Eğer Birgün Evlenirsem

Leyla ile Mecnun‘un destansı aşkını okurken insan, kendinden geçer; Ferhat‘ın Şirin için dağları delmiş olmasına hayranlık duyar. Asırlardır insanlara ilham veren, edebi anlatımlarıyla okuyanları büyüleyen bu hikâyelerin gerçekliğine baktığımızda nasıl da büyük acıların ve zorlukların yaşanmışlığıyla ortaya çıktığını görürürüz. Kerem de Mecnun da Ferhat da onca sıkıntıyı çekerken yüz yıllar sonra yüz binlerce insana keyif vereceklerini, aşk adına onların bir şeyler öğreneceklerini hiç hesaba katarlar mıydı? Onların tek derdi bir türlü düzlüğe çıkamayan aşk serüvenleriydi. Oysa şimdi o âşıkların yaşadıkları elimizde süslü ciltleriyle, edebi üsluplarıyla birer kitap, birer eser, kimi zaman da etrafa yapılan birer gösteriş unsuru.

Bu vakitten sonra şunu anladım ki eğer birgün biriyle evlenecek olursam o insanın Mesnev-i Şerif‘i hatmetmiş olmasını isterdim. Mevlâna‘nın ruhunu özümseyebilmiş, Şems-i Tebrizî‘nin görevini anlayabilmiş biri ancak beni huzurlu ve dingin bir yuvanın direği yapabilirdi. Belki o zaman 21. yüzyılın beni korkutan sanal gerçeklikleri arasında sığınabileceğim bir liman buldum diyebilirdim.

Eğer ki olmuyorsa, işte o zaman buna aşk evliliklerinin âhir zamandaki çaresizliği derdim.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

İki Gece Arasındaki Havlamalar

Dün gece onlarca yazı yazmış olmanın zihinsel yorgunluğu içerisindeyken birden İlknur‘un telefonuyla kendimi filtre kahve keyfinde bulmuştum ;) İlknur’un Saba Tümer’e benzettiğim arkadaşı da vardı ve Turkcell Blog Ödülleri için bana verdiği oyu sürekli başıma kalktı durdu ;) Gecenin 2’sine doğru İlknur’un cebine gelen bir marketin sucuk ve bulaşık makinesi deterjanı indirim mesajı ise çok komikti ;) Taksicinin sarhoş müşterisini indirip bayanları arabasına alması, sarhoş müşterinin kendisine geri uzatılan 50 TL’yi geri çevirmesi gibi detaylar da gözümden kaçmamıştı ;)

Eğlenceli biten bir gecenin gündüzünde yaşadığım çirkin bir olaysa Cengiz Aytmatov‘un Sen kendini biliyorsan, kendini bilmezlerin söyledikleri anlamsızdır. sözünü kulağıma küpe yapmam gerektiğini gösterdi bana. Rahatsızlığımın tek sebebi dişlerini göstermeye cesaret edemeden havlayan bir sokak köpeği idi. Havladığı için kızmadıysam köpeğe, bu ondan korktuğum için değil hayvan düşmanı biri zannedilmemem içindi ;)

Her şeye rağmen güzel hatırlamak için günleri güzelliklerle bitirmek gerekliydi. Bu günü de ılık bir İncirliova gecesinde Harun‘la Antep fıstığı yiyerek sonlandırdık ;) Kaç yıllık dostumun saatlerce kendisinden geçercesine yiyecek kadar kabak çekirdeğini çok sevdiğini yeni fark ettim. ;)

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Bir Çırpıda Okunan Hayatlar

Bir çırpıda okunacak bir yazı yazayım diye  bilgisayarımın başına geçip yazı yazma müziklerimi açtığımda yukarıdaki başlık aklımda değildi. Son eklediğim yazıdan bu güne neler yaptığımı size bir çırpıda yazabilirim belki ama hiçbirimizin hayatı bir çırpıda yaşanmıyor oysa değil mi?

Yazmam gibi benim her işim hayatta geç oluyor; buna 81 laneti de deniliyor; her şeyin bir vakti vardır, demek ki senin için henüz erken de. Bu durum neyle izah edilirse edilsin, ben hayatımdaki geç kalınmışlıkların, ağır aksaklıkların farkındayım; niçin böyle olduğununda…

12 Aralık’tan bu yana e-vren günlüğü’nün Blog Ödülleri 2011‘de ilk 10 arasında yer almasından dolayı tebrik eden arkadaşlarım var. Adı üstünde halk oylaması ve tebrikleri hepimiz adına kabul ediyor, ben de bizi tebrik ediyorum ;) Kişisel bir e-günlüğü bu denli sahiplendiğiniz için 7 yıldır olduğu gibi bugün de gururluyum.

