Her Savaş Kendi Meydanına göre Büyüktür!

Büyüdükçe dertleri de büyüyen canım Aydın ; kendi de dertleri de daha büyük İstanbul beni bekler. Her savaş kendi meydanına göre büyüktür.

Bazı kitapları okumaya ‘hediye edilmedikçe’ sıra gelmiyor. Bu yolculuktaki son dakika arkadaşım ‘Ustam ve Ben’ ;) Bizim Turunculara (Ziya ve Deniz’e)  teşekkür ederim.

Bu, uzun yolculuğumun en korktuğum kısmını atlattığımın resmidir; çok şükür ;)

Dokunduğumuz Hayatlar Doyamadığımız Yaşamlar

Metrobüslere gün içinde binince istanbul’u bir uçtan bir uca oturarak gitmek, kitabı da keyifle okumak mümkün oluyormuş. Benim suçum sürekli şikayet ettiğim metrobüsü sadece mesai saatleri içerisinde en yoğun olduğu zaman kullanmammış. Yoksa hepsi iyi çocuklar, sakin yolcularmış.

Sabah epey yağmur yağmış İstanbul’a. İstiklal Caddesi’ni ilk defa bu kadar rahat ve güzel görüyorum. Hafif ıslanmış cadde, hem tenha hem de huzurluydu. İstiklal’de yürümekten hiç bu kadar keyif almamıştım.

Çarşamba günü kendisiyle röportaj gerçekleştidiğim Lale Hanım’ın fotoğrafları içime sinmemişti. Röportaj sırasında söylemeyi unuttuğu bir detayı paylaşmak için Cuma akşamı aradığında gelip fotoğraflarını yeniden çekmek istediğimi söyledim; beni kırmadı. Telefonda tarifle evini bulamam diye beni röportajı yaptığımız kafede karşıladı. Hızlı adımlarla küçük dünyasına doğru yol alırken ona yetişemediğimi fark ettim. ‘Lale Hanım ne kadar dinçsiniz, size yetişemiyorum’ dedim; ‘E siz gençler şimdi böylesiniz’ dedi. “O kadar genç değilim oysa” dedim. Kaç doğumlu olduğumu sordu, “81’liyim” dedim. “Doğru o kadar da genç değilmişsin ama bizimle kıyaslayınca baya bir küçüksün’ dedi.

Lale Hanım'ın hediyeleri

Lale Hanım’ın hediyeleri

Kapıda bizi Fethi Naci’yle 2 yıl boyunca aşk yaşayan sekiz yaşındaki kedisi karşıladı. Önüme yüzlerce fotoğraf ve onlarca kitap koydu Lale Hanım. Kitapların hepsinde Fethi Naci’nin kendi el yazısıyla Lale’sine notlar düşülmüştü. Kitap kapaklarındaki o notların, Naci’nin kedisinin ve Lale Hanım’ın fotoğraflarını çektim. Düzenlenmeyi bekleyen yüzlerce fotoğraf sayesinde Naci’nin hatıraları arasında gezinirken çok beğendiğim bir iki fotoğrafının görüntüsünü de aldım. Bunların arasında son çekildiği vesikalık fotoğrafı da bulunuyor. Birkaç ilave sorunun daha cevabını aldıktan sonra Lale Hanım’ın hediye ettiği iki kitap, Naci’nin Yaşar Kemal’le aynı masada olduğu bir fotoğraf ve yine Naci’nin özenle sakladığı siyah beyaz bir dergi fotoğrafıyla yanından ayrıldım.

