On altı ay süren ve sonuncusunu bir yıl önce gerçekleştirdiğim YouTube’daki canlı yayınlar sadece blog yazma merkezliydi ve blog yazarlarıyla yapılıyordu. Ancak bu on iki aylık arada aklımda yeniden video içerikler (vlog) üretmek vardı; konuyu, konukları yalnızca blog ve blog yazarlarıyla sınırlandırmak istemiyordum. Birkaç hafta önce karar verdiğim bu vlog fikrinin ismini Anlat Bana* olarak belirleyip ilk yayını Cihan Gülbüdak‘la yapmak üzere sözleştik.
Twitter’da aylar önce keşfettiğim, yazdığı kitabın her baskısını kendi elleriyle yaptığını öğrenince çok ilgimi çeken Cihan’ı takip etmeye başladım. Üstelik kendisi sayesinde ilk defa gördüğüm theremin denilen ve hiçbir şekilde el teması olmadan çaldığı bir enstrümanla harika müzikler yapıyordu. Cihan’la videoblog yapmak istediğimi söylediğimde henüz mayıs ayındaydık. Beş buçuk aylık bekleyişin ardından nihayet kendisi ve ilginç hikâyesi üzerine sohbet edebildik.
Bir dönem İstanbul’da yaşayan, hatta stüdyo bile açan Cihan, “Hiçbir zaman çok düzenli bir işim yoktu. Hep biraz orada biraz burada takıldım.” dediği günleri geride bırakıp memleketi Ordu’nun Fatsa ilçesine döndü. Telli çalgılara karşı alerjisinden dolayı theremin gibi ilginç bir müzik aletini çalmaya, yayınevleri romanını basmayı kabul etmediği için kendi kitabını kendi basmaya, parası olmadığı için alamadığı pahalı lensler yerine ucuz Sovyet sinema lensleri alarak da harika videolar çekmeye başladı. Vlogda, talihsizlikmiş gibi görünen olayların birer başarı hikâyesi gibi yansıdığı Cihan’ın hayatından sadece belli bir noktaya 15 dakikalığına odaklandık. Yayımlanmayan 10 dakikalık kısımda konuştuklarımıza da yazının devamında yer verdim.
Kitabımın hem yazarı hem mücellidiyim
Bir eser, Habis Kıssa isimli bir roman yazdın ama yazmakla kalmadın; onu materyal, ürün olarak bir kitap haline dönüştüren bütün ayrıntılarla da tek tek sen uğraştın. Buna da “Kendi kitabını kendi yapma hikâyesi” diyorsun. Önce en baştan başlayalım, Habis Kıssa romanını yazmaya fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu, on – on beş yıllık mazisi olan bir hikâye. Ben de herkes gibi çok hevesli, genç bir edebiyat tutkunu olarak yazmayı düşünmüştüm. İlk başta kafamda, bir roman yapayım kendim onu ciltleyeyim ve öyle dağıtayım gibi acayip sanat kuramı geliştirecek bir fikir yoktu. Sevdiğim yayınevlerine gideyim, onlara danışayım, bassınlar basmasınlar, onlar olmazsa sevmediklerime giderim derken romanımda şöyle bir sıkıntı olduğunu anladım: Romanımın içerisinde hiçbir yerli karakter yok ve bazı dini konular kurgusal. Bu, rahatsız edebilir korkusuyla yayınevleri romanımdan pek haz etmediler ve romana sıcak bakmadılar. Ben de uzun bir süre galiba ben kötü bir yazarım, zannettim. Çünkü yayınevlerinin bu tip bir şeyden bu denli korkacaklarını düşünmüyordum. Zaten on yıl evvel oluyor hikâye, Türkiye her zaman bir düşünce özgürlüğünün kalesi bir ülke değildi o zamanlarda ama şimdiki gibi de değildi. Ben zannediyordum ki ben ne kadar sert bir şey yazarsam yazayım kitaplaşabilir. Fakat öyle olmadı. Bir yandan da zaten benim yazma biçimim kalabalıkların çok da sevip sarmalayacağı bir şey olmadığı için bu iş yayınevleri tarafından ilgi görmedi. Sonra “Ben niye kendi başıma böyle metalaştırarak, kıymetini emekle artırarak insanlara sunmuyorum?” diye kendime sordum ve yapabileceğime inanarak romanı, bildiğimiz Amerikan baskı tekniğiyle değil de Ortaçağ teknikleriyle bastım. Kitabın hem yazarı hem mücellidi (ciltleyeni) oldum.
