Oktay Rifat: Elleri Var Özgürlüğün!

Yanına her gelişimde yaptığım gibi en çok sevdiğin çikolatayı aldım yine; ağır adımlarla yaklaşırken sana doğru, yüreğimde heyecan elimde senin için aldığım o Tadelle vardı. İçimde, söyleyecek ne çok şey biriktirmiştim; oysa sana selam dahi veremeyip yanından usulca geçip gittim. Sonra sokağın köşesinde rast geldiğim  bir çocuğa verdim senin çikolatayı. Canımın sıkkın olduğunu anlamış olacak ki çocuk, bana ayak üstü bir edebiyat dersi verdi:

Ahmet Tulgar, Çocuklar ve Canavarları (2012) isimli romanında polis tarafından ifadesi alınan Sarp Kaya’ya şunları söyletir: “Onu acilen affetmeliydim. Acilen bir hikâye, bir roman yazmalıydım. Çünkü ben düşmanlarımı hep edebiyatta affettim.”

Yine erken kalkmayı becerememiş saat 8’de çalmaya başlayan alarma inat saat 11’de yataktan çıkabilmiştim. Her cumartesi sabahı yaptığım gibi yine 4 yumurta aldım; ikisi bugünkü kahvaltı, ikisi Pazar kahvaltısı içindi. Kahvaltı yaparken açık olan televizyonda hangi program vardı hatırlamıyorum; tek düşündüğüm İstanbul’un farklı yerlerinde yapacak olduğum işleri zaten yarısı bitmiş bugüne nasıl sığdıracağımdı.

Her kahvaltıdan sonra mutlaka yaptığım Türk kahvesi keyfini bugün es geçmek zorunda kalıp yola koyuldum. Metrobüse ulaştığımda sıcak havadan dolayı kan ter içindeydim; oysa oturduğum muhitin bitmek bilmez rüzgarı bile terlememin önüne geçememişti.

Safiye Sultan’a günün ilk raporunu verdiğimde Avcılar’ı çoktan geçmiştim; kitap okuyabilmek için Şirinevler’de inmek yerine Yenibosna’da inip metroya geçtim. Fatih – Emniyet durağına geldiğimde kitabı heyecanla kapatıp çantama koydum ve derin bir nefes alıp bir zamanlar her gün işe gelip gittiğim Vatan Caddesinin geniş, ferah kaldırımlarında yürümeye başladım.

İşe başladığımda ofisimiz Akdeniz Caddesi üzerinde bir iş merkezindeydi. Yeni ofise taşınırken üst kattaki dershanede çalışan birkaç arkadaşımla vedalaşamamıştım. Aylar sonra Samet ve Sefer’le bir araya geldik; çay içip koyu bir sohbete daldık. Boşalttığımız ofis hâlâ boştu; bakmaya gelenlerin tutmayıp geri döndüklerini anlattılar. ‘Ben gözümü burada açtım’ dedim; Samet, Kıraç’ta çalıştığı bir iaç firmasının ilk tecrübesi olduğundan bahsetti; Sefer ‘burası benim gözümü açtığım üçüncü yer’ dedi. Atilla’yı ve Murat’ı göremedim; onlara bol bol selam gönderdim.

Abdullah’ın yanına uğradım; babasının saçları hâlâ çok beyazdı; aslında saçlarının bembeyaz olduğu bugün dikkatimi çekmişti. Öğle yemeklerini yemek için gittiğimiz farklı yerler içerisinde bize samimi davranan tek esnaf onlardı. Her zamanki gibi çay, tatlı, yemek ısrarı yapsa da yetişmem gereken yere geç kalmamak için Abdullah’la vedalaşıp yola koyuldum.