Cihangir  - İstanbul

Cihangir’in girişimci ruhlu küçük hanımefendileri

Çiseleyen yağmurun altında az önce ayrıldığım evde gezindiğim bambaşka bir dünyanın üzerine düşünürken birkaç metre ilerideki bu küçük hanımefendilerle karşılaştım. “Elinizdeki karpuzlarla sizi çekebilir miyim” diye izin istedim. Sonra Zerrin ve Duygu ile kısa bir sohbete daldık. Selanik balkonlu eski bir evin kapısı önünde kendi yaptıkları kolye ve bilekleri satıyorlardı. Teyzelerinin eviymiş. “Peki çok müşteriniz oluyor mu?” dedim, “günde 10 lira kazanıyoruz” dediler. Öyle ki sattıkları tüm ürünlerde 1’er lira indirim bile yapmışlardı. Bana almak isteyip istemeyeceğimi sorduklarında çoktan bir tane bileklik seçmiştim. ‘Kız arkadaşım yok ama anneme hediye ederim’ dedim.

İstiklal Caddesi'nin İrnalı müzisyeni

İstiklal Caddesi’nin İrnalı müzisyeni

Cezayir sokağından geçip İstiklal’e çıktım yine. Sonra fotoğraftaki İranlı müzisyenle karşılaştım. Birkaç dakika videosunu çektikten sonra yanına gidip ses kaydı almak istediğimi söyledim. En baştan çalmaya başladı. Böylece kafamdaki ‘Yavaşla İstanbul’ videosunun müziği de 1,5 yıldır İstiklal’de çalan bu arkadaş sayesinde ortaya çıktı. Benim yarım yamalak onunsa harika ingilizcesiyle ayak üstü sohbet ettik, Beyoğlu’nda arada iki yerde çaldığını anlattı. Ona e-vren günlüğü kartını verip oradan uzaklaşırken sanatını kaldığı yerden icra etmeye başladı. (İstiklal’den gelir geçerken bu genç arkadaşı mutlaka görürsünüz, selamımı iletin.)

Her sabah yeni bir hayata uyanıyoruz. Her sabah yeni bir İstanbul’a uyanıyoruz. Hayat, son nefes’e doğru hızla tüketirken zamanı, çok şeyi kaçırıyoruz dijital ekranlar karşısında. İstanbul’u televizyondan seyrediyoruz; hüzün dolu hayatları gazetelerden okuyor; aç kalmanın ne demek olduğunu sadece yarışma programından ibaret sanıyoruz. Ölenler gerçekten ölüyor; yaşam bir bilgisayar oyunu değil. Dokunabildiğimiz kadar çok hayata dokunmalı, Sait Faik’in kaleminden de hikayeler okumalıyız elbette ama çevremizdeki insanlardan da kendi hikayelerini de dinleyebilmeliyiz. Bizimle kalacak olan ürettiğimiz, dokunduğumuz, hissettiğimiz ve gerçekliğine ‘iman’ ettiğimiz şeyler.

Evren’i + Sosyal Ağlarda Takip Et

En İyi Evren, Henüz Keşfedilmemiş Evren’dir!

evrengunlugu.net © 2014

evrengunlugu.net © 2014

Merhaba ben Evren.

Az sonra okuyacağınız cümleler, uzun bir sürecin sonunda o çok sevdiğim Haziran ayında bu blogda ilk defa yayımlanıyor.

Sadece dünyaya geldiğim ay değil, ruhumun en güzel mevsimi, yüreğimin en çok ısındığı Haziran, aynı zamanda Şems’in Mevlana önünde yıkılıp karşı kıtaya savruluşunun yıl dönümü!

Takvimler, sonbaharın aşk dolu ayını, 2013 Eylül’ünü gösteriyor. Tam da İzmir’in düşman işgalinden kurtuluş günü, 9 Eylül! Belki de hiçbiriniz o güne kadar bana karşı bu denli cesur ve gerçek yaklaşamamıştınız.

Sen zalim bir insansın Evren.

Hırsın, öfkenin; insanın ahlakını değiştirmesine izin vermemenin erdemine inanırım. Kelimelerin gücünü, istenilirse ne kadar zehirli, kıyıcı, mahvedici olduğunu, üstelik bunun en alasını, en acıtanını yapabileceğimi bilen biri olarak hiçbir şey için hiç kimseyi kırıp dökmeye değmeyeceğine bütün kalbimle inanırım.

Ama sen zalim bir insansın Evren.

