Zihinsel Görevlerimizi Google’a Devrettik!

dizüstü bilgisayar

Facebook başta olmak üzere sosyal ağların tutsaklığından nasıl kurtulabileceğimiz üzerine bir yazı yazmayı düşünürken olaya en baştan başlamam gerektiğine karar verdim. İki bölümlük bir yazının ilk kısmını ‘her şeyi Google’a sorma’ ama ille de ‘internete danışma’ alışkanlığımıza ayıracağım. Çünkü bugün efendisi olduğumuzu sandığımız sosyal ağlardan akıllı telefonlara kadar bizi kölesi yapan sistemin başında internet geliyor.

Üniversitede bir hocam, yine kendisi gibi akademisyen olan eşi kendisine bir sözcüğün anlamını veya nasıl yazıldığını sorduğunda cevaplamadığını, kalkıp sözlükten kendisinin bakması gerektiğini söylediğini anlatmıştı. Buna da ‘ben söylersem öğrenmeyecek, geçici hafızaya atacak ama zahmet edip sözlüğü açıp baktığında o kelimenin anlamını veya yazılışını bir daha unutmayacak’ şeklinde açıklamıştı. Bugünse artık ‘nasıl olsa Google biliyor’ diye düşünerek araştırma zahmetinden yoksun bir şekilde bilgileri ‘gerçekten öğrenmeyi’ öteliyoruz. Birbirimize bir şeyler sorma alışkanlığımız azalırken sorularımza aldığımız cevapları bile illa ki Google’a teyit ettiriyoruz. Üstelik oradaki bilgileri hiç tanımadığımız, uzmanlık alanından bile emin olmadığımız insanların yazdığını bile bile.

Şaşırtıcı ama bugün annelerine yemek tarifi soran kızların sayısı giderek azalırken tarifleri internetten öğrenenlerin sayısı artıyor. Daha da şaşırtıcı olanı yemek siparişini internetten verenlerin sayısının tarifleri internetten öğrenenlerin sayısını da katlamış olması.

İnsanoğlu, inernetin hayatımıza mobil teknolojiyle daha çok girmesi ile tarihinin en çok okuduğu dönemini yaşıyor. Bu söz konusu okumanın ne kadar nitelikli olduğu tartışmasına girmezsek hepimizin gerek blog, gerek sosyal paylaşım siteleri gerekse internet haber siteleri vs gibi birçok etken sayesinde çılgınlar gibi okuduğu bir çağı yaşıyoruz. Ancak bu okuma, nitelikli bir okuma mı, öğrenmemizi sağlıyor mu, kültürlenebiliyor muyuz tartışılır.

Zihinsel görevlerimizin neredeyse tamamımı Google’a devretmişken bu görevi akıllı telefonlar sayesinde mobil uygulamalar da üstlenmeye başladı. ‘Unutkan bir insan’a doğru emin adımlarla ilerlediğimizin bir göstergesi bunlar. Hafızalar arası iş bölümü burada devre dışı kalıyor ve biz o an öğrenmek istediğimizi alıp geri kalanınıWikipedia‘da zaten var’ deyip orada öylece bırakabiliyoruz. Bugün sokağa terk edilen hayvanlara üzülülüyoruz ama insanlığı bugünlere getiren o ansiklopedilerin akıbetini hiçbirimiz sorgulamıyoruz. Sahi, kütüphanelerimizi dolduran o AnaBritannica’lar, Meydan Larousse’ler bugün nerede?

cep telefonu

90’lı nesiller belki bilmez ama 80’li ve öncesi nesiller cep telefonları olmadan önce neredeyse tüm arkadaşların ev telefonlarını ezbere bilirdi. Öyle ki şehirler arası alan kodlarının çoğu hafızamızdaydı. Ben orta okuldaki sınıf arkadaşlarımın telefon numaralarını ezbere bildiğimi hatırlıyorum. Şimdi annemin cep telefonu numarası dışında ailemden başka hiçkimsenin numarası ezberimde yok. Niçin? Çünkü telefon rehberimde nasıl olsa kayıtlı ve numara tuşlamama gerek kalmadan herkesi tek bir tuşla arayabiliyorum. Peki ya telefonumun şarjının bittiği ve aileme ulaşmam gereken acil bir durumda ne yapacağım?