“Çay içer misiniz?” diye öylesine masum ve kibar bir dille sordu ki ‘ne kadar ufak bir yüzü var’ diye içimden düşünürken Suriyeli çocuk aynı soruyu birkaç kez tekrarlamıştı. Sonra küçük Yusuf’a soruları ben peş peşe yöneltmeye başladım; hepsine yeni öğrenildiği belli Türkçesiyle cevap verdi. Beş ay önce Suriye’den Türkiye’ye gelmişti, üstelik geldiğinde hiç Türkçe bilmiyordu. “Yedinci sınıf şimdi bitti” dedi; “Artık sekizinci sınıfa geçtim!” Sait’in berber koltuğunda otururken iki berber çırağı benim yanımda bekleyip ustasına yardım etmek için gizli bir çatışma içerisindeydiler. Diğer çırağı önceki gelişimden zaten tanıyordum; o zaman da beşinci sınıftı. “Okula gitmiyor ki” dedi ustası; “sınıfta kalma olmadığı için geçiriyorlar” dedi.

Fatih Camii’nin görkemli manzarasına karşı çayımı yudumlarken bir kez daha Fethi Naci arkadaşlık etti bana; bu kitabı bir an evvel bitirmeliydim. Lale Hanım’ı daha fazla bekletmek olmazdı; hem o değil miydi ‘sen bana Fethi’yi anımsatıyorsun çocuk’ diyen. Zaten Anılar Kitabı’nı da hep o gözle okuyorum.

oktay rifat

Beni Fatih Camii’nden Taksim’e götürecek 87 numaranın bir türlü sevemediğim mavinin o çirkin tonundaki Özel Halk Otobüsü olarak gelmesi biraz canımı sıksa da özlediğim yollardan tekrar geçiyor olduğum için keyifliydim. Bir durak önce inip daha önce geçmediğim Beyoğlu’nun ara sokaklarından İstiklal caddesine ulaştım. Türk edebiyatının dev isimlerinden Oktay Rifat’ın 100. doğum yılı vesilesiyle Yapı Kredi Kültür Merkezinde açılan “Elleri Var Özgürlüğün” sergisinde kendimi hem yazar, hem şair hem de ressam bir adamın dünyasına bıraktım.

Oktay Rifat'ın babası ve annesi

Oktay Rifat’ın babası ve annesi

Oktay Rifat, Samih Rifat Bey ile Münevver Hanım’ın oğulları olarak 10 Haziran 1914 tarihinde Trabzon’da dünyaya gelir. Samih Rifat, o tarihte Trabzon valisidir. Çok değil doğumundan sadece 5 ay sonra Oktay Rifat, artık İstanbul havası solumaya başlayacaktır ancak çocukluğu da ilk gençlik yılları da Ankara’da geçecektir.

Edebiyatın en önemli isimlerinden biri olmak yine usta kalemlerle arkadaşlık etmekten geçer, öyle ki Rifat’ın en yakın arkadaşları Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Ama belki de daha önemlisi o, Trabzon ve Erzurum valilikleri ile Biga ve Çanakkale milletvekillikleri yapmanın yanında Türk Dil Kurumu Başkanlığı yapmış; Tevfik Fikret’in etkisiyle şiire başlamış; Milli Edebiyat akımını benimsemiş ve hece ölçüsüyle şiirler yazmış bir babanın oğludur.

oktay rifat

Ankara Lisesi’nde Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la yollarının kesişmesini “Garip sacayağı böylece kurulmuş oldu” sözüyle vurgular, üstelik Edebiyat öğretmenleri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Rifat, lise yıllarının sonlarına şairlik serüveninde geldiği noktayı “Lise sonlarına doğru, bayağı eli yüzü düzgün şiirler yazmaya başladım” sözüyle özetler.

Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra geçimini avukatlık yaparak sağlıyor olsa da her zaman “Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü.” diyecektir; Allah’ım ne tanıdık bir hissiyat!

“Yalandan, yalancıdan, hele çıkar için yalan söyleyenden iğrenirim” der; 73 yaşında vefat etse de onun ki uzun bir yoldur, zaten “Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.” demiştir.