Kimilerine göre ‘Aşk’ kimilerine göre de bu ‘Dostluk’ niye bitti biliyor musun?

Senin ikili ilişkilerde vazgeçemediğin iktidar tutkusuyla, gücünü sınamak için icat ettiğin oyunlarına geldiğim için değil. Orta sınıf ahlakıyla yetişenlerin çok iyi bildiği o vefa duygusuyla, bana benzemeyeni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi değerli addederek, kıştan beridir sürüklediğim bu arkadaşlıkta hep içime sinmeyen, önceleri adını koyamadığım, içten içe hep rahatsızlık veren tuhaf bir sezginin; sonunda, bana rağmen pembe balonu patlatması yüzünden.

Sen en büyük harfler, en iri kelimeler ve büyük kahkahalarla gereğinden fazla sevgiden, iyilikten, dostluktan, sadakatten bahsederken çıkardığın gürültünün bana, hiç durmadan babamın, ‘İnsan en fazla kendinde olmayandan söz eder’ cümlesini hatırlatmasına engel olamadığım için. Sonunda bir reklam filmi hizmetine sunulan o kocaman kahkahayı, bir türlü sahici bir gülüşe benzetemediğim, insanın içine neşe yerine niye korku saldığını bir türlü keşfedemediğim için.

Benim hiç kimseyi kandırmaya kalkışmayacak kadar akıllı ve saygılı biri olduğumu unuttuğun için. Son olarak ‘zalimin meclisinde oturan da zalimdir.’ Zalimin meclisinde oturmak istemediğim için.

Bunları neden yazdığımı daha iyi anlayabilmen için küçük bir hikaye ile tamamlıyorum yazımı:

Bir leylek, kendine yuva yapmak için yer arar. Epey bir bakındıktan sonra pek ünlü bir alimin evinin bacasına yapar yuvasını, hem de bir şeyler öğrenirim diyerek. Bunu gören alim, ‘Vay sen benim bacama nasıl yuva yaparsın’ diyerek, büyük bir hiddetle, taş ve sopayla saldırır leyleğe. Leylek zar zor canını kurtarır ama kaçarken isabet eden taşlarla bir bacağı kırılır. Leylek adalete inanır; mahkemeye verir alimi ve kazanır davayı. Kadı, alimin de bir bacağının kırılmasına karar verir. Leylek itiraz eder hemen; ‘Aman Kadı efendi, lütfen ayağını kırmayın, kavuğunu alın yeter’ der. Kadı sorar ‘Neden?’; Leylek cevap verir: ‘Kavuğunu alın ki başkaları da zalimi alim sanıp kırılmasın.’

Aşk dolu yüreğimin incisi şehrin Eylül’ünde kavuğu elinden alınmış bir alim gibi beş ay süren o yolculuk sadece beni değil hepimizi büyüttü. Kâinat keşfedildikçe büyürken Evren, öğrenildikçe terk edilen küçük bir gezegene dönüştü. 2014’ün Sevgililer gününde önüme serilen bu cümleler ortada ne İzmir bıraktı ne de İstanbul. Hepimiz bu gerçeklerle yüzleştik, hep bir ağızdan ‘Aşk hak getire!’ dedik :

”Kendimi de koysam ayağımın altına
yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına!”

Şimdi ardımızda kalan ne? ”Aşk” olmuş olsaydı da yetişemeden kurumuş, solmuş olsaydı… Belki yine rahat eder, huzur bulurdu içimizde bi’ yerler. Fakat hastasının gözlerine bakamadan en mahçup tavrıyla ölümü anan hekim gibi kalbimiz. Başını kaldır da söyle, bak gözlerime: ”Ve ayağını kaldırıyor dünya, konuşurken benimle..”