Küçük çocuklara belli bir yaştan itibaren kaybolursa lazım olur diye anne babasının adı soyadı, ev telefonu ve ev adresi ezberlettirilirdi. Şimdi bunu yapanlar hala var mı bilmiyorum ama insanoğlu beynini ‘nasıl olsa bir yerde kayıtlı, Google’da cevabı her zaman var’ diyerek bu tarz bilgilerle doldurmak istemiyor.

Google’a danışma alışkanlığı çevremizle olan paylaşımımızı en aza indirirken sosyalleşmemizi de zayıflatıyor. Yüz yüze iletişim sayesinde geçişken hafıza sistemini kullanırken internetin hayatımızı adeta istila etmesiyle (ki burada suçlayıcı bir ifadede bulunduğum öz eleştirisini yapmak istiyorum; interneti hayatımızın merkezine sokan aslında yine biz insanoğluyuz) hafıza anlamında kendimize yeni bir yardımcı bulmuş olduk. Ailemizle, yakın dostlarımızla kurduğumuz bellek bağını -ilginç bir şekilde- kolaylıkla internetle de kuruyoruz. Daha fazla bilgiye daha kısa sürede ulaşmamızı sağlayan internet, bu özelliğinden dolayı bilgisine danıştığımız insanların yerini alıyor. (Bu noktada kendisine bir şey soran çocuğuna ‘git internetten bak’ diyen anne babanın ona ne büyük bir kötülük yaptığının da altını çizmek gerekiyor.)

‘Google etkisi’ diye bir şey var; bu artık yüz yılımızım bir gerçeği. Google, bilgi paylaşımı yapacağımız insanlara duyduğumuz gereksinimi neredeyse yok etti. Üstüne üstlük artık ne kendimizin ne de arkadaşımızın bilgisine değil Google’ın bize vereceği cevaba güveniyoruz. Zor bir soru ile karşılaştığımızda ilk işimiz ya bilgisayardan ya da cep telefonlarımızdan internete girip cevabını aramak oluyor. Yeni edindiğimiz bilgiyi kalıcı belleğimize kaydedip kaydetmediğimizden bile emin olmadan sayfayı kapatıyoruz. Sanki asıl önemli olan şey o an o sorunun cevabını öğrenmek olduğunu sanıyor; daha sonra tekrar lazım olabilir düşüncesinden yoksunlaşıyoruz.

Kanlı canlı olmasa da internet 21. yüz yıl insanı için bugüne kadar tanıştığı hiçbir arkadaşa benzemiyor. 24 saat uyanık, her zaman var olan ve her şeyi bilen bir varlık. Bir arkadaş sohbetinde kahvelerinizi yudumlarken oradaki herkesin bilebildiğinden çok daha fazlası akıllı telefonun içinde, internetin engin sularında. Üstelik düşünmüyor; bildiği ne varsa kendinden emin bir şekilde saliseler içerisinde hepsini önünüze döküyor. Unutmuyor, bozulmuyor, hep güncel kalıyor. Bilgisayarınızı kapatsanız da elektrikler kesilse de o büyümeye, daha çok bilgiyle yüklenmeye hatta yeni tavsiyelerde bulunmak için sizi daha yakından tanımaya devam ediyor.

İnternetin verimliliği bizi öylesine esir alıyor ki birine bir şey sorarak vakit kaybetme, kütüphaneye giderek bilgiye ulaşma zahmetine girme, kısacası dışa bağımlılı olma’ durumlarından adeta kurtuluyoruz. Bir bilginin belleğimizde var olup olmadığına bile bakamadan hafızamızdan daha kısa sürede Google bize cevabı veriyor.

about.me.soyucok

Çoğumuz için internet artık bizim bir parçamız. Otobüste, yabancı bir toplulukta, hatta akşam ailecek birlikte otururken bile onsuz sıkılıyoruz. Daha az konuşuyor, daha az etkileşim kuruyor, daha az düşünüyor, zihnimizi yormuyor ve gittikçe kimliksizleşiyoruz. Tüm Facebook, Instagram, Twitter gibi sosyal ağ bağlantılarıyla dolu about.me sayfamıza rağmen kimliksizleşiyoruz. Göz alıcı fotoğraflardan ve Ömer Hayyam’ı bile kıskandıracak iletilerden oluşan birer sanal profillere dönüşüyoruz. Yüz yüze geldiğimizde iki kelimeyi bile bir araya getiremiyoruz belki ama internetteki sosyal hesaplarımızda harikalar yaratıyoruz.

