En Duygusal Günlerim

En duygusal günlerimi yaşıyorum :) Güldüğüme bakma dünya, beni bir tek ben anlıyorum!

Kış aylarını daha çok seviyorum, günlük hayatımız daha düzenli olduğu için. Ben boğazına düşkün biri olduğum için yemek saatleri kaymamalıdır. Öğlen 12-13’te mutlaka yemeğimi yemeli, akşam namazına müteakip akşam yemeği sofrasına oturmalıyımdır :) Yazları öyle olmuyor ama yemek saati hep değişiyor. Ama en sevdiğin arkadaşınla serin serin yıldızların altında saatlerce oturmanın özgürlüğünü de kış veremiyor yaz kadar. Bir de deniz…

BAŞIM SAĞOLSUN BANA

Senin yolların gül müdür, diken midir? Dağlarındaki ağaç mıdır, demir midir? Hayatımdaki “sen” dost mudur, yoksa düşman mı bana?

Yıkıp yeniden mi inşa’ ettin evreni kendi dünyanda? Gül serptim yollarına, diken mi sandın? “Gel ağacımın gölgesine, tutanacak dalın olayım” dedin; gümüşle demiri birbirine mi karıştırdın?

Dün dostuydun evrenin; bugün düşmanlarla aynı safta yer aldın. Sağ ol dünya; başım sağolsun bana!

 —

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

FEF’liden Öğretmen, Akademisyenden Dost Olmaz

Sözle ifade edemediklerimizi yazarak, yazamadıklarımızı da objektifimizden yansıyanları çekerek anlatmaya çalışıyoruz. Az konuşan, çok yazandır blog yazarı.

En güçlü silah aslında kalem. Mermi niyetine cümlelerin etkiliyse en yenilmez savaşçı sensindir. İki yumrukla halledemediğini tek bir cümleyle yerle yeksan edersin.

Birgül‘le sohbetimizin arasında “Edebiyat öğretmenim lazca konuşurdu, hiçbir şey anlamazdım” dedi. Edebiyat anfisinin sıralarındayken geldiği yörenin ağzıyla konuşan arkadaşları duydukça sinirlenirdim. Papağan olsa onca kitabı okuduktan sonra düzgün konuşurdu! Hele ki Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olup da hala yerel ağızla konuşanları anlayamıyorum. Bir Türkçeci, bir Edebiyat öğretmeni İstanbul Türkçesiyle konuşmalı, yanılıyor muyum?

ÖSS tercihleri sona erdi. Formasyon ve Fen Edebiyatlarla ilgili yazılarıma çok fazla yorum geldi bu zaman zarfında. Amacı öğretmen olmak olan varsa yeri eğitim fakültesidir. Bunun 1 yıla sıkıştırılmış tezsiz yüksek lisans adı altında verilen uyduruk formasyonla telafisi komiktir! Üniversitelerin ticari getirilerinden biri haline dönen şu formasyonla bizler ne öğrendik? İçimizde okul stajlarına gitmeyenler, işini bir şekilde halledenler olmadı mı, oldu. Bizim gibi doğru düzgün stajını yapanlar da ne öğrendi? Bence hiçbir şey. Misafir gibi gidip geldik okullara. Doğrudur, ne yazık ki sistem öğretmen olmak isteyip de puanı eğitim fakültelerine yetmeyen pek çok genci Fen Edebiyat Fakültelerine yönlendiriyor. “4 yıl okuyayım da sonra 1 yıl daha formasyon alır öğretmen olmaya hak kazanırım” diye düşünülüyor. FEF’ten içeri adım attığınızda hocalarınız zaten “biz akademisyen yetiştirmek üzere eğitim veriyoruz” diye kafanıza kafanıza vuracaklar. ALES’ten yüksek puan alabilir misiniz, formasyon için başvurduğunuz üniversitelerin mülakatlarından geçebilir misiniz, KPSS varmış, hazırlanmalıymışsınız hiç umurlarında olmaz. Akademik insanlara bu kaygılarınızı anlatamazsınız. Çünkü siz eğer Fen Edebiyatın kapısından girdiyseniz, bilimadamı adayı olarak yol almalısınızdır.

