İtinayla Nikah Şahitliği Yaparım

Ben kariyerimi nikah şahitliği üzerine yapıyorum. (İlk nikah şahitliğim Harun, ikincisi İbrahim içindi.) Üçüncü nikah şahitliğim yeğenim Ali Rıza ile Zeynep’in geçen Cumartesi (17 Mayıs) Bayrampaşa Gençlik Merkezi’indeki Nikah Dairesi’nde kıyılan nikahları sayesinde oldu. 4 nikah şahidinden biri olarak bize ayrılmış özel alanda beklerken oranın fotoğrafçısının hangi objektifi kullandığıyla daha çok ilgilendim. Nikon’un 18 – 135 kit lensiyle tüm fotoğrafları çektiklerini öğrenince yaşadığım hayal kırıklığı nikah masasında yüzüme yansımış olabilir (emin değilim). Lakin içeride adeta canlı yayımlanacak bir televizyon programının atmosferi yaşatılıyor. Bir tek yüzümüze pat makyaj sürüp “3-2-1 kayıt!” deyip sahneye sürmedikleri kalmıştı. (Birgün nikah dairesinde nikahlanacak olursanız bu dediklerimi hatırlayın)

Nikah salonunda sıkı güvenlik önlemleri genç çiftimizin yeni hayatlarına güvenli bir şekilde adım atmaları için değil kimse cep telefonu dahil hiçbir şekilde fotoğraf çekmesin diye alınmıştı. Bu konuda görevliler insan üstü bir gayret sarf ettiler; elimde makine cebimde telefon öylece bakakaldım kartel medyasına ;)

Nikah sonrası soluğu Eyüp’te aldık, bir pastaneye girecektik ki pastanenin içindeki teyzeler, ablalar, hanımlar ayaklandılar; cep telefonlarına davranıp bana doğru fotoğraf çekmeye başladılar. “Benim blogu takip eden herkes aynı gün aynı saatte taaa Eyüp’teki bu pastanede bir araya gelmiş olamaz!” diye şaşırmıştım ki 70 – 75 yaşlarında muhterem bir amca (ki bir cemaatin hatırı sayılır büyüklerindenmiş) için bütün bu telaşın yaşandığını anladım.

Pastalarımızı yedikten sonra fotoğraf çekimi için biz bize kaldık. Bu arada düğün, nişan fotoğrafı çekmeyi bıraktığımı sosyal medya aracılığıyla cümle aleme ilan etmiş olmama rağmen bizim oğlanın nikah fotoğraflarını çekerken buldum kendimi. “İyi ki nikah sonrası nikah çikolatalarının çoğunu (hepsini de olabilir, bir ara kendimden geçmişim) yemişim” dedim.

Eyüp Sultan’ın içi bu defa sünnet çocuğu doluydu, önceki gelişlerimde gelin – damat görürdüm. Namaz kılanlarla moda fotoğrafı çekenlerin bir arada olduğu ender Müslüman ülkelerden biriyizdir herhalde. Eyüp Sultan’da sayın savcım Eşref’in imamlığında bir öğle namazı kılma şerefine nail oldum diye seviniyordum ki sağım solum sünnet çocuklarının en güzel fotoğraflarını çekmek için yarışan anne ve babalarla dolu olunca kıldığım namazın ‘huşû’sundam emin olamadım. Hatta son sünnetin ortasonda selam verip ‘teyzem çocuğu o pencereye çıkartmak için uğraşıyorsun ama fotoğrafta ışık patlayacak’ dememek için kendimi huzura teslim ettim.

Eyüp Sultan’ın bahçesinden ayrılıp Pierre Loti’ye çıkmak için teleferiğin olduğu yere yaklaşmıştık ki bekleyen insanların oluşturduğu kuyruğu görünce kuyruğumuzu kıstırıp geri dönmeye karar verdik. Hal böyle olunca Ali Rıza ve Zeynep’in nikah sonrası fotoğrafları Eyüp Sultan’ın tam çevresini 360 derece dönerek çekilmiş oldu. Bu arada hep söylediğim şeyi bir kere daha tecrübe ettim ki ‘fotoğraf çekilmeyi seven insanların fotoğraflarını çekmeyi daha çok seviyorum.’ Örneğin dünya tatlısı yeğenlerim bu üç kardeş gibi:

Fotoğraf yayımlama konusunda kronolojik takılma saplantısına sahip olduğum için Ali Rıza ve Zeynep’e ait kareleri flickrevreni arşivimde yayımlamak için birkaç ay sonrasına tarih verebiliyorum ;) Ha bu arada; genç çiftimize ömür boyu mutluluklar ;)

Sıradaki yazı: Bu yazıdan sonra Ziya ve Didem Deniz’le 19 Mayıs’ta İstanbul’daki buluşmamızı hazırlıyorum.