Yeni nesil, Google sayesinde daha fazla soruya yanıt buluyor ve bunu kendi bilgisi zannederek daha akıllı olduğunu düşünüyor. Dünyanın geri kalanı hakkında daha az şey biliyor olmasına rağmen atalarından daha fazla şey bildiğini sanan ve Google’ın hazır cevaplığına güvenen yeni nesildeki öz güven, aslında sahip olmadığı bilgi ve becerilerle yüklü olduğunu sanarak hayatta yol almaya devam ediyor.

İnternetin fişinin çekilip dijital verilerin silinmesiyle dünya tarihinin ikinci Nuh Tufanı‘nı koparmak hiç de imkansız bir son değil.

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

İhtiyaç Fazlası Eşyan mı Var; Freecycle’da Paylaş!

freecycleArizona’nın Tuscon kentinte yaşayan Denon Beal, 2003 yılında yoksullar için eşya toplamaya karar verip Yahoo üzerinden 30 – 40 arkadaşından oluşan bir e-posta grubu kurar. İhtiyaç duyulan eşyaları arkadaşlarına göndermeye başladıktan kısa bir süre sonra Beal’in evinin deposunda eşya koyacak yer sıkıntısı başlar. Bir gazetede bu girişimin haber olarak yer almasıyla Beal’in  e-posta grubuna üye olanların sayısı hızla artar ve insanlar bir taraftan evlerinde artık kullanmadıkları eşyalarının yeni sahiplerini ararken diğer yandan da ihtiyaç duydukları eşyaların listesini paylaşmaya başlar. Freecycle adını taşıyan bu platform, 2005 yılına gelindiğinde 1,5 milyon insan tarafından kullanılan bir ikinci el eşya değerlendirme platformu haline gelir. Continue reading →

Blog Yazarlığı Aslında Ne Değildir?

blog yazarı

Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal paylaşım siteleri çıkıp da herkes birer internet yayıncısına dönüşmeden önce blog yazarlığı gerçekten ayrıcalıklı bir konumdaydı. Belki de bana öyle geliyordu ama ‘yazma becerisi’ tıpkı ‘iyi şarkı söyleyebilme’ gibi herkesin sahip olduğu bir uğraş olmadığı için mantar gibi türeyen birçok blog, ‘kopyala yapıştır’dan öteye gidemeyip internetin tozlu sayfaları arasındaki yerini aldı.

Birçok usta blog yazarı da söz konusu sosyal ağların yazma ve paylaşma pratiğine kapılıp bloglarını terk ettiler ve birer sosyal medya fenomenine dönüşme çabası içine girdiler. Bloglarını terk edip gitme konusunda haklı olabilirler; çünkü yorum yapan ziyaretçiler de çoktan Facebook ve Twitter’da tek bir tık’la beğen’meye alışmış; bloglara girmek, uzun yazıları okumak ve bir sürü bilgiyi doldurup yorum yazmak onlara zor ve sıkıcı gelmeye başlamıştı.

Bu, artık yaşadığımız bir gerçek; dönüşü olmayan bu değişim üzerine daha fazla eleştiride bulunmaya da gerek yok. Ancak ısrarla bloglarında yazmaya, üretmeye, paylaşmaya devam eden blog yazarları konusunda titiz davranmak ve biraz daha üzerilerine mercek tutmak gerekirse onların sanılanın aksine profesyonel bir yazar olmadığını görebiliriz. Zaten birçoğunun böyle bir iddiası da yoktur. Yıllar önce beni uzun süredir takip edip, yazılarıma yorum yapıp sonra bir gün (tam hatırlamıyorum ama) MSN Messenger veya Facebook Sohbet üzerinden benimle ilk defa yazışan Yasemin Hanım’ın (Bu yazıyı okuyorsa kendisine selam olsun) yaşadığı heyecanı unutamıyorum. Benimle yazıştığına uzun bir süre inanamamış heyecandan sohbete bir türlü girememişti. O dönem öyle algılanan blog yazarları bugün aslında asıl kimliğine kavuşmuş durumda: En bizden, en kişisel ve en aramızda olan modern zaman yazarları!

