Hayatımdaki fazlalıklardan kurtulmaya karar vermiştim, bu yönde ilk adımları atmaya başladım. İhtiyacım olmayan veya Freecycle‘ın sloganında olduğu gibi 6 aydır kullanmadığım için başkasına verme vakti gelenleri tespit edip dünyamı arındırmaya, tenhalaştırmaya çalışacağım. Söz konusu sadece eşyalar değil; kitaplar da buna dahil.
Bu kadar çok susuyorsam İstanbul’u biriktirdiğimdendir.
Bazen yazmamak bazı şeyleri kendime saklıyorum demektir.
Bunu dalgın ama hızlı adımlarla rektörlük binasından (1) içeri girerken de düşünmüştüm. Tüm dalgınlığım güvenlik görevlisinin sesiyle dağılmıştı. “Bu yaşta bu kadar kara kara ne düşünüyorsun!”
Benim o dalgınlığımdan ve güvenliğin ağabeyvari ikazından çok yıllar önce; TRT 3’ün hâlâ heyecanını yaşadığımız dönemler. Yatak odasına bile 37 ekran siyah beyaz Philips televizyonu (2) koyan babam, misafir geldiğinde -hatta gelmeden- oturma odasındaki 55 ekran renkli televizyonu kapatırdı. ‘Televizyon sohbeti engelliyor’ derdi; hoş sohbeti çok severdi. (3)
O da çok susan ve belki de Denizli’yi, Aydın’ı, Viyana’yı (4) içinde biriktiren biriydi. Fırsatım olmadı bunları konuşmaya; zaten vakitte yoktu.
Blogda yazmadığım zaman gerçekten yazmıyorum sanıyor insan. Bir defterim var, sonra gönül satırım var sonsuz; zihnimin ya da gönlümün derinliklerine yazıyorum (dur belki); olamaz mı? Ama bir sözlüğüm yok mesela. Babam ölmeye yakın Almanca – Türkçe sözlüğünün (5) arasına gizli gizli yazmış. Vefat ettikten sonra fark ettik. 3 gün görebildik zaten babamı; hiç konuşamadan 3. gün öldü. Oysa o sözlükte bas bas bağırmış!
Şimdi ben babamın hiç seyretmediği Kanal D’de hayat bir ömür neşe içinde geçecekmiş duygusunu uyandıran reklamlar varken televizyonu kapattım. Kapattım da… hani sohbetlerine doyamadığı dostları babamın? (6)
Çekilmeyen bir fotoğraf varsa o da babamınkidir. Fotoğrafını çekemeyeceğim tek insan. Olsa çeker miydim? Çekerdim, hem de İstanbul’da! Muhtemelen o da büyük bir heyecanla benim arkamdan Safiye Sultan’ı da alır İstanbul’a gelirdi. Sahi babam İstanbul’u hiç görmüş müydü? Avrupa görmüş adam… Elbet İstanbul’a da yolu düşmüştür. (7)
Denizli’yi Aydın’dan çok severdi; köyü (8) ise hepsinden daha çok! Hayali hepimizi evlendirip barklandırıp oraya yerleşmekti. İster miydik? Annem için istemezdik sanırım; bizim memleketimiz doğup büyüdüğümüz Aydın olmuş. Ama şimdi hatta 19 yıldır orada babam, en küçük çocukları olarak anasının babasının yanında yatıyor. (9)
Adnan Menderes Bulvarı’ndan (10) Bey Camii’ne doğru çıkarken sağ taraftayız. Hem güneşli hem de tenha diye her zaman bulvarın o tarafından giderim. Ama sevdiğim her şey karşı taraftadır; aslında kaçtıklarım da… İşte korktuklarından kaçarken sevdiklerinden de uzak kalıyorsun. Tam da bunları konuşuyorduk.
Bir beyin takımına ihtiyacı var her insanın diye hemfikir olduğumuzda İstanbul’un en çekilmez noktalarındaydık. Metro, metrobüs, otobüs keşmekeşinin ortasında Şirinevler’in göbeğinde konuştuk her şeyi: Çok kalabalık her yer ama çok yalnız yüreklerimiz.