En başta öyle bir roman yazacacağım ki yayınevlerine göndermeyeceğim bile, kendim yapacağım kısmı çok havalı olurdu ama ne yazık ki o kadar havalı bir insan değilim galiba
Peki işin en zor kısmını, romanı yazmayı bitirdin. Daha da zor bir kısmı başladı galiba senin için, onu kitaplaştırmak.
İnsanlar bana hep “Neden senin kitabını 250 lira vererek alayım ki?” diye soruyorlar. Orada “çekiçle vuruyorum, dikiyorum, zaman harcıyorum iki buçuk üç gün sürüyor bir kitabın bitmesi” hikâyesi değil sadece. Oradaki asıl mevzu şu: Ben ilk yazdığım bu romanı bu şekilde metalaştırarak okura ulaştırma çabasıyla aslında benim ikinci – üçüncü romanıma ayıracağım zamanı satıyorum insanlara. Bu, ilk başta tasarladığım, kurguladığım bir hikâye değildi ama mecburiyetten, okura ulaşma sevdasından böyle bir yola giriştim. Bu sayede edebiyatın, sadece edebiyatın da değil sanatın içine girdiği kısır döngüden ancak bu şekilde anlamlandırarak çıkabileceğini fark ettim. Süreç bana bunu öğretti.
Bu hikâye acayip kıymetlenecek
O eseri yazmak mı senin için daha zordu, meşakkatliydi yoksa onu kitaplaştırmak mı?
Yapmak, yazmaktan çok çok zor. Mesela bazen yeni çıkan yazarların afişlerini görüyorum, acayip böyle havalı fotoğrafları falan filan. Acaba diyorum, yazsam bir yayınevine teslim etsem şöyle bir yaslansam fena olmaz mıydı? Ama bendekinin de başka bir gizemi, albenisi var. Şu an 400. kopya civarındayım. 666 adet olacak, sınırlı sayıda yapacağım romanı. 666 kopya bittiği, ben bir tane daha yapamayacak hale geldiğim, bunun üzerinden belki de on yıl geçtiği ve ben bu şekilde yazmaya üretmeye devam ettiğim zaman şunu göreceğiz ki bu hikâye acayip kıymetlenecek. Dolayısıyla bazen iç geçiriyorum hakikaten yazayım, yan yatayım. güzel olurdu ama bunun da daha değişik bir heyecanı var.
Ne kadar sürdü romanı yazman?
Romanı yazmam bir – bir buçuk yıl sürmüştü. Çok fazla tarihi kurgu içerisinde gelişiyor hikâye. İçerisinde parodi pasdiş gibi anlatım teknikleriyle süslemeyi çok seviyorum. Çok keyif alarak yazdığım bir romandı.
Romanı yazmak bir buçuk yılını aldı. Bunu bir kitap olarak hazırlaman ne kadar süreni alıyor?
Şimdi havalar serin. Ordu – Fatsa’da yaşadığım için daha rutubetli bir havası var. Tutkalın kuruması bazen üç günü bulabiliyor. Tutkalı bir kere değil üç dört farklı aşamada kullanıyorum. Bunların kuruması bazen üç günü bulabiliyor. Ama tabii bir roman için üç gün uğraşmıyorum. Aynı zamanda beş roman yapıyorum. Onu seri seri yaptığım zaman dört günde beş tane roman, beş kopya çıkartabiliyorum.
Şu tip problemlerle karşılaşıyorum. Dolar kuru yüzünden bütün kâğıt, mukavva, tutkal bile ithal olduğu için istediğin zaman satıcı sana satmıyor. Çünkü o da bilmiyor piyasanın durumunu. Karaborsaya çıkmış oluyor bütün bu malzemeler. Onu tedarik etmek biraz zor oluyor. O açıdan bazen on günü hatta on beş günü bulan siparişler de oluyor. Bütün malzemeler elimde hazır olduktan sonra galiba üç günde biter bir kitap.