O halde aslında blog yazarları ne değildir?

  • Profesyonel anlamda bir blog yazarı kesinlikle ‘okumayan, araştırmayan’ birisi değildir. Her ‘eli kalem tutan, klavyede döktüren kimse’ bir blog yazarı hiç değildir!
  • Blog yazarı, ‘okunacak mıyım, çok yorum ve beğeni alacak mıyım?’ endişesiyle yazan biri değildir.
  • Yazmış olmak için yazan, bunu da Google için bolca anahtar sözcüklerle doldurup soluğu Adsense’de alan biri blog yazarı değildir.
  • Blog yazarı asla kusursuz değildir hatta çoğu zaman güçlü de değildir.
  • Orhan Pamuk, blog yazmadığı; Elif Şafak kendisine bir blog açmadığı sürece hiçbir blog yazarı usta bir edebiyatçı, romancı, şair, yazar değildir.
  • Blog yazarı, ünlü olmak için yazan biri değildir. Yazarken ünlü olduysa da bu onun suçu değildir.
  • Blog yazarı, sosyal medya fenomeni değildir. O, bambaşka bir şeydir. Kendisini halktan, sokaktan, sosyal hayattan soyutlayan kişi hiç değildir. Blog yazarı sıfatıyla davet edildiği etkinliklerde ‘star’ edasıyla arz-ı endam ediyorsa Tarkan da Megastar değildir.
  • Blog yazarı, rengi olmayan biri değildir. Var olan siyasi görüşünü veya tuttuğu takımı okurların gözüne sokup onlarla arasında bir sınır çizen kişi blog yazarı değildir.
  • Blog yazarı sabahtan akşama internette yaşayan, her yeri internet bağlantısı dolu olan biri değildir. Blog yazarlığı bir meslek ve gelir getiren bir kapı olmadığı için çoğu zaman ödenemeyen faturadan dolayı internetsiz kalınabilmektedir.
  • Blog yazarı tahammülü sınırsız, her ağır sözü ve hakareti kaldıracak dayanıklılıkta biri değildir. Sosyal ağlar üzerinden kendisiyle bağlantıya geçip ona her şeyi yazabileceğinizi zannettiğiniz blog yazarı  kalpsiz, ruhsuz, duygusuz ve sizin emriniz altında çalışan biri hiç değildir.
  • Blog yazarı Türkçeden, Türkçe yazım kurallarından bihaber biri değildir. Yazarken ve konuşurken kullandığı dile saygı duymayan, ‘her şey’in ayrı yazıldığını; virgülün (,) noktalı virgülün (;) nerede kullanıldığını bilmeyen kimse kesinlikle blog yazarı değildir.

Bütün bu sıraladıklarım elbette ki işini profesyonel bir şekilde yapan, ziyaretçilerine (okurlarına) saygı duyan ve blog yazmayı önemseyen blog yazarları için geçerli. Onlara saygı duymalı, onları sevmeli hatta sahiplenmeliyiz. Peki ama nasıl?

Blog yazarlarına nasıl destek olmalı ve sahip çıkmalıyız; bir de bu konuya bakalım.

Blog Yazarlarına Yardımcı Olmak için Yapmanız Gerekenler

“Şeref-ül mekân bi’l mekîn” derler; “Mekânın şerefi, içinde oturan iledir.”

Blog yazarının hissiyatı ve buna mütekabil cümleleri yoksa, bu dijital mekânın, bu blog denen şeyin ne kıymeti var? Burayı takip ediyor, okuyor, yorumlarda bulunuyor, sosyal ağlarda paylaşıyorsanız kısacası bu blogu önemsiyorsanız gölgenin aslına bakmak lazım; eli kalem tutan şahsa. Blog yazarları bir anlamda yazdıklarıyla sahip oldukları bilginin ‘sadakası’nı paylaşıyorsa okur olarak bunun ne kadar farkındayız?