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Blog Yazarlığı Aslında Ne Değildir?

blog yazarı

Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal paylaşım siteleri çıkıp da herkes birer internet yayıncısına dönüşmeden önce blog yazarlığı gerçekten ayrıcalıklı bir konumdaydı. Belki de bana öyle geliyordu ama ‘yazma becerisi’ tıpkı ‘iyi şarkı söyleyebilme’ gibi herkesin sahip olduğu bir uğraş olmadığı için mantar gibi türeyen birçok blog, ‘kopyala yapıştır’dan öteye gidemeyip internetin tozlu sayfaları arasındaki yerini aldı.

Birçok usta blog yazarı da söz konusu sosyal ağların yazma ve paylaşma pratiğine kapılıp bloglarını terk ettiler ve birer sosyal medya fenomenine dönüşme çabası içine girdiler. Bloglarını terk edip gitme konusunda haklı olabilirler; çünkü yorum yapan ziyaretçiler de çoktan Facebook ve Twitter’da tek bir tık’la beğen’meye alışmış; bloglara girmek, uzun yazıları okumak ve bir sürü bilgiyi doldurup yorum yazmak onlara zor ve sıkıcı gelmeye başlamıştı.

Bu, artık yaşadığımız bir gerçek; dönüşü olmayan bu değişim üzerine daha fazla eleştiride bulunmaya da gerek yok. Ancak ısrarla bloglarında yazmaya, üretmeye, paylaşmaya devam eden blog yazarları konusunda titiz davranmak ve biraz daha üzerilerine mercek tutmak gerekirse onların sanılanın aksine profesyonel bir yazar olmadığını görebiliriz. Zaten birçoğunun böyle bir iddiası da yoktur. Yıllar önce beni uzun süredir takip edip, yazılarıma yorum yapıp sonra bir gün (tam hatırlamıyorum ama) MSN Messenger veya Facebook Sohbet üzerinden benimle ilk defa yazışan Yasemin Hanım’ın (Bu yazıyı okuyorsa kendisine selam olsun) yaşadığı heyecanı unutamıyorum. Benimle yazıştığına uzun bir süre inanamamış heyecandan sohbete bir türlü girememişti. O dönem öyle algılanan blog yazarları bugün aslında asıl kimliğine kavuşmuş durumda: En bizden, en kişisel ve en aramızda olan modern zaman yazarları!

O halde aslında blog yazarları ne değildir?

  • Profesyonel anlamda bir blog yazarı kesinlikle ‘okumayan, araştırmayan’ birisi değildir. Her ‘eli kalem tutan, klavyede döktüren kimse’ bir blog yazarı hiç değildir!
  • Blog yazarı, ‘okunacak mıyım, çok yorum ve beğeni alacak mıyım?’ endişesiyle yazan biri değildir.
  • Yazmış olmak için yazan, bunu da Google için bolca anahtar sözcüklerle doldurup soluğu Adsense’de alan biri blog yazarı değildir.
  • Blog yazarı asla kusursuz değildir hatta çoğu zaman güçlü de değildir.
  • Orhan Pamuk, blog yazmadığı; Elif Şafak kendisine bir blog açmadığı sürece hiçbir blog yazarı usta bir edebiyatçı, romancı, şair, yazar değildir.
  • Blog yazarı, ünlü olmak için yazan biri değildir. Yazarken ünlü olduysa da bu onun suçu değildir.
  • Blog yazarı, sosyal medya fenomeni değildir. O, bambaşka bir şeydir. Kendisini halktan, sokaktan, sosyal hayattan soyutlayan kişi hiç değildir. Blog yazarı sıfatıyla davet edildiği etkinliklerde ‘star’ edasıyla arz-ı endam ediyorsa Tarkan da Megastar değildir.
  • Blog yazarı, rengi olmayan biri değildir. Var olan siyasi görüşünü veya tuttuğu takımı okurların gözüne sokup onlarla arasında bir sınır çizen kişi blog yazarı değildir.
  • Blog yazarı sabahtan akşama internette yaşayan, her yeri internet bağlantısı dolu olan biri değildir. Blog yazarlığı bir meslek ve gelir getiren bir kapı olmadığı için çoğu zaman ödenemeyen faturadan dolayı internetsiz kalınabilmektedir.
  • Blog yazarı tahammülü sınırsız, her ağır sözü ve hakareti kaldıracak dayanıklılıkta biri değildir. Sosyal ağlar üzerinden kendisiyle bağlantıya geçip ona her şeyi yazabileceğinizi zannettiğiniz blog yazarı  kalpsiz, ruhsuz, duygusuz ve sizin emriniz altında çalışan biri hiç değildir.
  • Blog yazarı Türkçeden, Türkçe yazım kurallarından bihaber biri değildir. Yazarken ve konuşurken kullandığı dile saygı duymayan, ‘her şey’in ayrı yazıldığını; virgülün (,) noktalı virgülün (;) nerede kullanıldığını bilmeyen kimse kesinlikle blog yazarı değildir.