Bilemiyoruz kabahati nerelerde arasak? Bozulan dünyada mı parada mı pulda mı? Yok, değil hiçbirinde. Kabahat yalnızca bizde. Çünkü şairin dediği gibi çoğu şey bedava. Su da hava da… Hatta ”Nasılsın?” diyebilmek de bedava. Hatır sorabilmek, gülmek, sevmek ve ince olan ne varsa bedava. Ama birini kırgın bırakmanın pahası sığmaz hiçbir cüzdana. Onun ederi, onun tamiri, o bambaşka. ‘‘Düşüyor içime dipsiz bir kova / yaşamak ne zor kalbi olana.”

Zor, onca karanlığın ardından güneşi beklemek. Öyle zor ki tam güneş doğarken uykuya yenilmek. Hayata yenilmek sonra, sonra sana. Böyle miydi kalanın kaderi? Hani giden hep Şems’ti? ”Ah unufak olsam ve desem ki / ağzın tat görmesin hayat, kandırdın beni.”

”Acıyan bir şeyim ben / buradan çok uzaklarda / ve koskocaman bir hansın sen, uğraşma bu çocukla!” Vurma bizi hevesimizden bi’ daha. Dediğin gibi “Çünkü bu çok saçma…”

Ne üzüyor biliyor musun? Birinin üzerine yük, sırtına kambur olmak. En acısı aşka mâl olmak. Sığamamak bi’ yere.. Ekstra masraflardan değil, küçük hesaplardan geldik bu hale.. Oysa ne tuhaf, bi’ feribot dumanı bi’ karton süt değerinde.. Ve bi’ kuru simitle doyardık biz, martılar bile.. ”Nasıl da paylaşıyor insan isterse..” Biz ki son yara bandımızı paylaşmıştık seninle.. Elimiz mahkum müracaat ediyoruz şiire.. Ne diyordu şair? “Yara bandı dağıtıyorum / İptal edilen biletler yerine.”

Böyle bir şeyler yazdırmıştı gidişin bundan beş ay önce bana. Beş gün değil beş ay!

Kolay bir hayat yaşamadığını bilmiyor değildim ki. Eğer bir kötü günden bahsetmemiz gerekiyorsa geçtiğimiz beş ayı konuşmak gerekir ki ne yazsam boş. Keşke birazcık müsaade etseydin bana, keşke birazcık açsaydın kendini, seni sevmeme engel olmasaydın keşke. Keşke ‘biz’ olabilseydik. Böyle demiştin bir yazında; Senden bir adım önde ya da arkada olmak değil, seninle yan yana olabilmek mesele. İşte biz bunu yapamadık.. Çok az, azıcık izin versen o küçük evreni kocaman bir sevgiyle doldurmak üzere şahlanmıştım ben. Ama elimi öyle bir anda öyle bir cümleyle bıraktın ki o eylül sabahı yere düşen bir porselen tabak gibi tuz buz oldu kalbim, o sesi işittim.

Seni severken ‘Evren başka bir adam, onun yüreği çok güzel ve bu da bizim en büyük servetimizdir’ diyerek sevdim. İstanbul’un serin bir Mayıs vaktinde bana doğru gülümseyerek gelen o adam bir ömür hep öyle gülebilsin yeterdi. Dedim Evren, bunların hepsini söyleyebildim.. Her ne ise artık sen doğrusunu bilirsin.. Olan oldu, birbirimizde güzel kalalım isterim.

Usulca, “Yaşadığın hayal kırıklıklarını tahmin edebiliyorum. Dikkat et ‘yaşattığım’ demiyorum!” diye not düştüm. İliştirmedim o notu hiçbir yere. Bunca zalim, bu denli gaddar addedilirken içimde yıkılan evrenleri nasıl anlatabilirdim ki? “Koca bir kâinat çöküyor, heyhat!” desem kime inandırabilirdim ki? Belki de bu yüzden tam bir yıl sonra yine bir İstanbul mayısında ‘Geri Dönüş’ün önünde dizlerimin üzerine çöküp teslim olmam gerekiyordu:

Kaç kez düşündüm bilmiyorum, sen mi yanlıştın yoksa ben mi yanlış yapmıştım.
Sonra baktım dedim ki bu dostluk hiç İstanbul’a has değil çıkarsız, naif
Bekli de İstanbul’a fazlaydık sırf bu sebeple
Bir avuç dostum vardı
Bazıları doğuştan mirastı, bazıları sonradan
Şimdi hakikaten bir dosta ihtiyacım var, saatlerce sıkılmadan konuşacağım ama
Özrümü en iyi bildiğim dilden şiirden anla diye yazıyorum.
Eğer sen de düşündüysen bir kere olsun bu hikâye niçin böyle bitti
Devamını birlikte yazmaya ne dersin?