Henüz bir meslek olarak kabul edilmese de –zaten böyle bir duruma da gerek olduğunu düşünmüyorum- para kazanma, ün elde etme vesaire gibi sebepler haricinde gerçekten yazma tutkusuyla yazan blog yazarları için neler yapabiliriz; hayatımızdaki bir blog yazarı aile bireyi ya da arkadaş varsa ona nasıl davranmalıyız? Bu yazıda buna değinmek istiyorum. Yazının devamında da ‘Blog yazarı aslında ne değildir?’ sorusunun cevabı için sizi kendi bloguma davet ederek siz okurlara çift taraflı bir yazı okuma deneyimi sunuyorum.

– Blog yazarları da diğer tüm ‘yazan’ kişiler gibi bir üretim (kimilerinin deyimiyle yaratım) süreci yaşar. Bazen bu süreç blog yazarının iç dünyasına çekilmesine, gergin bir ruh haline bürünmesine ya da etrafında olup bitenlere karşı algısının zayıflamasına sebep olur. Böyle durumlarda ilk iş olarak onu yalnız bırakarak ilk yardımınızı yapabilirsiniz. Eğer yanında değil ve bu süreçten bihaberseniz aranıp sorulmama / vefasızlık sitemlerinizi bir süre daha erteleyebilirsiniz.

– Eğer blog yazarının eşi, anne babası veya kardeşlerinden biriyseniz blog yazarlığının amatör gibi görünse de profesyonel bir uğraş olduğunu anlamaya çalışarak ona bu yazım sürecinde varlığınızla destek olun. Tıkandığı durumlarda ona yeni konu önerilerinde bulunabilir, yazılarını ilk siz okuyarak ilk eleştiriyi yapmak istediğinizi söyleyebilir ve yazının son şekline birlikte karar verebilirsiniz. Ama burada da tekrar etmekte fayda var; yazan insanı lütfen yalnız bırakın ve onun için ortamın sükûnetini korumaya gayret gösterin.

– Yayımlanan her yazıyı okur olarak beğenmek zorunda değilsiniz. Yazılarla ilgili görüşlerinizde dürüst olun. Blog ziyaretçileri son yıllarda yorum yapmadan okuyup bloglardan ayrılma eğiliminde. Samimi olmak koşuluyla eleştirel yorumlarınızı onlardan esirgemeyin. Unutmayın, blog yazıları her zaman ziyaretçilerin yorumlarıyla tamamlanmayı bekleyen eksik yazılardır.

– Evinizde bir blog yazarıyla yaşıyorsanız –bence- çok şanslısınız. Bloguna yazı yazmak için bilgisayarın başına oturmuş bir blog yazarından daha savunmasız bir kimse olamaz; aynı zamanda motivasyon takviyesine de bolca ihtiyaç duyacağı bir anı yaşayacaktır. Çayını, kahvesini, hatta parçalara ayrılmış bitter çikolataları masasına usulca bırakıp büyük sevaba girebilirsiniz. Çoğu blog yazarı için kahvenin kokusu kadar masadaki görüntüsü bile ayrı bir huzur kaynağı, yazma motivasyonudur.

– Yazılarına odaklanabilmesi ve rahat çalışabilmesi için blog yazarına uygun ortamı hazırlamak bazen onunla birlikte yaşayan insanlara düşer. Bu konuda sorumluluk alın, sessiz ve düzenli bir oda ya da köşe hazırlayın. Daha da önemlisi onun yazmaktan keyif aldığı mekanına müdahale etmeyin. Örneğin, blog yazarı masada oturup çalışırken masanın altını elektrik süpürgesiyle süpürmeye kalkıp bütün atmosferi dağıtmayın. Yazılacak yazıyla önce zihin temizlenince zaten sonra el birliğiyle bütün ev rahatlıkla temizlenecektir.

– Yazmış olmak için yazılan her yazı, iyi bir okur tarafından hemen farkına varılır. Blog yazarının böyle bir hataya düşmesine engel olacak en önemli faktör yine etrafındaki kişiler ve okurlardır. Üzerine sohbet edilen konu hakkında beyin fırtınası yapılırken çok ilginç detaylar ortaya çıkabilir ve bunların‘Üşenme erteleme vazgeçme’ düsturundan yola çıkarak hemen yazıya dökülmesi gerekebilir. Böylesi durumlarda blog yazarını tetikleyiniz, durup beklemesine ve o düşüncelerin uçup gitmesine izin vermeyiniz.

