Bir Oyuncak Hatıra Fotoğrafları Projesi

Günlerdir kafam bu projeyle meşguldü, nihayet bugün Hüss‘ün de yardımlarıyla ilk adımı atmış olduk. Yaklaşık 45 dakika süren çalışmada Hüss’ün oyuncaklarının farklı açılardan fotoğraflarını çektim. Burada en önemli detay, oyuncakların duruşunun (senaryosu da diyebilirim) tamamen Hüss tarafından karar verilmesiydi. Biraz terledik ama yorulduğumuza da değdi.

Bu bir Oyuncak Hatıra Fotoğrafları Projesi. Çünkü, hala oyuncaklarını saklayan ve onlara değer veren hayatımdaki pek çok insanın oyuncaklarını da görüntülemeye devam edeceğim. Hüss ile yaptığımız çalışmanın photoshop çalışmaları bittikten sonra adını AncakOyuncak projesi koyduğum çalışmanın fotoğraflarını evrengunlugu/flickr‘da bulabilirsiniz.

Çok Şaşkınım

Uzun bir aradan sonra bugün ilk defa saat 8’de uyanabildim. Çok şaşkınım :)

Dün saatlerce Ziya’nın hediyesi 1000 parçalık yapbozu yapmakla uğraştım.

Sadece çöp dökmek için dışarı çıktığım pazar gününü proje yazarak sonlandırdım.

Son 24 saattir, yeniden akademik kariyer planları yapmakla geçiriyorum. Kafam karışık.

Sabah 8’de uyanınca, bir de hafif bir kahvaltı yapınca İşitin Ey Yarenler‘i bitirmek farz oldu.

Hüss Denizli’de, fotoğraf projesi için dönmelerini bekliyorum. Abim de nihayet gece uzun bir Ege sahilleri turundan geri döndü :)

Önemli gelişmelerin olacağı bir haftaya girdiğimi sezinliyorum.

Yine Bir 26 Haziran

Her seferinde 1 yıl daha “kocamış” olsak da Allah yokluğunu göstermesin 26 Haziranların :)

24 Haziran’da EFE‘nin sürpriz kutlamasıyla başlayan 26 Haziran festivali, benimle aynı gün doğan Ozan‘la bir araya gelmemizle devam etti, İlknur ve Fatih‘in bizim eve sürpriz baskınıyla son buldu :) Ebruların Sultanı “27 yılı devirdin, doğum günü mü kutluyorsun hala utanmadan” demesine rağmen işte seven sayan arkadaşların ve ailemin organizayonları sayesinde yine dolu dolu geçti. Napsaydım yani?

Şaka bir yana, doğum günleri çok önemli benim için. Askerdeyken mecburi olarak doğum gününü kutlayamadım çoğu arkadaşımın. Askerden döndükten sonra da bir iki arkadaşımın mutlu günlerini kutlayamadım. Zaten dikkat ettim, onlar da beni aramadılar :)

Gündem yoğun, kafa karışık, geleceğe not düşmek adına arayan soran her arkadaşa buradan teşekkür edecektim ama hepsine tek tek geri döndüm nasıl olsa.

Asıl hazırlık e-vren günlüğü’nün yıldönümü için. 27 Temmuz sizi bana, beni size kavuşturan ilk gün.

Doğunun Batısı: ELAZIĞ

Sevgili Elazığ, askerden döndüğümden beri seninle ilgili hiçbir şey yazmamış olmam rahatsız etti beni. Oysa sen, misafirperverliğinle, insana güven veren sıcaklığınla benim bu vefasızlığımı haketmiyordun.İnternette, askerlik yerim açıklandığında şok olmuştuk. “Elazığ nerede!” deyip, internetten haritadaki yerine bakmıştım. Aman Allahım ne kadar uzaktın Aydın’a. Annem gözyaşlarına boğulmuştu birden. Biz Konya’dan ötesine geçmemiş bir aileydik. Nasıl da gözümüzde büyümüştün. “Doğu’nun Batısı’dır” demişti Hüseyin Sinan abi senin için. Bağrından çıkartıp büyüttüğün Bodruk ailesini aramıştı.