Günlerdir facebook hesaplarımı birleştirmekle meşgulüm. Ben bunu yaparken Facebook da e-vren günlüğü profilinde Zaman Tüneli özelliğini aktif edebilmeme imkan tanıdı. Şu an için karışık görünüyor ;)

Bir de onlarca fotoğraf cdsi ile cebelleşiyorum. Vakti zamanında masaüstü bilgisayarım çöker möker diye cd yapıp arşivlediğim bütün fotoğraflarımı bu kez netbooka taşıyorum ;) Sonra da büyük bir keyifle cdleri kırıp atıyorum oh ;) İlk fotoğraf makinemi -ki hâlâ saklıyorum- 2004’te aldığım için fotoğraf arşivlerim o tarihten itibaren başlıyor. Bazı kareleri yeniden gördüğümde keyifleniyorum, bazılarında da hüzünleniyorum.

Önümüzdeki hafta e-vren günlüğü’nün 2006’den önce yazılmış ve {şurada} bulunan arşivini de tek tek buraya taşıyacağım. Üstelik yorumlarıyla birlikte ;) Bir de sosyal paylaşım sitelerindeki hesaplarımda kırık kırık yazdığım cümlelerimi burada ayrı bir başlık altında toplamaya hazırlanıyorum.

Sanal alemde işler bu şekilde iyi güzel de içimde garip bir hüzün var. Gurbet sabahlarına uyananlarınız ve tam da öylesi sabahlar da insanın içini yakıp kavuran o duyguyu yaşayanlarınız varsa, uzun uzun tarif etmeyeyim, işte tam da öyle bir hissin kucağındayım. Bu bloga yazılacak yazılar, okunacak kitaplar, seyredilecek filmler, çekilecek fotoğraflar, girilecek sınavlar, ölüm – düğün ziyaretleri hiç bitmez; ta ki insan bitene kadar. Benim yavaş ilerliyorum bu hayatta diye hayıflandığıma bakmayın, çok hızlı akıyor zaman; sürekli bir koşuşturma ve bir türlü varılamayan o otobüs durağını bulma derdindeyim. Sanki bir şey olacak da işleri sınavlar, bilmem ne telaşları bitecek deohhh! deyip şöyle bir rahatça oturacağım ve otobüse gelecek binip gideceğim. Ama nereye? Daha da kötüsü tüm duraklarda bir sonraki durağa varmak için daha farklı bir telaş başlıyor; o durak hiçbir zaman gelmiyor!

Yıllar önce en küçük kardeşim İbrahim daha ilkokul 1. sınıftayken öğrendiği tohumlar fidana şarkısını söylerdi yarım yamalak; hiç büyümesin hep böyle masum şarkı söylesin benim kardeşim der, çok duygulanırdım. 20 yıl mı ne geçti. Daha dün Hüss, ben ona elma rendelerken mutfağa yanıma gelip derste öğrendiği ilahiyi okudu. Taze portakal suyu mesele değil de… Hüss hiç büyümesin. Hiçbir çocuk hiç büyümesin. e-vren günlüğü de büyümesin, 10. yaşına girsin 3-4 yıl sonra tamam ama o da biz de hepimiz küçücük kalalım!

facebook’evreni facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Fotoğraf Çekecek Seni!

Bazen canım çok sıkkın oluyor; kendi kendime:

Baktın çekilmiyor bu hay’at; bırakacaksın, o çekecek seni!

diyorum. Fena mı ediyorum bilmiyorum? Benim fotoğrafı geç keşfedişim, sizin bu e-yaşam diyârını geç keşfetmenizden pek de farksız değil.

Bazı şeyler vardır, klasik şekilde yapılır. Birazcık dışına çıkıldı mı tepki çeker. Elimi attığım birçok şeyi beklenin dışında şekillendirdiğimi ya da yorumladığımı biliyorum. Bu, benim kalemim için de geçerli; fotoğrafı bir türlü “para kazanılacak” bir iş olarak değerlendirememle de alakalı. Bu konularda çevremdekilerin bana sürekli sorduğu 2 şey olur; daha ötesini onların kafası almaz, benim de kafam götürmez ;)

Şimdi durup durup bunları niye mi yazıyorum? Hani şu blog var ya: e-vren günlüğü. E bir de arada bir yazılarımda ileri zaman projelerimden bahsederim ya… İşte ben o fotoğraf makinesini elimde boşuna tutmuyorum. Elimde var’olanları kafamın aldığı şekliyle değerlendiriyorum ;)

Farkındayım; kendini okumak istediğin gibi YAZMA’nın; kendini görmek istediğin gibi FOTOĞRAFLAMA’nın gücünü ellerimde tutuyorum! Biz buna e-vren dünyası’nın ileri zaman projesi diyoruz. İsmini çoktan koydum; ezanını okumak kaldı. Epey bekledik; birazcık daha bekleriz.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Kimse’nin Hikâyesi