—
(1) Adnan Menderes Ü. Rektörlük Binası; yıl 2006 (2) Philips, bizim ilk tekevizyonumuzdu. Renklisini ve daha büyüğünü alınca Philips yatak odasına taşındı. Annemin koyu kahverengi ceyiz sandığının üzerinde dururdu. (3) Misafir yokken babam hep futbol maçlarını seyrederdi; hatta sabahlara kadar ne kadar spor programı varsa hepsini takip ederdi. O yüzden yatak odasına da televizyon koyulmasına sevinmiştim. Çünkü ben futboldan çok sıkılırdım. Ama şimdi televizyonda özellikle futbol veya basketbol maçlarını açıyorum. Çok ilginç ama sesi uykumu açıyor ve fotoğraf veya yazıyla meşgulken daha üretken oluyorum. Okan Bayülgen’in programları da aynı etkiyi yapıyor bende. Bunu ayrıca bir yazıda uzun uzadıya yazmam gerek. (4) Viyana diye genelledim; aslında babam Avusturya’da çalıştığı dönemler Dornbirn ve Bregenz’de durmuş. Ama annem oraya gittiğinde Viyana’yı çok gezmişler; sürekli anlatır. Hatta ben de oradayım; annem bana hamile, doğdum doğacağım yani burnu karnında gezmiş oraları. Fotoğraflarımız bile var. (5) Sözlüğü hâlâ saklıyoruz, çok kalın. Babam öldükten sonra birkaç parça eşyasıyla birlikte verilmişti. Arasında hastalığının en kötü dönemine dair notlar olduğunu kimse tahmin edememiş herhalde. Sözlüğün yanında kasketi de vardı; bir ara takıyordum. Son günlerinde (son günleri dediysem topu topu 3 gün) giydiği yeşil renkli alt üst takım eşofmanını da az giymedim. Şimdi metrobüste yaşlı teyzelerin sorduğu atkım var, babamdan hatıra kalıp kullandığım. Beyaz yeleği de bende, piposu, pantolon askıları vs. (6) Aslında o cümleyi birilerine taş atma amacıyla yazmadım. Babam misafirperver, dost canlısı biriydi. O öldüğünden beri o insanlar ortadan kayboldu, 19 yıl önce de garipserdim bu durumu. Biz de mi ölünce dostlar hiç yokmuşçasına… neyse.. (7) Babam, İstanbul’a hiç gitti mi (bu yazıyı İstanbul’da yazıyorum madem ‘İstanbul’a geldi mi?’ demeliyim) sormam lazım birilerine. Şu an çok geç bir saat, bunu sormak için. (8) Köy, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Çağırgan köyü. Bir dönem beldeydi, yine köy mü oldu emin değilim. (9) Bu vesileyle babamın ruhuna bir Fatiha okuyup gönderelim. (10) Aydın’ın “bulvarından başka gezilecek yeri yok” denilen yer; Aydın’da kimi görmek istesen bulvara çıkman yeterli. Cadde boyu yüksek palmiye ağaçlarını gören misafirler genelde çok şaşırır ve beğenir. Oysa palmiyeler bize ilginç gelmez çünkü doğduğumuzdan beri onlar hep vardı.
Hülya‘nın daveti üzerine Hakan‘la birlikte bu akşam ADÜ Atatürk Kongre Merkezi‘ndeydik. İzmir Devlet Opera ve Balesi‘nin Türkiye Renkleri Grubu’nun türkülerimizi klasik Türk müziği* ve batı müziği ile yorumladıkları çok ilginç performanslarını hayranlıkla seyrettim. Ayrıca Aydın efesini baleyle yorumlamışlar, semazenle balerini aynı sahenede harmanlamışlardı.
Tatile girdiğimizden bu yana ilk kez öğrencilerimin yanındaydım bugün; okulun bahçesindeki kameriyenin altında buluştuk. Yaklaşık 3,5 saat beraberdik. Korktuğum başıma geldi; onlardan ayrılırken yine garip bir hüzün çöktü içime. Bir de hava kararıyordu artık; güneş batmıştı. Fotoğraf makinemi yanımda götürmeme rağmen hiç fotoğraf çekmedim. Fotoğrafları bilgisayara yükleyince onlara bakmak daha da hüzünlendirecekti beni.
Bahar Şenliklerinin başlangıç gösterilerini seyretmek üzere dün, ailecek yine ADÜ Merkez Kampüsteydik :) Baş döndüren bir program vardı ve saatler süren eğlenceli, bir o kadar da heyecanlı gösterileri peşisıra seyrettik. Bizim Efe, önce Aşuk’la Maşuk, sonra devenin ön ayakları :) sonra Karadeniz yöresi oyunları ve sonrasında da kolbastı oyunuyla tam bir marifetler gösterisinde bulundu. Bahar Şenlikleri’nin başlangıç gecesinin ilk yarısında Continue reading →
“4 yıllık bir emeğin sonucudur 3 Saat / Öss Belgeseli. 6 günlük bir malzemeden ortaya çıkmıştır.“ diye sonlandırdı sözlerini Serdar M. Değirmencioğlu. Kendisi bir akademisyen, aynı zamanda da 118 dakikalık bir belgeselden öte Türk gençliğini onlarca yıldır oyalama taktiğinin gözler önüne serildiği bu ibretlik projenin fikir babası ve yapımcısı… Adnan Menderes Üniversitesi birimlerinden ADÜ-Genç’in daveti üzerine, tamamlanması dört yılı bulan belgeseli yanına alıp Aydınlı gençlerin ayağına kadar getirmiş. Ancak, gelin görünki ne Aydın’ın liselerinden ne de kampüs içerisindeki fakültelerden öğrenciler ayaklarına kadar getirilen “yaşadıkları“ veya “yaşayacakları“ gerçeği anlatan belgesele Continue reading →
9. sınıflara derse giriyorum; “Hocam, 11A’daki Hüseyin benim abim.“ Allah Allah…
11. sınıftaki Mutlu ile Mustafa’nın kardeş olduğunu öğrenmem ise birkaç haftamı almıştı :)
“Hocam, neresi tuhaf bizim aynı okulda okumamızın?“ diyorlardı okul sıralarında, okul ünifomaları içinde onların fotoğraflarını çekmeye çalışırken. {2005-2006 döneminde biz üç kardeş Adnan Menderes Üniversitesi’nde okurken bizi tanıyan hocaların şaşkınlığı daha dün gibi gözümün önündedir.} Küçük bir kasabada onların bu durumu normal olabilirdi ama bilirim ki 12 öğrencimin birbiriyle kardeş olmaları atanacağım başka bir lisede sık rastlayacağım bir durum olmayacak.
Abi-Kardeş-Abla aynı dönemler aynı okulda okumanın güzelliğini yıllar sonra anlayacak olan öğrencilerimin beraber çekildikleri tek bir kare fotoğraflarının olmaması objektifimin saatlerce çalışmasını tetikleyen en önemli sebeplerden biriydi. İşte benim için, -en önemlisi de- o kardeşler için bir daha geri gelmesi mümkün olmayan yılların çok özel anıları: e-vren öğrencileri/flickr