12 Aralık sabahı ayak bastım topraklarına. Sevgili Mehmet abi karşılaşmıştı beni, hala neresi olduğunu hatırlayamadığım bir caddende. İlk zamanlar havanın Aydın’ın havasına benzediğini söylüyordum evdekilere. Güneşli, ılık. Sonra hayatımda görmediğim kar ve hissetmediğim soğuyu yaşadım. Ne bitmek bilmez bir rüzgarın vardı öyle. Nisan gelmiş hala üşümüş, mayıs yarılanmış rüzgarından gözümüzü açamamıştık. Tozun da rüzgarın da aklımda kalan en önemli ayrıntılar oldu.

Peki ya insanın, Elazığlılar… Ben bugüne kadar Elazığlılar kadar yardımsever ve iyi insanları henüz görmedim. Bunda hem Elazığ esnafının alışverişlerdeki tavrı hem de Bodruk ve Yüksel ailelerinin payı çok büyüktür. Askeri, polisi ve öğrenciyi sevdiğin, sıkmadığın herkesçe söylenir durur zaten. 156 gün boyunca Enes, Mücahit, Mehmet ve Fahrettin abiler yalnız bırakmadılar beni. Misafirini nasıl ağırlayacağını bilemeyen Elazığlılar, yabancı da olsa insanlara güven konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyordu. Yeğenim Zühre ziyaretime geldiğinde tatlıcıya paket yaptırırken, beklerken yiyelim diye bir tabak tatlı ikram etmişlerdi bize. 3-5 kuruşun hesabını yapmayan bir esnafın var uzun lafın kısası

Çarşı izinlerinde tek sıkıntım her tarafta et türü yiyeceklerin olmasıydı. Birgün pizzza pizza’nın yerini bulmuştum da nasıl da kendimden geçercesine yemiştim pizzayı. Bir de sürekli gece açan, gündüz kapanan gri gökyüzün yok mu… Günlerce içim sıkılır, daralırdı gönlüm. Harput Kalesi, aslında çok da görülecek bir özelliğe sahip değildi. Buna rağmen 3 defa çıkmıştım. Ancak onun çevresindeki mesirelik yerler çok daha güzeldi. Keban barajı yolundaki Çırçır Şelalesini ise anlatacak kelime bulamıyorum. Orası ne muhteşem bir yerdi öyle. Nizamiye’ye gelir giderken Hazar caddesini -hani kargoların Hazar şubelerinin olduğu cadde- kullanırdım. Orası bana çok ferah gelirdi, büyük keyif alırdım o kaldırımları arşınlamaktan. Bir de Sezgin’le her çarşıda mutlaka ilk uğradığımız Simit City vardı ki Aydın’da böyle bir yer yok diye çok üzülmüşümdür.

Genelde üniversite okunulan ve askerlik yapılan şehir sevilmez derler ama ben seni sevdim Elazığ. Yolum tekrar düşer mi bilinmez ama yılar sonra gelsem bile toprağınla, insanınla aynı samimiyletle beni kucaklayacağından şüphem yok.

Sınırlar Arasında / Banu AVAR

Türkiye’deki STK’ların işleyişini yakından takip edenler ve Soros’un bazı Türk STK’lar üzerindeki etkisinden az çok haberdar olanlarda, Banu Avar’ın aşağıdaki yazısı “ora’yla bura” arasında bir benzerlik duygusu uyandıracaktır:

Yugoslavya’da demokrasi projesinin uygulanmasında OTPOR yani “direniş” adlı sivil toplum örgütü başı çekti.