Yukarıda değinmeyi unuttum: Edebiyat bölümlerinde hoca olup düzgün konuşamayan akademisyenler de cabası :) O insanlar bir de her yıl bir iki öğrenciyi gözüne kestirir, “sen öğretmen değil akademisyen olmalısın” der. Hatta kurbanlarını daha da gaza getirip “rektör olamasan bile rektörü tayin edebilecek konumda olacak adamsın!” derler. 20’li yaşların heyecanı 40’lı yaşların entrikalarını anlayamaz. “Geleceğimi düşünüp önce formasyon mu alsam yoksa akademik eğitimime yüksek lisans yaparak devam mı etsem” diye (haklı olarak) bocalarken, “Aman yavrum, aman efendim” diye karşılandığınız akademisyenlerin kapısında birgün “cesaretsiz!” damgası yersiniz. Akademik dünyanın nankörlüğü çoğu üniversite öğrencisi için özel bir tecrübedir. Orada baba-oğul, abi-kardeş ilişkisi birilerinin torpili karşısında bir kalemde silinir. Yanılıyor muyum?

Dünyayı Kurtaran Adam Olmak

Dünyayı kurtaran adam olmaya gerek var mı, daha kendini kurtaramadan?

İntihar eden adam olmak‘tan bahsederdin bir zaman; oysa şimdi yeniden dirilip diriltme vakti ey insan!

Sıyrılabilir misin başkalarının hayatlarından, diğerlerinin dünyasından? Kurduğun cümlelerinin kurgusu, attığın imzaların gölgesi, giydiğin elbiselerin kalıbı hep aynı herkesle.

Bilir misin; kendin olmaya kalksan, ne çok yabancılaşıyorsun kendine.

Sen, dünyayı kurtaran adam ol!

Seni de kurtaracak biri çıkar elbet.

Yıktığın her dünyadan yeni bir hayat fışkırır elbet.

Alır birini, yaşarsın; kimbilir…

facebook’evreni facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Facebook Eleştirisi

Hani hiç sırasını bozmadan “siyah-beyaz, az-çok, aşağı-yukarı, iyi-kötü, zengin-fakir” diyoruz ya. Bu beni çok mahsunlaştırıyor :( Beyaz-siyah demek istiyorum ben! Sonra aşağı-yukarı değil de yukarı-aşağı demek istiyorum. Çok-az, fakir-zengin de diyebilmeliyim. Bu özgürlüğü vermeli bana Türk Dil Kurumu! Ya da buna kim karar veriyorsa :)

Facebook‘ta “e-vren günlüğü” profili açmamı hala eleştirenler varken dün orada ilk defa yazıştığım bir kardeşim bana öyle şeyler yazdı ki, facebook profilini açmakla ne kadar doğru bir karar verdiğimi bir kere daha görmüş oldum. Sosyal Bilgiler öğretmenliği 3. sınıf öğencisi Tekin, “Evren abi, 3-4 aydır seni takip ediyorum. Hiçbir yazına yorum yapmadım çünkü bütün yorumlara tek tek yanıt verdiğini bildiğim için seni yormak istemedim. Bu sebeple yorum yapmamak bana daha doğru geldi” diye yazdı. En başta çok duygulandım. Gerçekten sizden çok şey öğreniyorum bu paylaşımlarda. Böylesine ince bir düşünce hiç aklıma gelmezdi. Kimbilir daha ne hikayeler var burada, orada, sizde… En baştaki cümleye geri dönüyorum: Bu facebook konusuna son kez değiniyorum. Sevgili Tekin gibi beni ısrarla okuyanlar var ben onları facebook profili sayesinde öğrenebildim. Her ziyaretçiden bir boy bir portre fotoğraf isteyip, “sizi görmek istiyorum” diyemem herhalde :) Hem ayrıca sayısı binleri bulan e-vren günlüğü ziyaretçilerinden şu an sadece 152’si e-vren günlüğü facebook‘ta :)

Bugün kardeşim İbrahim’le başka bir Türk Filmi seyrettik ama haftaiçinde Ziya’yla seyretitğimiz “Hayattan Korkma” filmini tavsiye etmeden yazıyı sonlandırmak istemedim. Bu film ben askerdeyken mi çekildi, hangi ara sinemalarda gösterildi bilmiyorum. Ben ilk defa seyrettim, çok da keyif aldım. Sıcacık bir Ege filmi “Hayattan Korkma” Türk insanının, Ege’deki mahalle komşularının, bizim köylü insanımızın dostluğunu, kardeşliğini birebir hissedebilmek istiyorsanız ilk fırsatta Hayattan Korkma’yı seyredin :)

Dünyaya Başka Gözle Bakmak

“Başka gözle” mi, “başkasının gözüyle” mi?