Bütün bu sıraladıklarım elbette ki işini profesyonel bir şekilde yapan, ziyaretçilerine (okurlarına) saygı duyan ve blog yazmayı önemseyen blog yazarları için geçerli. Onlara saygı duymalı, onları sevmeli hatta sahiplenmeliyiz. Peki ama nasıl?

Blog yazarlarına nasıl destek olmalı ve sahip çıkmalıyız; bir de bu konuya bakalım.

Blog Yazarlarına Yardımcı Olmak için Yapmanız Gerekenler

“Şeref-ül mekân bi’l mekîn” derler; “Mekânın şerefi, içinde oturan iledir.”

Blog yazarının hissiyatı ve buna mütekabil cümleleri yoksa, bu dijital mekânın, bu blog denen şeyin ne kıymeti var? Burayı takip ediyor, okuyor, yorumlarda bulunuyor, sosyal ağlarda paylaşıyorsanız kısacası bu blogu önemsiyorsanız gölgenin aslına bakmak lazım; eli kalem tutan şahsa. Blog yazarları bir anlamda yazdıklarıyla sahip oldukları bilginin ‘sadakası’nı paylaşıyorsa okur olarak bunun ne kadar farkındayız?

Henüz bir meslek olarak kabul edilmese de –zaten böyle bir duruma da gerek olduğunu düşünmüyorum- para kazanma, ün elde etme vesaire gibi sebepler haricinde gerçekten yazma tutkusuyla yazan blog yazarları için neler yapabiliriz; hayatımızdaki bir blog yazarı aile bireyi ya da arkadaş varsa ona nasıl davranmalıyız? Bu yazıda buna değinmek istiyorum. Yazının devamında da ‘Blog yazarı aslında ne değildir?’ sorusunun cevabı için sizi kendi bloguma davet ederek siz okurlara çift taraflı bir yazı okuma deneyimi sunuyorum.

– Blog yazarları da diğer tüm ‘yazan’ kişiler gibi bir üretim (kimilerinin deyimiyle yaratım) süreci yaşar. Bazen bu süreç blog yazarının iç dünyasına çekilmesine, gergin bir ruh haline bürünmesine ya da etrafında olup bitenlere karşı algısının zayıflamasına sebep olur. Böyle durumlarda ilk iş olarak onu yalnız bırakarak ilk yardımınızı yapabilirsiniz. Eğer yanında değil ve bu süreçten bihaberseniz aranıp sorulmama / vefasızlık sitemlerinizi bir süre daha erteleyebilirsiniz.

– Eğer blog yazarının eşi, anne babası veya kardeşlerinden biriyseniz blog yazarlığının amatör gibi görünse de profesyonel bir uğraş olduğunu anlamaya çalışarak ona bu yazım sürecinde varlığınızla destek olun. Tıkandığı durumlarda ona yeni konu önerilerinde bulunabilir, yazılarını ilk siz okuyarak ilk eleştiriyi yapmak istediğinizi söyleyebilir ve yazının son şekline birlikte karar verebilirsiniz. Ama burada da tekrar etmekte fayda var; yazan insanı lütfen yalnız bırakın ve onun için ortamın sükûnetini korumaya gayret gösterin.

– Yayımlanan her yazıyı okur olarak beğenmek zorunda değilsiniz. Yazılarla ilgili görüşlerinizde dürüst olun. Blog ziyaretçileri son yıllarda yorum yapmadan okuyup bloglardan ayrılma eğiliminde. Samimi olmak koşuluyla eleştirel yorumlarınızı onlardan esirgemeyin. Unutmayın, blog yazıları her zaman ziyaretçilerin yorumlarıyla tamamlanmayı bekleyen eksik yazılardır.

– Evinizde bir blog yazarıyla yaşıyorsanız –bence- çok şanslısınız. Bloguna yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuş bir blog yazarından daha savunmasız bir kimse olamaz; aynı zamanda motivasyon takviyesine de bolca ihtiyaç duyacağı bir anı yaşayacaktır. Çayını, kahvesini, hatta parçalara ayrılmış bitter çikolataları masasına usulca bırakıp büyük sevaba girebilirsiniz. Çoğu blog yazarı için kahvenin kokusu kadar masadaki görüntüsü bile ayrı bir huzur kaynağı, yazma motivasyonudur.

– Yazılarına odaklanabilmesi ve rahat çalışabilmesi için blog yazarına uygun ortamı hazırlamak bazen onunla birlikte yaşayan insanlara düşer. Bu konuda sorumluluk alın, sessiz ve düzenli bir oda ya da köşe hazırlayın. Daha da önemlisi onun yazmaktan keyif aldığı mekanına müdahale etmeyin. Örneğin, blog yazarı masada oturup çalışırken masanın altını elektrik süpürgesiyle süpürmeye kalkıp bütün atmosferi dağıtmayın. Yazılacak yazıyla önce zihin temizlenince zaten sonra el birliğiyle bütün ev rahatlıkla temizlenecektir.