Bu, birçok küçük parçadan oluşan çok büyük bir iş
Bir kitabı, sayfalarını eline alıp onu ciltlenmiş halde okuyucunun eline sunacak şekle getirme sürecinde aşama aşama tam olarak neler yapıyorsun?
Bu kendi içerisinde mikro birçok işin bir araya gelip de bir bütünlük oluşturuyor. Çünkü önce basılı, yazıcıdan çıkarttığım kâğıtları katlıyorum, fasiküllerine ayırıyorum. Sonra fasikülleri dikiyorum birbirine. Daha sonra sırtını yuvarlıyorum. Yuvarladığım bu sırtı çekiçle, tutkalla, başka bir mengeneye alıyorum. Daha sonra şirazesini dikiyorum. Şirazesinden sonra cildin kendisi ayrı bir hikâye. Bu, birçok küçük parçadan oluşan çok büyük bir iş aslında. En başta neden bu kadar zorlu bir teknik seçtiğimi ben de bilmiyorum. Aslında daha basit halde de yapabilirdim. Örneğin hayatımda kendi kitabımın şirazesi dışında gerçek bir şiraze hiç görmedim. Hatta normalde bizim gidip de pahalı deyip aldığımız bazı mücellit işi kitapların bile şirazesi gerçek şiraze değil. Benim yaptığım şey, örüyorum, tamamen yüz elli iki yüz evvel nasıl yapılıyorsa kitap öyle. Dolayısıyla pek çok küçük işin birleşip büyük bir olaya dönmesi hadisesi aslında mücellidlik.
Kitabı eşsiz kılan şeyler aslında yazarın amatörlüğü. Bundan daha büyük bir imza olamaz
Gerçekten de büyük bir olaya imza atıyorsun aslında ve söylediğin gibi belki bu, on yıllar sonra daha çok kıymeti bilinecek bir işe dönüşecek.
Ben öyle öngörüyorum. Kıymetten kastımız ne bilmiyorum ama şu çok güzel bir mevzu: Yazar yazmış ve sayfaları kendi katlamış, iplerini kendi dikmiş, şirazesini kendi çevirmiş, altın varağını kendi basmış. Bu zaten güzel bir şey. Bunun dışında da çok acayip şeyler var. Mesela tutkal hızlı kurusun diye güneşe bırakıyorum ama burası Karadeniz. Bir anda yağmur yağabiliyor. Yağmur, kitap kapalı kutuda olduğu için ıslatmamış ama sızmış, mürekkebi akmış. Şöyle bir ikileme düştüm, acaba bu kitabı kenara ayırsam mı göndermesem mi? Sonra açtım baktım öyle güzel olmuş ki? On yıl sonra şöyle bir tecrübe olacak o kitabı eline alacak kişide: Yazar serinlemek için denize gitmiş ama orada amatörlük yapıp balkonda bırakmış güneşte kurusun diye. Yazarın hayatından parçaları almak eline, bu çok güzel. Kitapta başlığı altın varakla basıyorum. Bir makineyle yapmadım, elle bastığım için hiçbir zaman tam ortalanmış olmuyor. Bazen bakıyorum yıldız biraz sağa kaymış ya da hepsi beraber ortalanmamış. Hiçbir kitapın bir eşi daha yok. Onu eşsiz kılan şeyler aslında yazarın amatörlüğü, mücellit olmayan bir yazarın mücellit olmaya çalışırken yaptığı amatörlüğü. Bundan daha büyük bir imza olamaz diye düşünüyorum.
İlginç ayrıntılardan biri de romanını sadece 666 baskıyla sınırlayacak olman. Neden 666?
Neden 666 adet? O da çok tesadüfü bir şey. Kitabın içindeki kurgu şeytanla ilgili olduğu için, gerçi bu yanlış hesaplamadır normalde şeytanı işaret eden İncil’deki ayet 616 olması gerekir ama 666 biliniyor. Bir de 6,6,6 daha ezoterik. Bir yandan da porsiyon açısından 666 beni iyi edecek, hem yapabileceğim bir rakammış gibi görünüyor hem de 100 tane de olmasın dedim 666 iyi. Şu an ikinci romanı yazıyorum, onu da 666 yapacağım büyük ihtimalle. Onun şeytanla da alakası yok ama ilk kitap olduğu için galiba öyle 666’dan gidecek.