Ah çocuk! Sen miydin uzatıp da tutulmayan ellerimden tutmak için geri dönen? Ben böyle can’a kurban olayım, öpüp koklayayım, sarıp sarmalayayım derken ben mi sana ağabeylik edemedim? Sen mi kardeşlik nedir, beceremedin? Ah dost! Mevlana da Şems karşısına ilk çıktığında ona nasıl dostluk edeceğini bilememişti ya; ben mi sana dostluk edemedim? Ah sevgili! Mecnun, Leyla’sına kavuştuğunda yaşadığı hayal kırıklığını sen bende yaşama istedim; ben mi sana sevgili olamadım? Sonra, sükût edip otururken yerimde bütün o parçaların gün gelip birleşeceğini biliyordum. Yaşadığım doğum sancılarına şahitsen sen de bilirsin; yüreğine dokunamadığım insanın gözleri önünde satır satır ölmek, böyle olsa gerek:

Sana şunu söylemeden edemeyeceğim ve de söyledikten sonra ebediyen başka da hiçbir şey söylemeyeceğim. En başından beri değil ama son zamanlarda aklıma seninle ilgili gelen ilk düşünce ‘çok kaba ve nezaketsiz’ olduğun! Kendimi haksız çıkarmak adına yaptığım bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. İyi bir insan olduğunu hâlâ düşünüyorum, zira fazlasıyla iyi bir insansın. Seni bulduğum yerde bırakmıyorum, aksine daha iyi yerlerde olmanı diliyorum. Ama defalarca arkadaşça yardım etme çabalarıma gösterdiğin kabalıktan ötürü tüm kapılarımı kapatıyorum.

Bedeni ve yüreği Egeli biri nasıl kaba olunur, pek beceremez. Yûnus ile Rûmi’yle yoğrulan bir ruh, Aşk’ı nasıl beceremez, bilinmez. Uzatılan el, sımsıkı kavranmıyor; dost, aşk’la kucaklanmıyorsa beni bulduğunuz yerde bırakın. Belki de ‘en iyi Evren, henüz keşfedilmemiş Evren’dir’. Belki de ‘asıl sevdiğiniz Evren, blogdaki Evren’dir.’

Ve yine o çok sevdiğim Haziran… 1 Haziran 2014

Her bir cümleden kendine pay çıkarabilen insan; sözüm ne sana ne ona ne de bir başkasına. Okuduğun bunca yazı, Evren’in Evren’le yüzleşmesidir. Hakîkati bulmak istiyorsan beni hakîkaten yalnız bırak. Ben sana kendi kitabımdan cümleler okuyup sorular soruyorken sen bana başka bir kitaptan cevaplar sıralıyorsan boşa zaman kaybediyoruz. ‘Aradığın ben değilim’ sözüyle ‘Aradığın bende değil’ sözü arasındaki fark ne büyük bir fark. Dokunduğumda hissettiğim şey, bana baktığında göremediğin şey! Ben bir çocuğun dünyasında ona yeni bir oyun alanı kurarken sen kendi oyuncaklarınla oynayıp beni umursamamayı seçtiysen şimdi hepimiz bu yazıyı baştan sona bir kez daha okuyoruz.