Sergiyi gezerken Oktay Rifat’ın ressamlık yönüyle de karşılaştım tablolarından bazı örnekler sayesinde. Yapı Kredi Yayınları, tıpkı Orhan Veli sergisinde olduğu gibi Oktay Rifat için de en özel fotoğraflarına, kıyafetlerinden sürücü ehliyetine kadar birçok özel eşyasına sergide yer vermiş. Bir zamanlar taktığı şapkası ve resimlerini yaparken kullandığı boyaları, fırçaları beni en çok etkileyen detaylar oldu.

oktay rifat

Evren’i + Sosyal Ağlarda Takip Et

İhtiyaç Fazlası Eşyan mı Var; Freecycle’da Paylaş!

freecycleArizona’nın Tuscon kentinte yaşayan Denon Beal, 2003 yılında yoksullar için eşya toplamaya karar verip Yahoo üzerinden 30 – 40 arkadaşından oluşan bir e-posta grubu kurar. İhtiyaç duyulan eşyaları arkadaşlarına göndermeye başladıktan kısa bir süre sonra Beal’in evinin deposunda eşya koyacak yer sıkıntısı başlar. Bir gazetede bu girişimin haber olarak yer almasıyla Beal’in  e-posta grubuna üye olanların sayısı hızla artar ve insanlar bir taraftan evlerinde artık kullanmadıkları eşyalarının yeni sahiplerini ararken diğer yandan da ihtiyaç duydukları eşyaların listesini paylaşmaya başlar. Freecycle adını taşıyan bu platform, 2005 yılına gelindiğinde 1,5 milyon insan tarafından kullanılan bir ikinci el eşya değerlendirme platformu haline gelir. Continue reading →

En İyi Evren, Henüz Keşfedilmemiş Evren’dir!

evrengunlugu.net © 2014

evrengunlugu.net © 2014

Merhaba ben Evren.

Az sonra okuyacağınız cümleler, uzun bir sürecin sonunda o çok sevdiğim Haziran ayında bu blogda ilk defa yayımlanıyor.

Sadece dünyaya geldiğim ay değil, ruhumun en güzel mevsimi, yüreğimin en çok ısındığı Haziran, aynı zamanda Şems’in Mevlana önünde yıkılıp karşı kıtaya savruluşunun yıl dönümü!

Takvimler, sonbaharın aşk dolu ayını, 2013 Eylül’ünü gösteriyor. Tam da İzmir’in düşman işgalinden kurtuluş günü, 9 Eylül! Belki de hiçbiriniz o güne kadar bana karşı bu denli cesur ve gerçek yaklaşamamıştınız.

Sen zalim bir insansın Evren.

Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğimi bilen biri olarak hiçbir şey için hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.

Ama sen zalim bir insansın Evren.

Kimilerine göre ‘Aşk’ kimilerine göre de bu ‘Dostluk’ niye bitti biliyor musun?

Senin ikili ilişkilerde vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, kıştan beridir sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden.

Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklam filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.

Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için. Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir.’ Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için.

Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikaye ile tamamlıyorum yazımı:

Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arar. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir alimin evinin bacasına yapar yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören alim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırır leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarır ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağı kırılır. Leylek adalete inanır; mahkemeye verir alimi ve kazanır davayı. Kadı, alimin de bir bacağının kırılmasına karar verir. Leylek itiraz eder hemen; ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ der. Kadı sorar ‘Neden?’; Leylek cevap verir: ‘Kavuğunu alın ki başkaları da zalimi alim sanıp kırılmasın.’

Aşk dolu yüreğimin incisi şehrin Eylül’ünde kavuğu elinden alınmış bir alim gibi beş ay süren o yolculuk sadece beni değil hepimizi büyüttü. Kâinat keşfedildikçe büyürken Evren, öğrenildikçe terk edilen küçük bir gezegene dönüştü. 2014’ün Sevgililer gününde önüme serilen bu cümleler ortada ne İzmir bıraktı ne de İstanbul. Hepimiz bu gerçeklerle yüzleştik, hep bir ağızdan ‘Aşk hak getire!’ dedik :

”Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına!”

Şimdi ardımızda kalan ne? ”Aşk” olmuş olsaydı da yetişemeden kurumuş, solmuş olsaydı… Belki yine rahat eder, huzur bulurdu içimizde bi’ yerler. Fakat hastasının gözlerine bakamadan en mahçup tavrıyla ölümü anan hekim gibi kalbimiz. Başını kaldır da söyle, bak gözlerime: ”Ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle..”