Onun adı bu yazıda Kimse. Yıllar önce Edebiyat bölümünde okurken Çalıkuşu romanı hakkında aradığı bilgi sonucu kendisini e-vren günlüğü’nde bulan ve o günden sonra dört yıl boyunca bu bloga uğramayan Kimse’nin hikâyesi bu yazı. 2007 yılında aradığı bilgiyi bulup çıktığı {çıkarken de ne artsit ne havalı biriymiş dediği} bu blogun yazarı, yıllar sonra rüyasına girecek ve Kimse, bu kişiyi internette tekrar arayıp bulacaktır. Kimse’nin hayatında e-vren günlüğü’nün varlığı değil mesele; mesele, bu blog vasıtasıyla anlatılan acıklı bir hikâyenin perde arkasıdır. Gerçek ismini gizleyip adını Kimse olarak şifrelediğim bu ziyaretçim, beni kırmadı ve hayatının en acı olayını benim sorularımla yeniden yaşama pahasına anlattı: Continue reading →

Benim Siyah Kalemim

benim siyah kalemim

Bilgisayarımı açmayı, yazı yazmayı, internete girmeyi dün geceden kendime yasaklamıştım; bugün yasağa da uydum.

Can Dündar’dan Lüsyen’i okumak güzel, bu güzelliği balkonda kahve içerek yaşadım. Sonra İmparatorların Dansı belgeselini seyrettim. Anne penguen yumurtasını kocasına emanet edip yemek bulmaya gidiyordu.

Uzun süredir uğramadığım o yere doğru yola çıktım. Aslında gidip gitmemekte kararsızdım; belki yanından yakınından geçer , bir daire çizer eve geri dönerdim.

Önce o yerin camında tanıdık bir yüz gördüm; köşedeki bakkaldan bir sakız aldım; içeri girmeye karar verdim. Elimde Can Dündar’ın Lüsyen’i vardı; oysa orada oturduğum süre boyunca okumadım; meğer evden buraya kadar kitabı boşuna taşımışım. Raflar arasında dolaşıp dergilere göz attım. Yeni Aktüel, Dil ve Edebiyat, Beşparmak dergilerini alıp oturdum. Yeni Aktüel’deki Orhan Pamuk söyleşisini büyük bir dikkatle okudum; siyah kalemimi çıkarıp yanımda getirdiğim müsvedde kağıtlara notlar aldım. Notları tutarken elimdeki siyah kalem dikkatimi çekti. Bu kalemle epeydir el yazısı yazmadığımı da fark ettim. Hep bilgisayar hep klavye… Geçen yıl da sınava hazırlık için kullanıyordum bu kalemi. Halbuki şimdi yine aynı mekandaydım. Sanki bazı emekler boşa gitmiş gibi hissettim.

Dikkatim hâlâ elimdeki siyah kalemde. Artık bu kalemle test şıkları işaretlemek, bana faydası olmayan notlar tutmak istemediğimi düşündüm. Böylesi daha güzel; bu, daha çok istediğim şey. Edebiyattan, fotoğraftan, beni mutlu eden şeylerden notlar almak…

Kendini Öldüren Babalar

Evlatlarından önce ölürse bir baba, bu onun suçu değildir. Arkada kalanların da suçu değildir.

Kapıyı çarpıp çıkarsa bir baba, suç çarpılan kapının değildir. Zaten tarih, yazmamıştır bir kapının çarpılmasının suç olduğunu.

Her baba evladını sevmelidir. Sevmezse suçtur. Bir evlat babasını sevemezse işte bu da babanın suçudur.

Yuvayı dişi kuş yapar, aileyi de baba ayakta tutar, diye öğrettiler bize. Büyükler sayılmalı, küçükler sevilmeliydi. Söylenenlere göre torun sevgisi evlat sevgisinden kat be kat fazlaydı. Hiçbir zaman gerçek çıkmayan masallar gibi bunlar da mı yalandı? Hangi baba evladını, kendi evlatlarıyla beraber kapı dışarı ederdi? Bu sorunun cevabını çocukluğumuzun hiçbir masal kahramanı veremezdi.

Şehir değiştirmek zorunda bırakılan evlatlar… Hayatları alt üst edilen evlatlar… Evi elinden alınıp “barksız”laştırılan evlatlar… Değişmeyen babalar, yumuşa(ya)mayan vicdansız yürekleriyle kin kusarlar.

Aslında suç hepimizin suçuydu. Suç, babalık onuruna ve evlat şefkatine sahip çıkmayan bizdeydi. Bizden daha büyük olanlar daha suçluydu, savaşı dur!duramadıkları için. Unutulan bir gerçek vardı: Koca bir imparatorluğu parçalayan baba – evlat anlaşmazlığı bir aileyi hayli hayli dağıtırdı.

Bugün bizler bir babanın ölümüne (gıyabında) tanıklık ettik, terk edilmek zorunda bırakılan diyarda bir avuç göz yaşıyla. Aslında geride kalan, zavallı enkazdan başka bir şey değildi, hemen sonrasında yepyeni bir hayat inşa edilecek olmasına rağmen. Bugün bizler ilk kez tecrübe ettik ki “bir babayı ancak kendisi öldürebilir”miş.