orçun Üçer‘in “Her kitabı, öyle çerez köşe yazılarını okur gibi bir çırpıda okuyup kenara fırlatamazsın. Bazı kitapları okumak için ehliyet gerek.” sözlerine katılmadan edemiyor; “Kitap, kalemsiz okunmaz!” ifadesinin altını hemen çiziyorum.
Burçin Aydoğdu, ‘Kul’ sözcüğünün kökenine kadar inerken ‘kullanmak’ sözcüğü ile arasındaki bağı gündelik hayatta çok sık kullandığımız şu ifadelerle açıklıyor:
“Bilgisayar kullanıyorum” dediğimizde, aslında “Bilgisayarı kendime kul ettim” demiş oluyoruz ya da “araba kullanmak” arabayı kendine kul etmek anlamına geliyor.
Her sayfası sürprizlerle dolu Mürekkepbalığı bu defa bir Berber Dükkânı‘nda Serap Aykut‘u karşıma çıkarıyor. Erkek berberliği yapan bir kadından ilk defa haberdar oluyorum; üstelik bir yazı kültür dergisinde yazarlık yapan bir erkek berberi o. ‘Erkek tembelliği’nden bahsediyor Serap; “Zira kaç erkek berberi gördünüz ikinci kat ve üzerinde yer alan. Düz ayak olmalı, hatta göz hizasında… Yoksa merak edip kafalarını kaldırmazlar” diye de örnekliyor. Derginin ikinci sayısında da yine yazıyor; bu sefer daha 17’sinde bir erkek berberinde (kuaför değil özellikle berber diyor) çalışmaya nasıl başladığını, ilk tıraşını nasıl yaptığını anlatıyor.

Mürekkepbalığı 2. Sayı
Derginin ikinci sayısı Ryyan Conners‘in 2013 yılına ait ‘Bir Uçuş Hikâyesi’ adını verdiği çalışmanın yer aldığı etkileyici kapağıyla karşılıyor bizi. Alfabe için ‘a’ harfinin, bir insan için imza ve parafın ne kadar önemli olduğunu okurken Oğuz Atay‘ın “Beyaz Mantolu Adam” adlı bir film çektiği ama o filmin Atay’ı bile şaşkına çevirecek şekilde ortadan kaybolduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Yılmaz Güney‘in ricaları üzerine Arkadaş filminin ilk üç dakikasında yer alan diyalogların Oğuz Atay imzasını taşıdığını, daha fazlasına da yanaşmadığını öğreniyoruz.
Bir Sokak Kitapçısının Teşvikiye Hatıraları‘nı anlatan Mehmet Çelik (ki aynı zamanda derginin yazı işleri müdürü) Nejat İşler‘in 1991 yılında Hadi Çaman Tiyatrosu önünde kitap tezgahı açtığını paylaşıyor ve İşler’le ilgili o dönemki izlenimlerini şu cümlelere döküyor:
“…Nejat’la sohbet etmek çok güzeldi ama arada uzun sessizlikler olurdu. Bazen durup uzaklara bakardı, yüzünde tuhaf bir ifade belirirdi. Ne düşündüğünü bilemezdim, belki teselli etmek gerektiğini anlardım. (…) Ölüm üzerine çok kafa yorduğunu söylemişti bir akşam. (…) Bir gün başından çıkarmadığı şapkasını sormuştum. Çok sevdiği dayısına ait olduğunu söylemişti. Sonra eşya ve insan arasındaki bağları konuşmuştuk. Nejat İşler’in tuhaf bir çekiciliği vardır. Karşı kaldırımdan Nejat’ı görüp tezgaha gelen kadınlar görüyordum. Böyle zamanlarda hep gülümserdi.”
Dünyaca ünlü Penguin Books‘un klasikleri arasında yer alan ilk Türk edebiyatı kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü olmuştur; Özge Dinç yazısında tüm detaylarıyla anlatır dünyaya Tanpınar’ı tanıtacak bu önemli gelişmeyi. O satırlar arasında arkadaşı Güzin Dino, ‘Tanpınar’ın piyes yazmak isterken bunu beceremeyip “Ben çok aptalım. En iyisi roman yazayım” diyerek Saatleri Ayarlama Enstitüsü ‘nü ortaya çıkardığı’nı anlatır.