– Yazmış olmak için yazılan her yazı, iyi bir okur tarafından hemen farkına varılır. Blog yazarının böyle bir hataya düşmesine engel olacak en önemli faktör yine etrafındaki kişiler ve okurlardır. Üzerine sohbet edilen konu hakkında beyin fırtınası yapılırken çok ilginç detaylar ortaya çıkabilir ve bunların‘Üşenme erteleme vazgeçme’ düsturundan yola çıkarak hemen yazıya dökülmesi gerekebilir. Böylesi durumlarda blog yazarını tetikleyiniz, durup beklemesine ve o düşüncelerin uçup gitmesine izin vermeyiniz.

– Blog yazarının kendisini iyi hissetmesini sağlayacak aralar onun üretkenliğini daha da artıracaktır. Fırsatını ilk bulduğunuz an ona iyi geleceğini düşündüğünüz sinema, tiyatro, yürüyüş, spor veya dışarıda güzel bir akşam yemeği teklifinde bulunun hatta bu konuda ısrarcı olun. Bunları yaparken blogdan, blog yazılarından bahsetmemeye özen gösterin.

– Bir blog yazarıyla yüz yüze gelindiğinde veya onunla internet üzerinden iletişim kurulduğunda yapılan hataların başında ‘Şu yazıda kimden bahsediyorsun?’ sorgulamaları gelir. Yazılarını okuduğunuzu ona mutlaka ifade edin ancak yazdığı herhangi bir yazıyı bu şekilde sorgulamayın. Bazı yazılar ‘O kendini biliyor’ tarzında yazılmış şifreli sözcüklerle kurulabiliyor ancak bu şifreleri çözmeye kalkmak işin magazin boyutuna giriyor.

– Elbette birçok blog yazarı arkadaşım bu maddelerin sayısını artırabilecektir. Son olarak takip ettiğiniz blog yazarlarının adreslerini, okuduğunuzda beğendiğiniz yazıların bağlantılarını sosyal ağ hesaplarınız üzerinden veya epostayla arkadaşlarınızla paylaşarak da onlara yardımcı olabilirsiniz.

Bütün bu maddeleri okuyunca gözünüzde amatör bir blog yazarından ziyade bir Orhan Pamuk canlanmış olabilir. Haklı da olabilirsiniz. 

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Frizbi: Benim Çocukluk Oyuncağım!

Bu yaşıma kadar sporun herhangi bir dalıyla hiç ilgilenmedim ama 90’lı yıllarda bir spor olarak görülmeyen frizbiyi gayet başarılı bir şekilde atardım. Ufo’ya benzeyen o oyuncağa “frizby, frisbee, frisbi, disket” deyin ya da onun adını ilk defa duymuş olun hiç fark etmez; hayatınızda mutlaka bir kez de olsa çöp kovasının kapağını havaya fırlatmışlığınız vardır. Demek istediğim şey; ismi size yabancı gelse de frizbi aslında bize çok da uzak bir oyun değil.

Bosforce - Caddebostan olypics Lig Maçından

Bosforce – Caddebostan Olympics Lig Maçından

Çocukluğumda frizbi ile nasıl tanıştım hatırlamıyorum ama sokakta epey oynardım ve havada uçan daire gibi gittiği için diğer çocukların da ilgisini çekerdi. Frizbinin Amerika’da sadece çocuklar tarafından değil yetişkinler tarafından da oynandığını Flickr’da paylaşılan fotoğraflar sayesinde öğrenmiştim. ‘Ultimate Frisbee’ ismiyle bir spor dalı haline gelen bu oyunun Türkiye’de de profesyonel bir şekilde oynandığını İstanbul’a geldikten sonra öğrendim.

Bir gün internette ‘İstanbul’da frizbi oynayan birileri var mıdır acaba?’ diye araştırma yaparken gerçekten birilerinin bu oyunu takım ruhuyla profesyonel olarak oynadığını öğrendim. Ulaştığım ilk isim ODTÜPUS Ultimate takımından Mert Çetin‘di. Mert, Türkiye’deki ultimate frisbee oluşumu hakkında bana bilgi verdikten sonra beni İstanbul’daki üç frizbi takımının kaptanlarına yönlendirdi ve onun sayesinde Türk Kası (2007) takımının kaptanı Cem Gürses‘e, Caddebostan Olympics (2009) kaptanı Barış Mutlu‘ya ve Bosforce takımı kaptanı Hayati Kayacı‘ya ulaştım.