Öyle ki şeytan detaylarda, Evren satır aralarında gizli!

evrengunlugu.net

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

Bir Turuncu Aşk Masalı – İstanbul

Açılalı aylar oldu ama ben ilk kez 19 Mayıs’ta Marmaray‘a binip Kazlıçeşme’den Üsküdar’a geçtim. Açıkçası kapsüle benzeyen çok teknolojik bir araçla denizin metrelerce altından geçeceğimi hayal ediyordum ama Marmaray, bildiğin metroymuş ;) Ben de hevesimi birkaç yıla hizmete gireceği söylenen Havaray’a erteledim.

Marmaray’ı ilk kez kullanmama Ziya ve Deniz vesile oldular. Ağva tatili dönüşü İstanbul’a uğrayan ‘Bir Turuncu Aşk Masalı’nın kahraman çifti, onlara eşlik eden Kemal ile Özgül ve bize Üsküdar tarafı için rehberlik edecek Sehel’le Marmaray’ın Üsküdar çıkışında buluştuk. (İstanbul’da olmama rağmen Beylikdüzü’nden Üsküdar’a bizim çocuklardan önce varamadım; böyle de garip bir durum yaşadım.)

Gençlerin akşam uçakları olduğu için kısıtlı zamanda Anadolu tarafından ayrılmamak daha doğru olacaktı ve karşı yakayı neredeyse hiç bilmediğim için Sehel’den yardım istedim; o da bizi ilk olarak Fethi Paşa Korusu‘na götürdü. Yemek yemek için sıra beklememiz gerekiyordu; görevli önümüzde 10 ailenin beklediğini söyleyince bizimkiler bu duruma haklı olarak biraz şaşırdılar. (Ama ben İstanbul’da her istediğin şeyin her an olmayacağı gerçeğine alışmaya başlamışım; onu fark ettim.)

kız kulesi

Kız Kulesi‘ni uzun bir aradan sonra bu kadar yakından görmek beni çok etkiledi. Fazla vaktimiz olsaydı orada oturup Kız Kulesi manzarasında keyif yapmak vardı ama malum İstanbul her zaman koşuşturmaların şehri.

Haydarpaşa Tren Garı

Mekân olarak son durağımız Haydarpaşa Garı‘ydı. Vapurla geçerken karşıdan gördüğüm Haydarpaşa’nın içine girmek, Türk filmlerine ve dizilere ev sahipliği yapmış merdivenlerine oturmak, duvarlarına dokunmak inanılmaz bir duyguydu. Son dönemde İstanbul’da beni en çok etkileyen mekan oldu Haydarpaşa. Öylesine terk edilmiş, öylesine mahzun ama bir o kadar da misavirperverdi ki… Çok görkemliydi ve çok cömertti!

Beraber geçirdiğimiz 5-6 saatlik vakit hızla tükenince ayrılık vakti gelip çattı; o kadar garip ki vedalaştığımız nokta Ayrılık Çeşme oldu. Herkes arabaya binip havalimanına doğru yol alırken arkalarında tek başıma öylece kalakaldım. Marmaray’la Kazlıçeşme’ye dönerken bir an İstanbul’un benim için yeni baştan başladığını hissettim. İnsanın sevdiklerinden hele ki kardeşinden ayrılması çok tuhaf.

Bu arada İstanbul’da gezilip görülecek yerler Avrupa’da daha çokmuş gibi geldi bana; belki de bu taraftaki yerleri daha çok bildiğim içindir. Bir de şu sonunca vardım ki aynı gün iki kıta arasında mekik dokumak yerine her iki yakaya 1’er ya da 2’şer gün ayırmak en sağlıklı gezi planı olabilir.

Gecikmeli yayımlayabildiğim bu yazıyı ‘Bir Turuncu Aşk Masalı’nın iki kahramanına küçük bir sürpriz olsun diye kısa bir videoblogla tamamlamak istedim. Bu blogun sürekli takipçileri Ziya ve Deniz’in fotoğraflarına aşinadır. İstanbul ziyaretleri sırasında çektiğim fotoğraflarından birkaçını önümüzdeki aylarda flickrevreni koleksiyonumdan paylaşacağım.