Biz bunları okurken sayfalar arasında ‘Oku’ sözcüğünün kökenine ineriz; tıpkı bir önceki sayıda ‘Kul’ sözcüğünde olduğu gibi. Burçin Aydoğdu, Orhun Yazıtları‘nda Bilge Kağan‘ın kullandığı ‘Okıglı’ sözcüğünden bizi alıp ‘oku’ anlamına gelen ‘İkra’ emrine götürüyor. “Kur’an” kelimesinin “okunacak, okumaya yarayan, okunması gereken” anlamına geldiğini, “okumak” kelimesinin sadece kutsal kitabın ilk kelimesi olmadığını aynı zamanda ona adını da verdiğini anlatıyor. Hatta “Okul” sözcüğünün Cumhuriyet’in ilk yıllarında (1934) Urfa ağzında yer alan ‘Okulası’ şeklinde kullanıldığını “Siyasal Bilgiler Okulası” örneğiyle hatırlatıyor.
Türkçe (F) klavyenin mucidi İhsan Sıtkı Yener‘le yapılan söyleşiyi okuyunca elimdeki Q klavyeyi bir kenara bırakıp gidip F klavye edinme ihtiyacı hissettim; Abdülaziz‘in kurşun kalemle yazmayı daha çok sevdiğini; onu tanıyanların da kalender meşrebine kurşun kalemin daha uygun düştüğünü belirttiklerini okuyunca aynı zevke kendim de sahip olduğum için içten içe gururlandım.
Günlerce elimden düşüremediğim ve her sayfasından bir şeyler öğrenip notlar tuttuğum bu dergiyi bir edebiyatçı olarak blogumda paylaşmak istedim. Bu hayali gerçeğe dönüştüren ve bu gerçekte emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Merak eder ve hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak isterseniz Mürekkepbalığı dergisinin +Bloguna ve +Facebook sayfasına göz atabilirsiniz.
[Sosyal Ağlarda TAKİP ET]
Blog Yazarlığı Aslında Ne Değildir?
Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal paylaşım siteleri çıkıp da herkes birer internet yayıncısına dönüşmeden önce blog yazarlığı gerçekten ayrıcalıklı bir konumdaydı. Belki de bana öyle geliyordu ama ‘yazma becerisi’ tıpkı ‘iyi şarkı söyleyebilme’ gibi herkesin sahip olduğu bir uğraş olmadığı için mantar gibi türeyen birçok blog, ‘kopyala yapıştır’dan öteye gidemeyip internetin tozlu sayfaları arasındaki yerini aldı.
Birçok usta blog yazarı da söz konusu sosyal ağların yazma ve paylaşma pratiğine kapılıp bloglarını terk ettiler ve birer sosyal medya fenomenine dönüşme çabası içine girdiler. Bloglarını terk edip gitme konusunda haklı olabilirler; çünkü yorum yapan ziyaretçiler de çoktan Facebook ve Twitter’da tek bir tık’la beğen’meye alışmış; bloglara girmek, uzun yazıları okumak ve bir sürü bilgiyi doldurup yorum yazmak onlara zor ve sıkıcı gelmeye başlamıştı.
Bu, artık yaşadığımız bir gerçek; dönüşü olmayan bu değişim üzerine daha fazla eleştiride bulunmaya da gerek yok. Ancak ısrarla bloglarında yazmaya, üretmeye, paylaşmaya devam eden blog yazarları konusunda titiz davranmak ve biraz daha üzerilerine mercek tutmak gerekirse onların sanılanın aksine profesyonel bir yazar olmadığını görebiliriz. Zaten birçoğunun böyle bir iddiası da yoktur. Yıllar önce beni uzun süredir takip edip, yazılarıma yorum yapıp sonra bir gün (tam hatırlamıyorum ama) MSN Messenger veya Facebook Sohbet üzerinden benimle ilk defa yazışan Yasemin Hanım’ın (Bu yazıyı okuyorsa kendisine selam olsun) yaşadığı heyecanı unutamıyorum. Benimle yazıştığına uzun bir süre inanamamış heyecandan sohbete bir türlü girememişti. O dönem öyle algılanan blog yazarları bugün aslında asıl kimliğine kavuşmuş durumda: En bizden, en kişisel ve en aramızda olan modern zaman yazarları!
O halde aslında blog yazarları ne değildir?
- Profesyonel anlamda bir blog yazarı kesinlikle ‘okumayan, araştırmayan’ birisi değildir. Her ‘eli kalem tutan, klavyede döktüren kimse’ bir blog yazarı hiç değildir!
- Blog yazarı, ‘okunacak mıyım, çok yorum ve beğeni alacak mıyım?’ endişesiyle yazan biri değildir.
- Yazmış olmak için yazan, bunu da Google için bolca anahtar sözcüklerle doldurup soluğu Adsense’de alan biri blog yazarı değildir.
- Blog yazarı asla kusursuz değildir hatta çoğu zaman güçlü de değildir.