Bilemiyoruz kabahati nerelerde arasak? Bozulan dünyada mı parada mı pulda mı? Yok, değil hiçbirinde. Kabahat yalnızca bizde. Çünkü şairin dediği gibi çoğu şey bedava. Su da hava da… Hatta ”Nasılsın?” diyebilmek de bedava. Hatır sorabilmek, gülmek, sevmek ve ince olan ne varsa bedava. Ama birini kırgın bırakmanın pahası sığmaz hiçbir cüzdana. Onun ederi, onun tamiri, o bambaşka. ‘‘Düşüyor içime dipsiz bir kova / yaşamak ne zor kalbi olana.”

Zor, onca karanlığın ardından güneşi beklemek. Öyle zor ki tam güneş doğarken uykuya yenilmek. Hayata yenilmek sonra, sonra sana. Böyle miydi kalanın kaderi? Hani giden hep Şems’ti? ”Ah unufak olsam ve desem ki / ağzın tat görmesin hayat, kandırdın beni.”

”Acıyan bir şeyim ben / buradan çok uzaklarda / ve koskocaman bir hansın sen, uğraşma bu çocukla!” Vurma bizi hevesimizden bi’ daha. Dediğin gibi “Çünkü bu çok saçma…”

Ne üzüyor biliyor musun? Birinin üzerine yük, sırtına kambur olmak. En acısı aşka mâl olmak. Sığamamak bi’ yere.. Ekstra masraflardan değil, küçük hesaplardan geldik bu hale.. Oysa ne tuhaf, bi’ feribot dumanı bi’ karton süt değerinde.. Ve bi’ kuru simitle doyardık biz, martılar bile.. ”Nasıl da paylaşıyor insan isterse..” Biz ki son yara bandımızı paylaşmıştık seninle.. Elimiz mahkum müracaat ediyoruz şiire.. Ne diyordu şair? “Yara bandı dağıtıyorum / İptal edilen biletler yerine.”

Böyle bir şeyler yazdırmıştı gidişin bundan beş ay önce bana. Beş gün değil beş ay!

Kolay bir hayat yaşamadığını bilmiyor değildim ki. Eğer bir kötü günden bahsetmemiz gerekiyorsa geçtiğimiz beş ayı konuşmak gerekir ki ne yazsam boş. Keşke birazcık müsaade etseydin bana, keşke birazcık açsaydın kendini, seni sevmeme engel olmasaydın keşke. Keşke ‘biz’ olabilseydik. Böyle demiştin bir yazında; Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele. İşte biz bunu yapamadık.. Çok az, azıcık izin versen o küçük evreni kocaman bir sevgiyle doldurmak üzere şahlanmıştım ben. Ama elimi öyle bir anda öyle bir cümleyle bıraktın ki o eylül sabahı yere düşen bir porselen tabak gibi tuz buz oldu kalbim, o sesi işittim.

Seni severken ‘Evren başka bir adam, onun yüreği çok güzel ve bu da bizim en büyük servetimizdir’ diyerek sevdim. İstanbul’un serin bir Mayıs vaktinde bana doğru gülümseyerek gelen o adam bir ömür hep öyle gülebilsin yeterdi. Dedim Evren, bunların hepsini söyleyebildim.. Her ne ise artık sen doğrusunu bilirsin.. Olan oldu, birbirimizde güzel kalalım isterim.

Usulca, “Yaşadığın hayal kırıklıklarını tahmin edebiliyorum. Dikkat et ‘yaşattığım’ demiyorum!” diye not düştüm. İliştirmedim o notu hiçbir yere. Bunca zalim, bu denli gaddar addedilirken içimde yıkılan evrenleri nasıl anlatabilirdim ki? “Koca bir kâinat çöküyor, heyhat!” desem kime inandırabilirdim ki? Belki de bu yüzden tam bir yıl sonra yine bir İstanbul mayısında ‘Geri Dönüş’ün önünde dizlerimin üzerine çöküp teslim olmam gerekiyordu:

Kaç kez düşündüm bilmiyorum, sen mi yanlıştın yoksa ben mi yanlış yapmıştım.
Sonra baktım dedim ki bu dostluk hiç İstanbul’a has değil çıkarsız, naif
Bekli de İstanbul’a fazlaydık sırf bu sebeple
Bir avuç dostum vardı
Bazıları doğuştan mirastı, bazıları sonradan
Şimdi hakikaten bir dosta ihtiyacım var, saatlerce sıkılmadan konuşacağım ama
Özrümü en iyi bildiğim dilden şiirden anla diye yazıyorum.
Eğer sen de düşündüysen bir kere olsun bu hikâye niçin böyle bitti
Devamını birlikte yazmaya ne dersin?