Amerikalı işadamı George Soros tarafından finanse ediliyordu ve Yugoslavya’nın dağılarak “demokrasiye geçişi”nde aktif rol oynadı. [s.14]

Türkiye’de seyredilme rekorları kıran dizilerin, milyonlar dağıtan, ucuza şöhret sunan yarışmaların Continue reading →

Futbol Savaşları

Galatasaray‘ın UEFA kupasını aldığı maç, 90 dakika boyunca seyrettiğim tek maçtı. Geçen akşam büyük bir zaferle sonuçlanan Türkiye-Hırvatistan maçı da isteyerek, bilinçli olarak baştan sona seyretitğim ikinci maç oldu. Maç kültürüne pek sıcak bakmayan biri olarak ya milliyetçilik damarım kabardı ya da popüler kültürün etkisi altına girdim. Mehmet AĞAR‘ın Kanal D Anahaber bülteninde söylediği “Futbol Milliyetçiliği” tanımlamasına ve hemen sonrasında Mehmet Ali BİRAND‘ın “turnuvalardan sonra hemen sönen bir milliyetçilik” yorumuna kesinlikle katılıyorum. Türkiye’nin reklamının yapılması, spordan güzel sanatlara kadar her konuda “en iyi olma” mücadelesi elbetteki desteklenmeli, takdir edilmeli. Öyle ki Eurovision şarkı yarışmalarını önemserken, böylesi büyük bir organizasyona katılabilme başarısını göstermiş Türk Milli Takımının maçlarını önemsememek nankörlük olurdu. Belki bu noktada Orhan Pamuk‘un -altında bir bit yeniği aradığım- Nobel Edebiyat Ödülüne olumsuz bakış açımı bile eleştirebilirim. Sertab Erener, Eurovision 1.si olduğunda duyduğumuz gurur ile Galatasaray’ın UEFA kupasını aldığında yaşadığımız onur duygusu arasında bir fark var mıdır? Şüphesiz yok. Kulvarlar hatta sektörler farklı olsa da kazanılan başarı mutlaka Türkiye’nin milyon dolarlarla ölçülemeyen reklamıdır, ülkemizin imajına olumlu bir katkıdır. Türkiye’nin Hırvatistan karşısındaki galibiyetinin sevincini yüreğimde taşıyarak bu satırları yazarken, -her ne kadar bireysel bir başarı- gibi değerlendirsem de Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü neden diğerleri gibi karşılamadığımı da düşündüm. Orhan Pamuk mu yoksa bir Türk yazar mı bu ödülü ald? Dünya o fotoğrafı nasıl algıladı, nasıl yorumladı…

HırWHAT-TÜRKO Savaşı

Abartmak, huyumuzda var. Milletçe çıldırmışken mutevazı değerlendirmeler beklemek pek de akıllıca olmazdı. Ama abarttığımızı düşünüyorum ben yine de. “Viyana kuşatması” tabirine takıldım. 650 yıl önceki Osmanlı askerlerinin heyecanına, çabasına ama buna rağmen hayal kırıklığıyla sonuçlanan mücadelesine gönderme yapılan bu benzetme ne kadar mantıklı? Futbol, modern savaş günümüzde. Artık bu spor dalını böyle görüyorum. Ama Türk tarihinin anlı şanlı mücadeleleri ile bir futbol festivalinin başarısını eşdeğerde görmek bana acımsısızlık gibi geliyor.


Fotoğraflar Kaynak: http://www.euro2008.uefa.com/photos/T=135/gallery.html

ben BİR ZAMANLAR küçük İDİM

]fh[ fotoğrafhikayeleri {Haziran 2008}

ben BİR ZAMANLAR küçük İDİM

Ben bir zamanlar küçüktüm. Küçükken sanki büyük bir adamdım.

Burnu delik spor ayakkabılarım vardı. Sokak kıyafetlerim ayrıydı. Pantolonumun dizleri çimlerde yuvarlandığımdan yemyeşildi. Çünkü bizim evin her yeri toprak, kargılık, ağaçlıktı. Bir baktım mı Telli Dede mezarlığından otobüs garajına kadar her yeri görürdüm.