“Zannetmek” ve “sanmak” arasındaki fark ya da benzerlik, “sanat” ve “zanaat” sözcükleri için de geçerli midir? {Efe’nin sorusu, 24 saat dumanlı}

Ekmeğini Taştan Çıkaranlar” başlığı çok havalıydı, fotoğrafsa ayrı bir havalı… Hasan‘ın tamamen uzmanlık kokan yazısı, {ev sahibi olarak ayrım yapmam doğru olmaz ama} birebir içinde yaşadığı bir “gerçeği” anlatması bakmınından çok kıymetli. Ben hem bilgilendim, hem keyiflendim hem de her MisAfiR KaLeM‘de olduğu gibi gururlandım yine :)

Isparta, Kütahya, İzmir vs derken misafirlerin biri geldi biri gitti. Düğünler, dernekler tek tek ajandadan silinmeye başlandı. Büyük hazırlık için nefesler Ağustos’a kadar tutulmaya başlandı. Acaba 25 kişinin kaçı Akdeniz’in yeşilinde bir araya gelecek, merak ediyorum. Ben bir şeye çok heves ettim mi genelde olmaz. Bugüne kadar bunu tecrübe ettim :) Tekrarından korkuyorum.

Buradan öncelikle İngiltere’ye, sonrasında da ABD ve Avusturya’ya selam ve sevgilerimi gönderiyorum :) Selamımı alan, okuyan ya da duyan varsa “ses” versin.

Ayrıca Hasan’ın yazısının eklenmesiyle artan “MisAfiR KaLeM nasıl olunur?” sorularına da kısaca değineyim: Teklif çoğunlukla benden geliyor. Ve bu teklifi sunarken artık kişinin üniversite öğrencisi ya da mezunu olmasına dikkat ediyorum. Dikkat ediyorum derken, bunu prensip edindim. İyi bir Türkçe zaten mecbur.

PENCERE ÖNÜ

]fh[ fotoğrafhikayeleri {Temmuz}

İsmini bilmediği, bilip de unuttuğu pek çok insan geldi geçti hayatından. Büyük olmanın en büyük yükü, yol gözlemek oluyordu. Gençliğin deli çağları hızla akıp gidiyordu da, yaşlılığın ağır aksak dakikaları zamana inat geçmek bilmiyordu. Çoluk çocuk hiçbiri kalmamıştı kolunda kanadında. Bağrından indirmeye kıyamadığı bebeleri, ayda yılda bir gelen ve yolu gözlenen koca insanlar olmuştu. Pencere önü, geçmişi, kalabalık günleri hatırlatan, gelecek misafiri müjdeleyen bir görev üstlenmişti kendisine.

Bu yazıyı 11 Ağustos 2007 tarihinde not düşmüştüm güzel fotoğrafının altına. Şimdi kalabalık o pencerelerin önü. Yolunu beklediğin insanlarla dolu. Kimbilir belki yolunu gözlediklerinden bazıları hala yok, son yolculuğunda bile. Gençliğin deli çağları hızla akıp geçti. Yaşlılığın ağır aksak dakikaları son buldu senin için. Zaman artık yoktu. Doksan yılı aşkın ömründe kaç fotoğraf karesi sığdı, kaç objektif ölümsüzleştirdi varlığını bilinmez. Onlarca kez görüp geçirdiğin bir ilkbaharda misafir olduk evine. İlk ve son görüşmemizdi. Suyundan içtik, elinden yemek yedik, sohbetini dinledik. Ve çektiğimiz birkaç fotoğrafını önce bilgisayarımıza sonra zihinlerimize yerleştirdik. Birbirimizi unuttuğumuz dünya telaşında evinde yeniden misafir olmak kısmet olmadı. Bir çarşamba akşamı ansızın gelen haberle, fotoğrafların yeniden açıldı. Artık pencerenin önü boştu!

—–
Fotoğrafın Hikayesi: “Pencere önüne oturtup resmini çektiğin o güzel babaannem yok artık. İyi ki o resimleri çekmişsin teşekkürler” diyordu İlknur 16 Temmuz 2008 tarihli mesajında. 10 Mart 2007 tarihinde Karacasu’da çekilen bu fotoğraf İlknur’un babaannesine aitti. Ve çarşamba akşamı aldığım bu kötü haberle bu ay Fotoğraf Hikayeleri’ni ona ayırmak istedim. 13 Temmuz Pazar günü o pencereye veda eden babaannenin ardından dualarımızı eksik etmemek dileğiyle…