- Orhan Pamuk, blog yazmadığı; Elif Şafak kendisine bir blog açmadığı sürece hiçbir blog yazarı usta bir edebiyatçı, romancı, şair, yazar değildir.
- Blog yazarı, ünlü olmak için yazan biri değildir. Yazarken ünlü olduysa da bu onun suçu değildir.
- Blog yazarı, sosyal medya fenomeni değildir. O, bambaşka bir şeydir. Kendisini halktan, sokaktan, sosyal hayattan soyutlayan kişi hiç değildir. Blog yazarı sıfatıyla davet edildiği etkinliklerde ‘star’ edasıyla arz-ı endam ediyorsa Tarkan da Megastar değildir.
- Blog yazarı, rengi olmayan biri değildir. Var olan siyasi görüşünü veya tuttuğu takımı okurların gözüne sokup onlarla arasında bir sınır çizen kişi blog yazarı değildir.
- Blog yazarı sabahtan akşama internette yaşayan, her yeri internet bağlantısı dolu olan biri değildir. Blog yazarlığı bir meslek ve gelir getiren bir kapı olmadığı için çoğu zaman ödenemeyen faturadan dolayı internetsiz kalınabilmektedir.
- Blog yazarı tahammülü sınırsız, her ağır sözü ve hakareti kaldıracak dayanıklılıkta biri değildir. Sosyal ağlar üzerinden kendisiyle bağlantıya geçip ona her şeyi yazabileceğinizi zannettiğiniz blog yazarı kalpsiz, ruhsuz, duygusuz ve sizin emriniz altında çalışan biri hiç değildir.
- Blog yazarı Türkçeden, Türkçe yazım kurallarından bihaber biri değildir. Yazarken ve konuşurken kullandığı dile saygı duymayan, ‘her şey’in ayrı yazıldığını; virgülün (,) noktalı virgülün (;) nerede kullanıldığını bilmeyen kimse kesinlikle blog yazarı değildir.
Bütün bu sıraladıklarım elbette ki işini profesyonel bir şekilde yapan, ziyaretçilerine (okurlarına) saygı duyan ve blog yazmayı önemseyen blog yazarları için geçerli. Onlara saygı duymalı, onları sevmeli hatta sahiplenmeliyiz. Peki ama nasıl?
Blog yazarlarına nasıl destek olmalı ve sahip çıkmalıyız; bir de bu konuya bakalım.
Blog Yazarlarına Yardımcı Olmak için Yapmanız Gerekenler
“Şeref-ül mekân bi’l mekîn” derler; “Mekânın şerefi, içinde oturan iledir.”
Blog yazarının hissiyatı ve buna mütekabil cümleleri yoksa, bu dijital mekânın, bu blog denen şeyin ne kıymeti var? Burayı takip ediyor, okuyor, yorumlarda bulunuyor, sosyal ağlarda paylaşıyorsanız kısacası bu blogu önemsiyorsanız gölgenin aslına bakmak lazım; eli kalem tutan şahsa. Blog yazarları bir anlamda yazdıklarıyla sahip oldukları bilginin ‘sadakası’nı paylaşıyorsa okur olarak bunun ne kadar farkındayız?
Henüz bir meslek olarak kabul edilmese de –zaten böyle bir duruma da gerek olduğunu düşünmüyorum- para kazanma, ün elde etme vesaire gibi sebepler haricinde gerçekten yazma tutkusuyla yazan blog yazarları için neler yapabiliriz; hayatımızdaki bir blog yazarı aile bireyi ya da arkadaş varsa ona nasıl davranmalıyız? Bu yazıda buna değinmek istiyorum. Yazının devamında da ‘Blog yazarı aslında ne değildir?’ sorusunun cevabı için sizi kendi bloguma davet ederek siz okurlara çift taraflı bir yazı okuma deneyimi sunuyorum.
– Blog yazarları da diğer tüm ‘yazan’ kişiler gibi bir üretim (kimilerinin deyimiyle yaratım) süreci yaşar. Bazen bu süreç blog yazarının iç dünyasına çekilmesine, gergin bir ruh haline bürünmesine ya da etrafında olup bitenlere karşı algısının zayıflamasına sebep olur. Böyle durumlarda ilk iş olarak onu yalnız bırakarak ilk yardımınızı yapabilirsiniz. Eğer yanında değil ve bu süreçten bihaberseniz aranıp sorulmama / vefasızlık sitemlerinizi bir süre daha erteleyebilirsiniz.