Ben küçükken, İzmir Denizli yolundan geçen arabaları sayardım evimizin balkonundan. O zamanlar şimdiki gibi tepemizden bakan kocaman binalar yoktu önümüzde. Mahallenin en yüksek binasıydı bizim dört katlı evimiz. Pazardan hiç erik almazdık. Çünkü evimizin bahçesinin dört yanında bir sürü erik ağacı vardı. Gün gelir yenidünyayı, gün gelir iğdeyi dalından koparır yerdik.

Ben bir zamanlar sokaktan eve girmezdim. Cuma okuldan bir gelir, Pazar akşamına kadar sokakta deliler gibi oynardım. Hiçbir zaman akşam ezanından önce evde olmayı beceremezdim. Sokaktan eve gelince kardeşlerimle banyo sırası için kavgası ederdik. Kışın ilk ben yıkanmak isterdim, sırada bekleyip üşümemek için. Yazınsa en son yıkanmak isterdim ki, sokakta daha çok oynamak için.

Ben bir zamanlar evimizin yan tarafındaki yeşilliklerde yakan top, dokuz kiremit oynardım. Mahallenin çocukları öyle çoktu ki, her yerde neşe dolu sesler yankılanırdı. Sürü halinde dolaşır, toplu halde oyunlarımızı oynardık. Bir zamanlar rengârenk bilyelerim, her markadan gazoz kapaklarım vardı. Bazen üter, çoğunlukla ütülürdüm ve ben bir türlü bilyeyi doğru dürüst atmayı öğrenemezdim.

Ben küçükken her yerde kenker vardı. Dikenlerin arasına dalar kenkerleri bulup yerdik. Böğürtlenleri avuç avuç ağzıma atmaya, minik minik mantarları ayağımla ezmeye bayılırdım. Ben küçükken su birikintileri olurdu kocaman kocaman. Ve içinde kurbağalar, kurbağaların da minik minik yavruları olurdu. Kaplumbağaları ters çevirir, sonra acır düzeltir, yumurtalarını hayranlıkla seyrederdim.

Ben bir zamanlar uçurtma uçururdum. O zamanlar öyle sağlı sollu tellerle dolu değildi gökyüzü. Kendimden geçercesine uçurtmayı salardım masmavi bulutlara. İlk zamanlar kendi uçurtmamızı kendimiz yapardık, sonraları hazırları çıkmıştı. Benim ki Süperman’di, bazılarının ki de hep kartal… Uçurtmanın kuyruğuyla beraber hayallere dalar giderdim.

Ben bir zamanlar küçüktüm. Evimizin birinci katında oturan anneannem vardı. Günde defalarca ondan su isterdim. Ne evinin ne de balkonunun kapısı hiçbir zaman kapanmazdı. Dayımlar, teyzemler, dedemlerle aynı binada otururduk. Kavgalarıyla sevinçleriyle mahallenin en gürültülü apartmanıydık. Bahçemiz yıkanır, temizlenir, hep beraber çaylar içilir, börekler yenirdi.

Ben bir zamanlar küçüktüm. Küçükken sanki büyük bir adamdım. Ayda yılda izne gelen “misafir babam” vardı. Sonra yoruldu, hasta oldu, ameliyat olup tamamen “bizim babamız” oldu. “Baba nedir” keşfetmekle meşguldüm, “evlatlık nasıl bir şey” çözmeye çalışırken. Birgün babam öldü, yüreğim bir kere daha büyüdü. Ondan sonra bir daha çocuk ol{a}madım.

—–
Fotoğrafın Hikayesi: Fotoğrafı 3 Temmuz 2007 tarihinde Çankırı’da çektim. Bir Avrupa Birliği projesindeydik. Bizi taşıyan araçtan iner inmez göz göze geldim iki kardeşle. Balkonsuz bir evde geçen çocukluk… Yaşadığın mahallenin koşulları nasıl olursa olsun, bir çocuk için büyük bir nimettir balkon.