Kitabın fiyatı her baskıda yükseliyor. İlk baskıyı ne kadara satmıştın, 666. baskıya geldiğinde kitabın fiyatı ne kadar olacak?
Arz talep, ekonomi, iktisat… o konuları şimdi çok öngöremiyorum. En başta 100 liraydı kitap ve o zaman hiç kimsenin kitap yazdığımdan haberi yoktu. Videolarla ve fiyatın uygunluğuyla insanların ilgisini çekmiştim. İlk yüz kitabı 100 liradan sattım. Sonra 120 liraya çıkarttım, o da 50 60 adet satıldı. Sonra 150 liraya çıkarttım, yine 100 tane satıldı. 200 liraya çıkarttım, yaklaşık 100 tane de o satıldı. Şimdi 380 400 arası bir yerdeyim ve şu an 250 lira. Napacağım, fiyatı nasıl artırabilirim daha bilmiyorum ama azaldıkça bir yandan bu kitap hiç bitmesin de istiyorum. Belki bin lira belki iki bin lira belki on bin lira olabilir son yapacağım kitap. çünkü bitmesin, orada hep kalsın istiyorum. O mühür elimde olsun, ben vazgeçtiğim zaman kapatabileyim. Birine hediye de edebilirim belki çok pahalı da olmayabilir son kitap. Çok daha manevi bir kıymeti olur böylece.
Türkiye’de yazarak para kazanan az sayıda kişiden biriyim
Şu saatten sonra Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden biri dese ki “Cihancım yeter yorulduğun, geri kalan baskıları biz hallederiz, yeni baskılar bizim yayınevinizden çıksın, DR’larda da kitapyurdu’nda da satılsın.” Kabul eder misin?
Yok etmem çünkü zaten başlarına bela almış olurlar; onları da düşünmem lazım. Bu yaptığım işin çok tatlı bir hazzı var. Bu, edebiyat mevzusu değil sadece bunun çok acayip paylaşım hissi olduğuna inanıyorum. Kitabın, ulaşan kitleye çok daha başka bir enerji geçirdiğine inanıyorum. Kesinlikle kabul edeceğimi düşünmüyorum. Bu Habis Kıssa için değil diğer yazacağım eserler için de geçerli. Edebiyat hikâyesinde sektörel anlamda şunu da konuşmamız gerekebilir: Az evvel saydığım fiyatları düşündüğüm zaman hiçbir yeni yazar bu rakamları kazanamayacak. Türkiye’nin en iyi yayınevinden çıksa da kazanamayacak, benim elimle yaparak kazandığım parayı. Dolayısıyla bu hem bana çok inanılmaz bir haz yaşatıyor, çok inanılmaz tatmin hissi var hem de açıkçası para kazanıyorum. Belki de bu anlamda yazarak para kazanabilen az sayıdaki kişiden biriyim Türkiye’de.
13 yıldır theremin çalıyorsun. Theremini, daha önce hiç görmemiştim, senin sayende öğrendim. Bizim alışılageldiğimiz müzik aletleri gibi telleri veya tuşları olmayan hatta el temasının bile olmadığı bir alet. Romanında da theremin, geçmiş ve gelecek arasında iletişim kurmaya yarayan bir cihaz olarak yer buluyor kendine. Bu aletin sırrını nasıl açıklarsın?
Theremin, elektrik kullanılan ilk enstrüman. 1960 öncesi, bizim bugün bildiğimiz anlamdaki elektronik müzikten daha evvel bir çağın enstrümanı. 1919 yılında bulunuyor. Theremin nasıl çalışır? Bir kütleye sahip olduğum için yaydığım manyetik bir alan var ve theremin de benim yaydığım manyetik alanın bir anteni sesin şiddetini ölçmek için algılıyor diğeri de frekansı algılamak üzere tasarlanmış bir cihaz. Yaydığım manyetik alanın, antenlerine olan yakınlığı ve uzaklığıyla alakalı bir çalışma prensibi var.