Üç arkadaş da mesajıma son derece içten cevaplar verdiler. Hatta Cem, daha ilk mesajına ‘Aramıza hoş geldin’ ile başlıyordu. Hayati ise hemen o hafta sonu beni Caddebostan’da oynanacak Bosforce – Caddebostan Olympics lig maçına davet etti.

Bosforce - Caddebostan Olypics Lig Maçından

Bosforce – Caddebostan Olympics Lig Maçından

6 Nisan Pazar günü de Bosforce takımının oyuncuları Hayati ve Enes ile buluşup Caddebostan’daki maça gittim. Maçın yapılacağı alana vardığımızda onlarca frizbi havada uçuşuyor; her iki takımın oyuncuları da çimlerde diskleriyle antrenman yapıyordu. Sonrasında da 50 – 55 dakika sürecek olan maç başladı. Hatta o sırada çektiğim bir videouyu da instagram hesabımdan paylaştım. O günkü maçta çektiğim fotoğrafları ise yazının sonunda görebilirsiniz.

İstanbul’da 3 ultimate üniversite takımı (Boğaziçi Fat Cats, Yeditepe Ravens, İTÜ Frizbi Teknik) ve 3 de ultimate kulüp takımı (Caddebostan Olympics, Bosforce ve Türk Kası) bulunuyor. Ultimate kulüp takımlarında genelde üniversiteden mezun olmuş, öğrenci olmayan insanlar oynuyor. İstanbul Anadolu yakası takımı Caddebostan Olympics’in oyuncu sayısı Avrupa yakasındaki Bosforce ve Türk Kası’na göre daha fazla. Asıl antrenmanlarını genellikle Bostancı’da hafta içi akşamları 20.00 – 22.30 saatleri arasında yapıyorlar ve herkese açık. Bazen Caddebostan’da da disk atışları yapıyorlar. {Şuradaki} Facebook grupları üzerinden de haberleşiyorlar. Yeni kurulan frizbi takımlarından olan Bosforce oyuncu seçiminde çok titiz davranıyor; internet sitelerinde bunun altını da özellikle çiziyorlar.  Türk Kası ise İstanbul’un Avrupa yakası takımı olup oyunu bilen bilmeyen herkese kapıları açık. Hafta içi salı günleri Seyrantepe Kapalı Spor salonunda antrenman yapıyorlar ve hafta sonları için de antrenmanlar organize etmeye çalışıyorlar. Türk Kası, kendi içindeki etkinlik ve organizasyonlarını turkkasi@googlegroups.com Google grubu ile {buradaki} Facebook grubu üzerinden yapıyor. İstanbul’da neredeyse her hafta sonu bir etkinlik, turnuva, vs gerçekleştiriliyor. Bu etkinleri organize ettikleri, duyurdukları, takip ettikleri bir Yahoo grupları var: Ultimate_in_Istanbul@yahoogroups.com  Ayrıca İstanbul’daki frizbi etkinliklerinin tamamını {şuradaki} Facebook grubundan takip etmek mümkün.

Ayrıca frizbi takımları, pick-up dedikleri takımlardan bağımsız, herkesin katılabildiği karma antrenmanlar düzenliyor ve çoğunluğu İTÜ ve Eyüp’te gerçekleştiriliyor. Bunların duyurusu da istanbulultimate Facebook grubunda yapılıyor.

İster Bosforce – Caddebostan Olympics maçından çektiğim fotoğraflara bakın, isterseniz de Frizbi hakkında birkaç bilgiye daha göz atın:

– Frizbi, çapı 27 cm ve ağırlığı 175 gr olan bir disktir. 1950’li yıllarda Walter Frederick Morrison adlı bir girişimci, halkın UFO’lara olan ilgisi sebebiyle uçan dairelere benzeyen bir oyuncak yaptı. “Plüton Tabağı” adı verilen oyuncak kısa sürede tanındı. Oyuncağın üretildiği firmanın çalışanı, üniversite öğrencilerinin birbirlerine teneke kutu kapağı atarak oynadıkları bir oyun gördü. Öğrenciler bu oyuna “freesbee” diyorlardı. Evlere teneke kutularda kek ve bisküvi servisi yapan bir firmaya ait olan Frisbee adı böylece tescil ettirildi. Çocukların oynadığı bir oyuncak olan frizbi, herkesin pikniklerde ve sahillerde oynadığı bir oyun haline geldi.  1960’lı yıllarda ABD Deniz Kuvvetleri havada süzülerek ilerleyen işaret fişekleri, frizbi model alınarak tasarlandı. Bu frizbiler, gece karanlığında aydınlatma fişeği olarak da kullanıldı.

– Frizbi oyunu (ultimate sporu) çim sahada, salonda veya kumsalda (plajda) sahalarda 7’ye 7, 5’e 5 veya 4’e 4 kişilik takımlarla oynanır. Oyunun yoruculuğundan dolayı yedek oyuncu sayısı sınırsızdır. Ayrıca kadın ve erkeklerin aynı takımda oynadıkları iki spor dalından biridir.