Bir Turuncu Aşk Masalı – İstanbul paylaşan: evrengunlugu

+ Sosyal Ağlarda Takip Et

 

Sen Bilirsin Neydi Oranın Adı?

bu kadar çok susuyorsam

Bu kadar çok susuyorsam İstanbul’u biriktirdiğimdendir.

Bazen yazmamak bazı şeyleri kendime saklıyorum demektir.

Bunu dalgın ama hızlı adımlarla rektörlük binasından (1) içeri girerken de düşünmüştüm. Tüm dalgınlığım güvenlik görevlisinin sesiyle dağılmıştı. “Bu yaşta bu kadar kara kara ne düşünüyorsun!”

Benim o dalgınlığımdan ve güvenliğin ağabeyvari ikazından çok yıllar önce; TRT 3’ün hâlâ heyecanını yaşadığımız dönemler. Yatak odasına bile 37 ekran siyah beyaz Philips televizyonu (2) koyan babam, misafir geldiğinde -hatta gelmeden- oturma odasındaki 55 ekran renkli televizyonu kapatırdı. ‘Televizyon sohbeti engelliyor’ derdi; hoş sohbeti çok severdi. (3)

O da çok susan ve belki de Denizli’yi, Aydın’ı, Viyana’yı (4) içinde biriktiren biriydi. Fırsatım olmadı bunları konuşmaya; zaten vakitte yoktu.

Blogda yazmadığım zaman gerçekten yazmıyorum sanıyor insan. Bir defterim var, sonra gönül satırım var sonsuz; zihnimin ya da gönlümün derinliklerine yazıyorum (dur belki); olamaz mı? Ama bir sözlüğüm yok mesela. Babam ölmeye yakın Almanca – Türkçe sözlüğünün (5) arasına gizli gizli yazmış. Vefat ettikten sonra fark ettik. 3 gün görebildik zaten babamı; hiç konuşamadan 3. gün öldü. Oysa o sözlükte bas bas bağırmış!

Şimdi ben babamın hiç seyretmediği Kanal D’de hayat bir ömür neşe içinde geçecekmiş duygusunu uyandıran reklamlar varken televizyonu kapattım. Kapattım da… hani sohbetlerine doyamadığı dostları babamın? (6)

Çekilmeyen bir fotoğraf varsa o da babamınkidir. Fotoğrafını çekemeyeceğim tek insan. Olsa çeker miydim? Çekerdim, hem de İstanbul’da! Muhtemelen o da büyük bir heyecanla benim arkamdan Safiye Sultan’ı da alır İstanbul’a gelirdi. Sahi babam İstanbul’u hiç görmüş müydü? Avrupa görmüş adam… Elbet İstanbul’a da yolu düşmüştür. (7)

Denizli’yi Aydın’dan çok severdi; köyü (8) ise hepsinden daha çok! Hayali hepimizi evlendirip barklandırıp oraya yerleşmekti. İster miydik? Annem için istemezdik sanırım; bizim memleketimiz doğup büyüdüğümüz Aydın olmuş. Ama şimdi hatta 19 yıldır orada babam, en küçük çocukları olarak anasının babasının yanında yatıyor. (9)

Adnan Menderes Bulvarı’ndan (10) Bey Camii’ne doğru çıkarken sağ taraftayız. Hem güneşli hem de tenha diye her zaman bulvarın o tarafından giderim. Ama sevdiğim her şey karşı taraftadır; aslında kaçtıklarım da… İşte korktuklarından kaçarken sevdiklerinden de uzak kalıyorsun. Tam da bunları konuşuyorduk.

Bir beyin takımına ihtiyacı var her insanın diye hemfikir olduğumuzda İstanbul’un en çekilmez noktalarındaydık. Metro, metrobüs, otobüs keşmekeşinin ortasında Şirinevler’in göbeğinde konuştuk her şeyi: Çok kalabalık her yer ama çok yalnız yüreklerimiz.