Ah çocuk! Sen miydin uzatıp da tutulmayan ellerimden tutmak için geri dönen? Ben böyle can’a kurban olayım, öpüp koklayayım, sarıp sarmalayayım derken ben mi sana ağabeylik edemedim? Sen mi kardeşlik nedir, beceremedin? Ah dost! Mevlana da Şems karşısına ilk çıktığında ona nasıl dostluk edeceğini bilememişti ya; ben mi sana dostluk edemedim? Ah sevgili! Mecnun, Leyla’sına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığını sen bende yaşama istedim; ben mi sana sevgili olamadım? Sonra, sükût edip otururken yerimde bütün o parçaların gün gelip birleşeceğini biliyordum. Yaşadığım doğum sancılarına şahitsen sen de bilirsin; yüreğine dokunamadığım insanın gözleri önünde satır satır ölmek, böyle olsa gerek:

Sana şunu söylemeden edemeyeceğim ve de söyledikten sonra ebediyen başka da hiçbir şey söylemeyeceğim. En başından beri değil ama son zamanlarda aklıma seninle ilgili gelen ilk düşünce ‘çok kaba ve nezaketsiz’ olduğun! Kendimi haksız çıkarmak adına yaptığım bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. İyi bir insan olduğunu hâlâ düşünüyorum, zira fazlasıyla iyi bir insansın. Seni bulduğum yerde bırakmıyorum, aksine daha iyi yerlerde olmanı diliyorum. Ama defalarca arkadaşça yardım etme çabalarıma gösterdiğin kabalıktan ötürü tüm kapılarımı kapatıyorum.

Bedeni ve yüreği Egeli biri nasıl kaba olunur, pek beceremez. Yûnus ile Rûmi’yle yoğrulan bir ruh, Aşk’ı nasıl beceremez, bilinmez. Uzatılan el, sımsıkı kavranmıyor; dost, aşk’la kucaklanmıyorsa beni bulduğunuz yerde bırakın. Belki de ‘en iyi Evren, henüz keşfedilmemiş Evren’dir’. Belki de ‘asıl sevdiğiniz Evren, blogdaki Evren’dir.’

Ve yine o çok sevdiğim Haziran… 1 Haziran 2014

Her bir cümleden kendine pay çıkarabilen insan; sözüm ne sana ne ona ne de bir başkasına. Okuduğun bunca yazı, Evren’in Evren’le yüzleşmesidir. Hakîkati bulmak istiyorsan beni hakîkaten yalnız bırak. Ben sana kendi kitabımdan cümleler okuyup sorular soruyorken sen bana başka bir kitaptan cevaplar sıralıyorsan boşa zaman kaybediyoruz. ‘Aradığın ben değilim’ sözüyle ‘Aradığın bende değil’ sözü arasındaki fark ne büyük bir fark. Dokunduğumda hissettiğim şey, bana baktığında göremediğin şey! Ben bir çocuğun dünyasında ona yeni bir oyun alanı kurarken sen kendi oyuncaklarınla oynayıp beni umursamamayı seçtiysen şimdi hepimiz bu yazıyı baştan sona bir kez daha okuyoruz.

Öyle ki şeytan detaylarda, Evren satır aralarında gizli!

evrengunlugu.net

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Bir Turuncu Aşk Masalı – İstanbul

Açılalı aylar oldu ama ben ilk kez 19 Mayıs’ta Marmaray‘a binip Kazlıçeşme’den Üsküdar’a geçtim. Açıkçası kapsüle benzeyen çok teknolojik bir araçla denizin metrelerce altından geçeceğimi hayal ediyordum ama Marmaray, bildiğin metroymuş ;) Ben de hevesimi birkaç yıla hizmete gireceği söylenen Havaray’a erteledim.