– Oyun diskin düştüğü yerden başlar. Hücum eden takımın amacı diski yere düşürmeden, rakip uç bölgede diski havada tutmaktır.

– Savunma yapan  takımın amacı araya girip diski kapmak veya diskin yere düşmesini sağlamaktır.

– Diski tutan oyuncu diskle birlikte hareket edemez. 10 saniye içinde pas vermek zorundadır.

– Frizbi oyunu (ultimate sporu), oyuncuların birbirine asla fiziksel temasta bulunamadığı bir oyundur ve rakibe yapılan müdahaleler faul olarak değerlendirilir. Bu açıdan frizbi oyunu, yaralanmanın en az olduğu spor dallarından biridir.

– Frizbi oyunu (ultimate sporu) hakemsiz bir oyundur. Oyuncular birbirlerine ve baştan kabul edilmiş oyun kurallarına sadık kalırlar.

– Frizbi oyununun (ultimate sporu) temel teknikleri ve kuralları 3 saatte öğrenilebilir. Bu sebeple oynamak için tecrübe gerekmez ve her yaştan sporcu aynı sahada disk atabilir.

– Frizbi oyunu (ultimate sporu) Türkiye’de ilk kez 2007 yılında İstanbul’da amatör bir ekip tarafından oynanmaya başladı ve o ekip süreç içerisinde bugünkü Türk Kası (TK) adını aldı. 

[Sosyal Ağlarda TAKİP ET]

Portre Fotoğraf, Yazmaya Şiirle Başlamaktır!

Bir süredir Seyit Ali Ak imzasını taşıyan Fotoğrafın İzinde Kırk Yıl kitabını okuyordum. Ak’ın Hürriyet Gösteri ve Milliyet Sanat dergileri başta olmak üzere bazı gazete ve fotoğraf dergilerinde yayımlanan seçme yazılarından oluşan kitabın sayfaları arasında dolaşırken kendi özel merakımdan dolayı da ‘röportaj’ sözcüğü dikkatimi çekiyor ve Ak’ın ‘Fotoğraf varsa röportaj vardır’ sözünü not ediyorum. Öyle ki ‘Fotoğraf varsa, olayı radyo haberinden bile yazacak adam bulurlar’ diyor.

Ak, bugün bizim ‘kurgu fotoğrafı veya konsept çekim’ olarak adlandırdığımız planlanmış çekimlerin ‘olay fotoğrafı’na nazaran fotoğrafçının kişiliğini daha çok yansıttığı görüşünü paylaşıyor. ‘Olay fotoğrafı’ çekmeyi niçin bıraktığını da şu cümlelerle açıklıyor:

“Dünyanın ilgisini çeken bir olayı görüntülediğiniz zaman belgelemiş oluyorsunuz. Olay, sizden ötürü önemsenmiyor. Olay önemsendiği için sizin çektiğiniz fotoğraflar önem kazanmış oluyor. Oysa şimdi, çektiğim, planlanmış sosyal içerikli konuyu eğilimlerinize göre siz buluyor, boyutlarını belirliyor, siz tanıtıyorsunuz. Yaptığınız bir tür “foto esey” (deneme) oluyor. Kişiliğiniz ortaya çıkıyor.”

Ressam ile Fotoğrafçı Arasındaki Benzerlik!

Fotoğrafçının üretim süreci sadece deklanşöre basmaktan mı ibaret? Elbette ki hayır; çünkü “Bir ressamın çalışırken yaşadığı iç savaşım fotoğrafçının yaşadığından nitelik açısından farklı değildir. Bir portre çalışmasında insanın dış yüzündeki belirtilerin ışık, makine ve duyarkat aracılığıyla ruhsal titreşimlere dönüştürülmesi kolay elde edilen bir beceri değildir.”

Ressamın günlerce süren resim çizme çabasının yanında “Fotoğrafçının çalışmasını kısa zamanda sonuçlandırıyormuş gibi görünmesi malzemenin pratikliğinden kaynaklanmaktadır.”

Müzik, Ritm projesinden

Müzik, Ritm projesinden (Kaynak)

Fotoğrafı, Bakış Açısı Belirler!

Seyit Ali Ak, Amerikalı usta fotoğrafçı Walker Evans’ın ‘Fotoğrafı belirleyen şey bakış açısıdır’ sözüne kendi cümleleriyle şu açıklamayı getiriyor: “Fotoğrafı çekilecek bir objenin sonsuz çekim noktası vardır. Söz konusu her nokta fotoğrafçıya yeni bir bakış açısı sağlar. Her bakış açısı ise bir düşünsel bakış açısının kapısını aralar.”