On yıl önce İstanbul’da metroda theremin çalıyorsun ama thereminin delirten enstrüman olduğu, senin de insanların psikolojisini bozduğun iddiasıyla birileri seni İstanbul Ulaşım AŞ’ye şikâyet etmiş. Bu sebeple belediye, metroda theremin çalmanı yasaklamış. Oysa sen bu talihsiz olayın hemen ardından Bakırköy’de şizofreni hastalarının müzikli terapi saatlerinde onlara theremin çalışıyorsun, başka bir kurumda otizmli çocuklarla da theremin eşliğinde bir çalışma yürütüyorsun.Böyle de ilginç bir durum yaşamışsın.
Hayatım ne yazık ki ilginçliklerle dolu. Mesela theremine başlama hikâyem de çok ilginçtir. Normalde gitar falan çalmak, müzik yapmak istiyorum çocukluğumdan beri. Şöyle bir sıkıntı oluyor: Ben çalıyorum; göz kapaklarım, dudaklarımın kenarları, dirseklerim kabarıyor, şişiyor, su kesecikleri çıkıyor, kırmızı kırmızı dökülüyor. Ama sadece gitara değil neye dokunursam, flüt de denedim. Dokta gittik, bununla ilgili test var. Sırtına bir şey yapıştırıyorlar, üç gün kalıyor ve oradan senin neye alerjin olduğu ortaya çıkıyor. Nikel ve krom gibi daha ucuz- adi metallere alerjim varmış. Gitarın telleri krom, nikel kaplıdır. Gerçi şimdi titanyum kaplı teller çıktı ama bu sefer de cilasına şey kapıyorum. Bir enstrümanı etüd edecek kadar uzun süre onunla vakit geçiremiyorum çünkü döküntü oluyor. Gerçi hâlâ oluyor. Mesela kerpeten, cetvel, mengene bunlar da etki ediyor ama tabii bunlardan para kazandığım için herhalde birazcık şey yapabiliyorum; bir de enstrüman kadar elimde tutmuyorum onları. “Ben herhalde bir şeye dokunarak müzik yapamayacağım.” dedim. Gittim, mikrofon alıp sokakta ses kaydediyorum. Bilgisayar ortamında müzik yapıyorum. Birgün YouTube’da theremin çalan bir kadın gördüm. İşte dedim, bu benim müzikal hayatımın kurtarıcısı olabilir. Kontakt Dermatit adında bir hastalık var bende. Onun sayesinde theremine başladım. Yoksa ben de herkes gibi “A ne kadar değişik bir şey.” deyip dönüp gidebilir, hayatıma bakabilirdim ama o, kurtarıcı gibi girdi hayatıma.
Paylaştığın videoları da kendi imkanlarınla çekiyorsun sanırım ama fotoğraf ve videoların da sana özel filitrelerden oluşuyor gibi. Sanki özellikle video konusunda özel bir eğitimin var, yanılıyor muyum?
Eğitimim yok ama videoları 60 70 yıllık Sovyet sinema lensleriyle çekiyorum. Makine yeni ama değişik aparatlarla Sovyet sinema lensleri kullanıyorum. Çok ucuza, 100 – 200 liraya alınmış lensler. Bazen Alman lensleri de kullandığım oluyor ama Sovyet sinema lenslerinin çok faydasını görüyorum. Acayip bir oynamama ihtiyaç kalmıyor onlar sayesinde. Sadece parlaklıkla oynuyorum, geri kalan her şey o lenslerin başarısı. Param yoktu, çok iyi lensler alamadım. Sonra böyle bir alternatif var, böyle bir şey yapabilirim dedim, çok da güzel oldu. İyi ki de öyle yapmışım, iyi ki de çok param yokmuş.
Temayı fark etmen şaşırttı beni Mustafa, henüz birkaç saat önce değiştirmiştim ;) Anlat Bana, beni de heyecanlandıran bir vlog. Bakalım nasıl ilerleyecek. Katkın için teşekkür ederim.
Harika bir yazı, harika bir video. Anlat bana fikri çok güzel abi. Yeni insanlar keşfetmek çok güzel. Takip etmeye devam edeceğim abi 😍 Bu arada yeni tema hayırlı olsun 😊