– Blog yazarının kendisini iyi hissetmesini sağlayacak aralar onun üretkenliğini daha da artıracaktır. Fırsatını ilk bulduğunuz an ona iyi geleceğini düşündüğünüz sinema, tiyatro, yürüyüş, spor veya dışarıda güzel bir akşam yemeği teklifinde bulunun hatta bu konuda ısrarcı olun. Bunları yaparken blogdan, blog yazılarından bahsetmemeye özen gösterin.

– Bir blog yazarıyla yüz yüze gelindiğinde veya onunla internet üzerinden iletişim kurulduğunda yapılan hataların başında ‘Şu yazıda kimden bahsediyorsun?’ sorgulamaları gelir. Yazılarını okuduğunuzu ona mutlaka ifade edin ancak yazdığı herhangi bir yazıyı bu şekilde sorgulamayın. Bazı yazılar ‘O kendini biliyor’ tarzında yazılmış şifreli sözcüklerle kurulabiliyor ancak bu şifreleri çözmeye kalkmak işin magazin boyutuna giriyor.

– Elbette birçok blog yazarı arkadaşım bu maddelerin sayısını artırabilecektir. Son olarak takip ettiğiniz blog yazarlarının adreslerini, okuduğunuzda beğendiğiniz yazıların bağlantılarını sosyal ağ hesaplarınız üzerinden veya epostayla arkadaşlarınızla paylaşarak da onlara yardımcı olabilirsiniz.

Bütün bu maddeleri okuyunca gözünüzde amatör bir blog yazarından ziyade bir Orhan Pamuk canlanmış olabilir. Haklı da olabilirsiniz. 

Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

Siz, Siz Olun; Biri Ölürse Beğenmeyin!

Yıllar önce “öldüğünde tabutunu ‘beğen’ecekler” deseler mutlaka şaşırır kalırdım. Bugün, teknolojinin bizi getirdiği nokta ‘ölenin ardından bir Fatiha okumak yerine ‘beğen’ tuşuna tıklamak oldu. Oysa diğer tarafta Facebook yok; bilmiyor muyuz?

Geçen yıllarda Dijital Taziyeciler başlıklı bir yazı yazmıştım; yeğenim Ramazan’a anneannesini kaybettiği söylenmemişti ama çocuğun telefonuna peş peşe baş sağlığı (!) sms’leri yağmıştı. Başkaları, uygun zamanı ve ortamı bekleyen Ramazan’ın ailesinden çok daha hızlı davranıp üzerine düşen (!) görevi yapmıştı.

Talat Efe’nin 2010 yılında çekilen fotoğrafı ilk kez bu yazıda kullanıldı.

Yeni yılın ilk kötü haberi (ki her ölüm Allah’a kavuşmaysa buna kötü haber demek ne kadar doğru, onu da bilmiyorum) Talat amcamızın vefatıydı. 2010 yılının Aralık ayında Ziya’yla beraber kapısını çalmış ve saatler süren zengin sohbetine dahil olmuştuk. {Merak edenler kendisiyle yaptığım röportajı buradan okuyabilir} O, adeta yaşayan bir çınardı ve Aydın Efesi denilince akla gelen ilk isim Talat Efe, koca bir ömrü sırtlayıp 86 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Bir Ölüm Kaç Beğeni Alır?

Bugün cenazesi defnedildi; İbrahim’in, Evren’in en muhteşem Efe’si olmasında onun da payı yadsınamaz. Zaten İbrahim de Ne yokluğun dolar, ne hakkın ödenir.. Aldığım tüm övgüler senin, lakabım senin, Efelik senin… Şimdi attığım her adım da senin eserin.. Canım Dedem, Efem, Şairim mekanın cennet olsun… Ben nasıl yüklenirim yarın seni diye yazıyordu. 33 kişi tarafından beğenilen yazıya 18 baş sağlığı yorumu yapılıyordu.