Fotoğrafta Işık

Temel düzeyde fotoğraf eğitimi alan herkes ‘Fotoğrafta ışık’ konusu üzerinde çokça durulduğunu bilir; Ak da fotoğraf için ışığın önemini “Işığın zamanı, yönü, yoğunluğu, açısı, renkler üzerindeki etkisi, doğru ışık – gölge bağlantısının kurulması, fotoğrafı çekilen nesnenin ya da olayın karakteristik yapısını ortaya çıkaracak en uygun ışığın seçimi, kısaca ışığın yoruma katkısı başlı başına araştırma konusudur.” sözleriyle ifade ediyor.

Türkiye’de 1932 yılında vesikalık fotoğrafın günlük yaşamımıza girmesiyle stüdyo portre fotoğrafçılığı başladı. Ak, bu süreci “İnsanları görünmek istedikleri gibi verme anlayışının yerini oldukları gibi yansıtma anlayışı almıştır” sözleriyle özetliyor. Gerçek anlamda artistik portre fotoğrafçılığı 1950’li yıllarda başlarken 1960’lı yıllarda hem fotoğraf sanatı canlanmaya başlıyor hem de “portre, hesaplı kitaplı stüdyo mekanizmasından kurtularak insanları doğal çevresi değerlendirme olanağına” kavuşuyor.

'Yalnızlık' konulu projesinden (Kaynak)

‘Yalnızlık’ konulu projesinden (Kaynak)

Portre Fotoğraf ile Şiir İlişkisi

“Portre fotoğrafı çekmek, yazmaya şiirle başlamaya benzer” diyor Ak. Portre, hemen her fotoğrafçının dağarcığında mutlaka bulunmaktadır. Portre dizisi hazırlayan ve portre fotoğrafçılığına özel ilgi duyan isimlerinde başında da Ara Güler, Gültekin Çizgen, Ozan Sağdıç gibi isimler gelmektedir.

Geniş Açı Geveze Bir Objektiftir!

Kitapta, usta fotoğrafçılardan A. Halim Kulaksız’ın fotoğraftaki arayışını özetlediği şu sözlerine de yer veriliyor:

“Fotoğrafın özüne dokunmadan objektifi bir fırça esnekliğinde kullanma özgürlüğünün arayışı içindeyim. Fotoğrafın aslı iyi değilse sonradan ne yapılırsa yapılsın iyi sonuç alınamaz. Çekim sırasında çerçeveye giren gereksiz detaylar fotoğrafın estetiğini bozmamalıdır. Spontan fotoğrafta, salt objektif kullanıldığı için konuların aktarımında giderek benzerlik doğmaya başlıyor. Bu benzerliği bir yerde yıkmak gerekmektedir. (…) Geniş açı, geveze bir objektiftir. Her şeyi söyler, bir sürü olumsuzlukları da beraberinde getirir. Daha çok teleobjektif kullanıyorum. Sonradan üzerinde çalıştığım fotoğraflarda resme dönük bir hava seziliyor. O fotoğrafın aslına baktığınızda aynı etkiyi alabilirsiniz. Eğer çektiğim fotoğraf beni ifade edebiliyorsa tek deklanşörde bitmiş bir iş de olsa ona dokunmuyorum. Bir duvarı çekerken duvarı yıkabilirsiniz. Ama bir gökdeleni çekiyorsanız bunu yapamazsınız. Peki fotoğrafın olanaklarıyla bu nasıl başarılabilir, nereye götürülebilir? Bunun arayışındayım.”

A. Camus “Fotoğrafların en iyisi bile gerçeğe ihanet eder, bir seçimden doğar sınırı olmayan şeye bir sınır çizer…” derken Ak da fotoğrafın dış gerçekliği deldiğini, değiştirdiğini ve insanı yan tutar bir konuma getirdiğini söylüyor. Öyle ki “Fotoğrafla ışığın melodik dizgesini yakalamak dilbilgisini doğru çözümlemeye bağlıdır. “ Çünkü “Olay, her sanat dalında olduğu gibi teknikle, malzemeyle ve kültürel birikimle biçimlenmektedir.”

‘An’ Fotoğrafçılığı!

Ak’a göre “Başarılı bir fotoğraf, sıkılmış yumruk gibidir.” çünkü “An fotoğrafçısı, yakaladığı görüntüyü bakış açısı seçeneğini ve ışığın dilini kullanarak yorumlamaktadır. Fotoğrafın güçlüğü, gizemi, büyüsü ve ölümsüzlüğü burada saklıdır.”

Seyit Ali Ak

Seyit Ali Ak (Kaynak)

‘Fotoğraf tarihçisi’ olarak adlandırılan ve fotoğraf adına önemli eserlere, projelere imza atan Seyit Ali Ak, 1990 yılında yaşamını yitirdi. Hayatıyla ilgili bilgilerin, projelerinin ve fotoğraf üzerine yazılarının yer aldığı kendi adını taşıyan çok güzel bir sitesi var: seyitaliak.com

[Sosyal Ağlarda TAKİP ET]

Sen Akıp Giderken İstanbul; Orhan Veli 100 Yaşına Girdi!