Marmaray’ı ilk kez kullanmama Ziya ve Deniz vesile oldular. Ağva tatili dönüşü İstanbul’a uğrayan ‘Bir Turuncu Aşk Masalı’nın kahraman çifti, onlara eşlik eden Kemal ile Özgül ve bize Üsküdar tarafı için rehberlik edecek Sehel’le Marmaray’ın Üsküdar çıkışında buluştuk. (İstanbul’da olmama rağmen Beylikdüzü’nden Üsküdar’a bizim çocuklardan önce varamadım; böyle de garip bir durum yaşadım.)

Gençlerin akşam uçakları olduğu için kısıtlı zamanda Anadolu tarafından ayrılmamak daha doğru olacaktı ve karşı yakayı neredeyse hiç bilmediğim için Sehel’den yardım istedim; o da bizi ilk olarak Fethi Paşa Korusu‘na götürdü. Yemek yemek için sıra beklememiz gerekiyordu; görevli önümüzde 10 ailenin beklediğini söyleyince bizimkiler bu duruma haklı olarak biraz şaşırdılar. (Ama ben İstanbul’da her istediğin şeyin her an olmayacağı gerçeğine alışmaya başlamışım; onu fark ettim.)

kız kulesi

Kız Kulesi‘ni uzun bir aradan sonra bu kadar yakından görmek beni çok etkiledi. Fazla vaktimiz olsaydı orada oturup Kız Kulesi manzarasında keyif yapmak vardı ama malum İstanbul her zaman koşuşturmaların şehri.

Haydarpaşa Tren Garı

Mekân olarak son durağımız Haydarpaşa Garı‘ydı. Vapurla geçerken karşıdan gördüğüm Haydarpaşa’nın içine girmek, Türk filmlerine ve dizilere ev sahipliği yapmış merdivenlerine oturmak, duvarlarına dokunmak inanılmaz bir duyguydu. Son dönemde İstanbul’da beni en çok etkileyen mekan oldu Haydarpaşa. Öylesine terk edilmiş, öylesine mahzun ama bir o kadar da misavirperverdi ki… Çok görkemliydi ve çok cömertti!

Beraber geçirdiğimiz 5-6 saatlik vakit hızla tükenince ayrılık vakti gelip çattı; o kadar garip ki vedalaştığımız nokta Ayrılık Çeşme oldu. Herkes arabaya binip havalimanına doğru yol alırken arkalarında tek başıma öylece kalakaldım. Marmaray’la Kazlıçeşme’ye dönerken bir an İstanbul’un benim için yeni baştan başladığını hissettim. İnsanın sevdiklerinden hele ki kardeşinden ayrılması çok tuhaf.

Bu arada İstanbul’da gezilip görülecek yerler Avrupa’da daha çokmuş gibi geldi bana; belki de bu taraftaki yerleri daha çok bildiğim içindir. Bir de şu sonunca vardım ki aynı gün iki kıta arasında mekik dokumak yerine her iki yakaya 1’er ya da 2’şer gün ayırmak en sağlıklı gezi planı olabilir.

Gecikmeli yayımlayabildiğim bu yazıyı ‘Bir Turuncu Aşk Masalı’nın iki kahramanına küçük bir sürpriz olsun diye kısa bir videoblogla tamamlamak istedim. Bu blogun sürekli takipçileri Ziya ve Deniz’in fotoğraflarına aşinadır. İstanbul ziyaretleri sırasında çektiğim fotoğraflarından birkaçını önümüzdeki aylarda flickrevreni koleksiyonumdan paylaşacağım.


Bir Turuncu Aşk Masalı – İstanbul paylaşan: evrengunlugu

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

 

İtinayla Nikah Şahitliği Yaparım

Ben kariyerimi nikah şahitliği üzerine yapıyorum. (İlk nikah şahitliğim Harun, ikincisi İbrahim içindi.) Üçüncü nikah şahitliğim yeğenim Ali Rıza ile Zeynep’in geçen Cumartesi (17 Mayıs) Bayrampaşa Gençlik Merkezi’indeki Nikah Dairesi’nde kıyılan nikahları sayesinde oldu. 4 nikah şahidinden biri olarak bize ayrılmış özel alanda beklerken oranın fotoğrafçısının hangi objektifi kullandığıyla daha çok ilgilendim. Nikon’un 18 – 135 kit lensiyle tüm fotoğrafları çektiklerini öğrenince yaşadığım hayal kırıklığı nikah masasında yüzüme yansımış olabilir (emin değilim). Lakin içeride adeta canlı yayımlanacak bir televizyon programının atmosferi yaşatılıyor. Bir tek yüzümüze pat makyaj sürüp “3-2-1 kayıt!” deyip sahneye sürmedikleri kalmıştı. (Birgün nikah dairesinde nikahlanacak olursanız bu dediklerimi hatırlayın)