– Eğer blog yazarının eşi, anne babası veya kardeşlerinden biriyseniz blog yazarlığının amatör gibi görünse de profesyonel bir uğraş olduğunu anlamaya çalışarak ona bu yazım sürecinde varlığınızla destek olun. Tıkandığı durumlarda ona yeni konu önerilerinde bulunabilir, yazılarını ilk siz okuyarak ilk eleştiriyi yapmak istediğinizi söyleyebilir ve yazının son şekline birlikte karar verebilirsiniz. Ama burada da tekrar etmekte fayda var; yazan insanı lütfen yalnız bırakın ve onun için ortamın sükûnetini korumaya gayret gösterin.
– Yayımlanan her yazıyı okur olarak beğenmek zorunda değilsiniz. Yazılarla ilgili görüşlerinizde dürüst olun. Blog ziyaretçileri son yıllarda yorum yapmadan okuyup bloglardan ayrılma eğiliminde. Samimi olmak koşuluyla eleştirel yorumlarınızı onlardan esirgemeyin. Unutmayın, blog yazıları her zaman ziyaretçilerin yorumlarıyla tamamlanmayı bekleyen eksik yazılardır.
– Evinizde bir blog yazarıyla yaşıyorsanız –bence- çok şanslısınız. Bloguna yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuş bir blog yazarından daha savunmasız bir kimse olamaz; aynı zamanda motivasyon takviyesine de bolca ihtiyaç duyacağı bir anı yaşayacaktır. Çayını, kahvesini, hatta parçalara ayrılmış bitter çikolataları masasına usulca bırakıp büyük sevaba girebilirsiniz. Çoğu blog yazarı için kahvenin kokusu kadar masadaki görüntüsü bile ayrı bir huzur kaynağı, yazma motivasyonudur.
– Yazılarına odaklanabilmesi ve rahat çalışabilmesi için blog yazarına uygun ortamı hazırlamak bazen onunla birlikte yaşayan insanlara düşer. Bu konuda sorumluluk alın, sessiz ve düzenli bir oda ya da köşe hazırlayın. Daha da önemlisi onun yazmaktan keyif aldığı mekanına müdahale etmeyin. Örneğin, blog yazarı masada oturup çalışırken masanın altını elektrik süpürgesiyle süpürmeye kalkıp bütün atmosferi dağıtmayın. Yazılacak yazıyla önce zihin temizlenince zaten sonra el birliğiyle bütün ev rahatlıkla temizlenecektir.
– Yazmış olmak için yazılan her yazı, iyi bir okur tarafından hemen farkına varılır. Blog yazarının böyle bir hataya düşmesine engel olacak en önemli faktör yine etrafındaki kişiler ve okurlardır. Üzerine sohbet edilen konu hakkında beyin fırtınası yapılırken çok ilginç detaylar ortaya çıkabilir ve bunların‘Üşenme erteleme vazgeçme’ düsturundan yola çıkarak hemen yazıya dökülmesi gerekebilir. Böylesi durumlarda blog yazarını tetikleyiniz, durup beklemesine ve o düşüncelerin uçup gitmesine izin vermeyiniz.
– Blog yazarının kendisini iyi hissetmesini sağlayacak aralar onun üretkenliğini daha da artıracaktır. Fırsatını ilk bulduğunuz an ona iyi geleceğini düşündüğünüz sinema, tiyatro, yürüyüş, spor veya dışarıda güzel bir akşam yemeği teklifinde bulunun hatta bu konuda ısrarcı olun. Bunları yaparken blogdan, blog yazılarından bahsetmemeye özen gösterin.
– Bir blog yazarıyla yüz yüze gelindiğinde veya onunla internet üzerinden iletişim kurulduğunda yapılan hataların başında ‘Şu yazıda kimden bahsediyorsun?’ sorgulamaları gelir. Yazılarını okuduğunuzu ona mutlaka ifade edin ancak yazdığı herhangi bir yazıyı bu şekilde sorgulamayın. Bazı yazılar ‘O kendini biliyor’ tarzında yazılmış şifreli sözcüklerle kurulabiliyor ancak bu şifreleri çözmeye kalkmak işin magazin boyutuna giriyor.
– Elbette birçok blog yazarı arkadaşım bu maddelerin sayısını artırabilecektir. Son olarak takip ettiğiniz blog yazarlarının adreslerini, okuduğunuzda beğendiğiniz yazıların bağlantılarını sosyal ağ hesaplarınız üzerinden veya epostayla arkadaşlarınızla paylaşarak da onlara yardımcı olabilirsiniz.
Bütün bu maddeleri okuyunca gözünüzde amatör bir blog yazarından ziyade bir Orhan Pamuk canlanmış olabilir. Haklı da olabilirsiniz.
Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+