Orhan Veli Sergisinin girişindeki yazı

Orhan Veli Sergisinin girişindeki yazı

Yazdım okuyun; Bir Orhan Veli Şiiri bulup Şiire Dokunun!

YKY’den e-posta adresime gelen mesajda ‘Sakın Şaşırma, Orhan Veli 100 Yaşında’ yazıyordu. Serginin tarihini takvimime kaydettim ve birkaç hafta önce bir cumartesi soluğu İstiklal’deki YKY kitap satış mağazasının önünde aldım.

Orhan Veli’nin dünyasına dalmadan önce bir zamanlar arşınladığı yollardan bugün geçen binlerce insanı seyrettim, onu bir dönem besleyen İstanbul’un sesine kulak verdim. 1940’lı yılların Türkiyesi’nde şiiri sokağa dökmüş Orhan Veli’nin en özel hatıralarının yanı başında İstiklal’den, Beyoğlu’ndan hatta İstanbul’dan habersiz akıp giden insanlar ‘Uyuşamaz yollarımız ayrı’ mısrasını aklıma getirdi.

Anlatamıyorum; Orhan Veli

Anlatamıyorum; Orhan Veli

Hiç bilmeseniz de ‘Anlatamıyorum’ şiirini mutlaka duymuşsunuzdur; Orhan Veli’ye ait olduğunu bilmiyorsunuzdur belki ama ‘Ağlasam sesimi duyar mısınız, mısralarımda / Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle?’ soruları kulağınıza bir kez de olsa ilişmiştir.

Orhan Veli

YKY Kültür Merkezi’nin sergi salonuna çıkarken Orhan Veli daha girişte karşıladı beni, oturduğu bankın üzerinde bacak bacak üstüne atmış şekilde. Az yaşamış ama şiiri dizelerinde, edebiyatı cümlelerinde hâlâ yaşatan o büyük şairin dokunduğu kâğıt ve kaleme kadar çok özel detaylarla dolu sergi, Türk şiirinin hep genç kalacak şairine yaraşır bir şekilde hazırlanmış.

Sadece 36 yıl yaşadı ama kalemini her oynatışında adını yaşadığı döneme, bugüne ve yarına yazdırdı. Daha ortaokuldayken Oktay Rifat Horozcu ile arkadaş oldu; lise öğrencisiyken yolu Melih Cevdet Anday’la kesişti; edebiyat derslerine Ahmet Hamdi Tanpınar girdi. Tanpınar’ın yakından ilgilendiği Orhan Veli, hocasının Türkçeye çevirdiği Cürüm ve Ceza’yı evde temize çekiyordu.  

Orhan Veli

Askerdeyken gönderdiği mektupların listesi

Orhan Veli, kısacık ömründe öylesine düzenli yaşadı ki askerlik görevini yaptığı sırada yazdığı tüm mektupların listesini bile tuttu. 

'Dünyalarının Dışından' roman notları

‘Dünyalarının Dışından’ roman notları

1944 yılında ‘Dünyalarının Dışında’ adlı bir roman tasarlamıştı. Sergide, kendi el yazısından o romanın bazı sayfaları da yer alıyor.

Orhan Veli öldüğünden cebinden çıkan şiir karalamaları

Orhan Veli öldüğünden cebinden çıkan şiir karalamaları

Orhan Veli vefat ettiğinde cebinden at yarışı programı, 28 kuruş ve bir dış fırçası çıktı. Diş fırçasına sarılı olduğu söylenen iki yüzü eski harfli şiir karalamalarıyla dolu yıpranmış kâğıt da serginin en özel ayrıntılarından biri.

Kendi el yazısından 'Macera' Şiiri

Kendi el yazısından ‘Macera’ Şiiri

Serginin en özel hatıralarından biri Orhan Veli’nin sürekli cebinde taşıdığı ve şiirlerini not aldığı kalemleri ile kendi el yazısından Macera şiirinin ilk halinin yer aldığı kâğıttı.

Hikâyeler, denemeler, makaleler yazan, çeviriler yapan ve dillerden düşmeyen mısraları dizen o adam, Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşüp başından yaralandı ve iki gün sonra İstanbul’a dönünce beyin kanaması geçirerek 14 Kasım 1950’de yaşamını yitirdi.

orhan veli

Orhan Veli Sergisinden Bir Görünüm

30 Nisan’a kadar açık olacak serginin koordinatörlüğünü Veysel Uğurlu, editörlüğünü de Murat Yalçın üstleniyor. O çok beğendiğim serginin tasarımında da Sadık Karamustafa’nın imzası bulunuyor.

Sergiden bazı fotoğraflar:

[Ssyal ağlarda TAKİP ET]