Tam ekran yakalama 02.01.2014 215234

Bugün, toprakla buluşma vaktiydi ve Talat Efe, tıpkı Cahit Sıtkı Tarancı’nın yazdığı “Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misâli o musalla taşında.” mısralarında olduğu gibi tabutuyla baş köşedeki yerini almıştı. İbrahim’in cenazeden paylaştığı fotoğraf 12 kişi tarafından beğenildi (!) altına ise sadece 3 baş sağlığı yorumu yazıldı. Oysa yine biliyorduk ki Talat amcanın ve daha öncekilerin gittiği yerde sosyal medya yoktu. Bir tabutu beğenenlerin kaçı zahmet edip telefon açtı da baş sağlığı diledi ya da daha az zahmete girip bir Fatiha okudu? Öyle ya Facebook’ta ölenle ölünmüyordu!

Aramızdan Çoğu ‘Mobil Körlük’ Yaşıyor!

Instagram’da Talat Efe’nin 2010 yılında çektiğim fotoğrafıyla birlikte vefatını yazdığımda da peş peşe gelen beğeniler ‘mobil körlüğü’ bir kez daha ortaya koyuyordu. Beğenenlerin büyük çoğunluğu muhtemelen yaşlı bir efenin fotoğrafını beğenerek tık’lamıştı. Yazıyı okuduklarını sanmıyorum; okuyup da yorum yazmasa bile Fatiha okuyan kaç kişi vardı acaba?

Ölümü bile tüketir olduk internette. Tıpkı ömürleri tükettiğimiz gibi. Doğar doğmaz bebeğimizin cıbıl cıbıl fotoğraflarınızı sanal alemde eşe dosta sergileyen bizler ne vahim videoaları, fotoğrafları ‘beğenip’ geçmedik mi? Artık bir ölüm haberi, bir tabut beğenilmiş çok mu…

Hâlâ okumasını bilen ama vakti de olan varsa Fatiha… Talat amca ve es geçtiğimiz diğer kaybettiklerimizin ruhuna…

2014 İyi Oldu; Çift Sayı

Herkes gibi ben de yeni umutlarla girdim yeni yıla, üstelik yarı uyuyarak. Akşam elektrikler kesikti, geldi sonra tekrar kesildi derken günün iş ve yol yorgunluğu da üzerime çökünce 23.50 gibi yatağa girdim. Sitede oturanların yeni yıl çığlıkları arasında havai fişek seslerini yarı uykulu yarı uyanık halde işittim. Batıl inancı olan biri değilim ama 2014’ü yatarak geçirmeyi hiç hedeflemiyorum; her yıl bir önceki yıla göre bir basamak daha çıkabilmeli insan (;

Geçen yıl İstanbul’daki ilk yılbaşım diye önceleri televizyondan seyrettiğim Nişantaşı’ndaki sokak kutlamalarına katılmıştım; bu yıl da aynı yerdeki kutlamaları yine televizyondan seyrettim ama tek bir farkla: İstanbul’dan ve 25. kattan (;

facebook

2013 yılının sonuna doğru yeni bir karar aldım ve 2007 yılında açtığım Facebook profilimi kapattım. Haftalar öncesinden bunun duyurusunu ara ara yapıp arkadaş listemdekileri e-vren günlüğü’nün Facebook Sayfası‘nı beğenmeye yönlendirdim. Bazı arkadaşlar, Facebook profilimi kapatacak olmamı, sosyal medyadan çekiliyor olmam gibi yorumladı ve buna bir anlam veremediklerini söylediler. Oysa Facebook sayfası aracılığıyla blogda yer alacak yeni yazıları paylaşmaya devam edecektim.

Benim derdim, 2007’de büyük bir heyecanla kaydolduğum Facebook’tan bir birey olarak artık sıkılmış olmam. Bana sürekli yorum yapan ama sadece isimlerini bildiğim kişileri Facebook sayesinde onlarca fotoğrafıyla tanımak kesinlikle heyecan vericiydi. Ama bunca yıl sonra biraz gizemin ve biraz mesafenin daha mayhoş bir tadı olduğunu fark ettim.