Nikah salonunda sıkı güvenlik önlemleri genç çiftimizin yeni hayatlarına güvenli bir şekilde adım atmaları için değil kimse cep telefonu dahil hiçbir şekilde fotoğraf çekmesin diye alınmıştı. Bu konuda görevliler insan üstü bir gayret sarf ettiler; elimde makine cebimde telefon öylece bakakaldım kartel medyasına ;)

Nikah sonrası soluğu Eyüp’te aldık, bir pastaneye girecektik ki pastanenin içindeki teyzeler, ablalar, hanımlar ayaklandılar; cep telefonlarına davranıp bana doğru fotoğraf çekmeye başladılar. “Benim blogu takip eden herkes aynı gün aynı saatte taaa Eyüp’teki bu pastanede bir araya gelmiş olamaz!” diye şaşırmıştım ki 70 – 75 yaşlarında muhterem bir amca (ki bir cemaatin hatırı sayılır büyüklerindenmiş) için bütün bu telaşın yaşandığını anladım.

Pastalarımızı yedikten sonra fotoğraf çekimi için biz bize kaldık. Bu arada düğün, nişan fotoğrafı çekmeyi bıraktığımı sosyal medya aracılığıyla cümle aleme ilan etmiş olmama rağmen bizim oğlanın nikah fotoğraflarını çekerken buldum kendimi. “İyi ki nikah sonrası nikah çikolatalarının çoğunu (hepsini de olabilir, bir ara kendimden geçmişim) yemişim” dedim.

Eyüp Sultan’ın içi bu defa sünnet çocuğu doluydu, önceki gelişlerimde gelin – damat görürdüm. Namaz kılanlarla moda fotoğrafı çekenlerin bir arada olduğu ender Müslüman ülkelerden biriyizdir herhalde. Eyüp Sultan’da sayın savcım Eşref’in imamlığında bir öğle namazı kılma şerefine nail oldum diye seviniyordum ki sağım solum sünnet çocuklarının en güzel fotoğraflarını çekmek için yarışan anne ve babalarla dolu olunca kıldığım namazın ‘huşû’sundam emin olamadım. Hatta son sünnetin ortasonda selam verip ‘teyzem çocuğu o pencereye çıkartmak için uğraşıyorsun ama fotoğrafta ışık patlayacak’ dememek için kendimi huzura teslim ettim.

Eyüp Sultan’ın bahçesinden ayrılıp Pierre Loti’ye çıkmak için teleferiğin olduğu yere yaklaşmıştık ki bekleyen insanların oluşturduğu kuyruğu görünce kuyruğumuzu kıstırıp geri dönmeye karar verdik. Hal böyle olunca Ali Rıza ve Zeynep’in nikah sonrası fotoğrafları Eyüp Sultan’ın tam çevresini 360 derece dönerek çekilmiş oldu. Bu arada hep söylediğim şeyi bir kere daha tecrübe ettim ki ‘fotoğraf çekilmeyi seven insanların fotoğraflarını çekmeyi daha çok seviyorum.’ Örneğin dünya tatlısı yeğenlerim bu üç kardeş gibi:

Fotoğraf yayımlama konusunda kronolojik takılma saplantısına sahip olduğum için Ali Rıza ve Zeynep’e ait kareleri flickrevreni arşivimde yayımlamak için birkaç ay sonrasına tarih verebiliyorum ;) Ha bu arada; genç çiftimize ömür boyu mutluluklar ;)

Sıradaki yazı: Bu yazıdan sonra Ziya ve Didem Deniz’le 19 Mayıs’ta İstanbul’daki buluşmamızı hazırlıyorum.

+ Sosyal Ağlarda Takip Et