(1) Adnan Menderes Ü. Rektörlük Binası; yıl 2006
(2) Philips, bizim ilk tekevizyonumuzdu. Renklisini ve daha büyüğünü alınca Philips yatak odasına taşındı. Annemin koyu kahverengi ceyiz sandığının üzerinde dururdu.
(3) Misafir yokken babam hep futbol maçlarını seyrederdi; hatta sabahlara kadar ne kadar spor programı varsa hepsini takip ederdi. O yüzden yatak odasına da televizyon koyulmasına sevinmiştim. Çünkü ben futboldan çok sıkılırdım. Ama şimdi televizyonda özellikle futbol veya basketbol maçlarını açıyorum. Çok ilginç ama sesi uykumu açıyor ve fotoğraf veya yazıyla meşgulken daha üretken oluyorum. Okan Bayülgen’in programları da aynı etkiyi yapıyor bende. Bunu ayrıca bir yazıda uzun uzadıya yazmam gerek.
(4) Viyana diye genelledim; aslında babam Avusturya’da çalıştığı dönemler Dornbirn ve Bregenz’de durmuş. Ama annem oraya gittiğinde Viyana’yı çok gezmişler; sürekli anlatır. Hatta ben de oradayım; annem bana hamile, doğdum doğacağım yani burnu karnında gezmiş oraları. Fotoğraflarımız bile var.
(5) Sözlüğü hâlâ saklıyoruz, çok kalın. Babam öldükten sonra birkaç parça eşyasıyla birlikte verilmişti. Arasında hastalığının en kötü dönemine dair notlar olduğunu kimse tahmin edememiş herhalde. Sözlüğün yanında kasketi de vardı; bir ara takıyordum. Son günlerinde (son günleri dediysem topu topu 3 gün) giydiği yeşil renkli alt üst takım eşofmanını da az giymedim. Şimdi metrobüste yaşlı teyzelerin sorduğu atkım var, babamdan hatıra kalıp kullandığım. Beyaz yeleği de bende, piposu, pantolon askıları vs.
(6) Aslında o cümleyi birilerine taş atma amacıyla yazmadım. Babam misafirperver, dost canlısı biriydi. O öldüğünden beri o insanlar ortadan kayboldu, 19 yıl önce de garipserdim bu durumu. Biz de mi ölünce dostlar hiç yokmuşçasına… neyse..
(7) Babam, İstanbul’a hiç gitti mi (bu yazıyı İstanbul’da yazıyorum madem ‘İstanbul’a geldi mi?’ demeliyim) sormam lazım birilerine. Şu an çok geç bir saat, bunu sormak için.
(8) Köy, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Çağırgan köyü. Bir dönem beldeydi, yine köy mü oldu emin değilim.
(9) Bu vesileyle babamın ruhuna bir Fatiha okuyup gönderelim.
(10) Aydın’ın “bulvarından başka gezilecek yeri yok” denilen yer; Aydın’da kimi görmek istesen bulvara çıkman yeterli. Cadde boyu yüksek palmiye ağaçlarını gören misafirler genelde çok şaşırır ve beğenir. Oysa palmiyeler bize ilginç gelmez çünkü doğduğumuzdan beri onlar hep vardı.

Eğer Okumazsanız Doğru Sanayiye!

Annem ve rahmetli babacığımın ‘eğer okumazsanız doğru sanayiye!’ sözlerini kendime düstûr edindim ve ilkokul, ortaokul, lise, ilk üniversite, ikinci üniversite, yüksek lisans derken döndüm dolaştım yine sanayide gözümü açtım.

Haftanın 6 günü, günde 3 saatimi yollarda verimli bir şekilde harcayarak gidip geldiğim İkitelli Sanayii bölgesi İstanbulumuz’un güzîde sanayi bölgelerinden olup Türkiye ekonomisine katkısı büyüktür.

Eğer daha büyük bir sanayi bölgesinde iş yaşamınızı sürdürmek ve bu alanda kariyer yapmak isterseniz sizi en yakın KPSS dershanesi şubemize bekliyoruz. KPSS’ den alacağınız 89 ve üstü puanlarla Borsa İstanbul’a bile yerleşmenizi garanti ediyoruz.