Facebook, özel hayatlarımızı cömertçe sunduğumuz tam bir görgüsüzlük meydanı haline geldi. Arkadaş listemdeki arkadaşların neler paylaştıklarına pek bakmayan biri olmama rağmen bende bile bu intiba uyandıysa 24 saatini Facebook’ta geçiren arkadaşların da benimle aynı düşüncede olduklarını tahmin edebiliyorum. (Ya da vazgeçtim, Facebook’ta saatlerini harcayan kişi zaten bu durumdan memnundur.)

Facebook profilimi kapatınca kendimi daha dingin hissetmeye başladığımı söyleyebilirim. En azından paylaşımlarımı oraya buraya servis edeceğim diye 9’a bölünürken şimdi 8’e bölüneceğim ;)

Ah bir de Facebook’u tam bir dedikodu malzemesi olarak kullananlar vardı ki kendileri hiçbir şey paylaşmayıp eşin dostun yediğini içtiğini gittiği gezdiği yeri takip edip akraba ziyaretlerinde bunları anlatırlar. Ben bu sınıfa özellikle akrabaları koyuyorum. (Lütfen özel yaşamınızı paylaşma konusunda bu kadar cömert olmayın, gizlilik ayarlarınızı önemseyin ve samimi olmadığınız kişilerin sizin akşam evinizde hangi kıyafetle oturduğunuzu görmesine izin vermeyin)

Aslında Facebook profilimi kapatma kararımda en önemli etken bloguma daha çok yoğunlaşma isteğim oldu. Facebook, ilk başta bloga yazdığım yazılardan takipçileri haberdar etmek için bir araçken sonradan amaç’a dönüşmüştü. 2005 yılından beri tanıdığım bazı blog yazarı arkadaşlarımın birkaç yılda bloglarını terk edip Facebook’un derin sularında kaybolmaları bunun en güzel örneği.

Beni okumak, takip etmek isteyenin ilk ve öncelikli adresi yine blogum olsun istiyorum; o yüzden Facebook’la birlikte Linkedin profilimi de kapatarak şöyle rahat bir şekilde arkama yaslandım. Herkesi görgüsüz yaşam paylaşımları ve muhteşem kariyer basamaklarıyla baş başa bıraktım, pişman değilim ;)

Bloga yazı yazdığımda Twitter‘dan ve Facebook üzerinden haberdar olmak isteyenler için hâlâ bir şans var ;)

Mutlu yıllar Türkiye

Çocuğunuz İnterneti Kullansın, İnternet Çocuğunuzu Değil!

484650_544081308965743_224135580_n

18 yaşından küçük hiçbir çocuğun “Facebook, twitter, email” gibi özel şifresi ve hesabı olamaz; anne-baba tarafından çocukların bu hesapları her an kontrol edilebilir durumda olmalıdır.

18 yaşından küçük bir çocuğun internet dünyasında ‘özel’i olamaz. Çocuklarının sosyal ağlarda neler yazdıkları, hangi fotoğrafları paylaştıkları, neleri beğendikleri ve nasıl yorumlar yazdıkları ebeveynlerin sorumluluğundadır ve sürekli takip edilmelidir. 

İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eğitim Bilimleri Bölümü bünyesinde gerçekleştirilen araştırmaya göre 7. ve 8. sınıflarda “Siber zorbalık” artarken 4. ve 5. sınıflarda “siber mağduriyet” daha fazla. Üstelik öğretmenler de farkında olmadan ya da farkında olarak siber zorbalığa maruz kalıyor ve bunun oranı %7. Siber zorbalık NEDİR?

Milletin Sosyal Medya Takipçileri Erdal’ı mı Gerdi?

erdalerdogdu.com Yazarı Erdal Erdoğdu

Sosyal Medyada çok fazla takipçiye sahip olmanın önemli olup olmadığı ile ilgili tartışmanın fitilini ilk ateşleyen blog yazarı Erdal Erdoğdu oldu. Sonrasında Türkiye’nin en çok okunan diğer blog yazarları arasındaki paslaşma, Sosyal Medya Popülerliği’yle ilgili tadından yenmeyen bir  durum tespitini ortaya çıkardı.

Erdal’ın kafasına Sosyal medya’da popüler olmak… sosyal medyada iyi bir itibar sahibi olduğunuzu gösterir mi? sorusu takılıyor. Ona göre bu sorunun ilk etaptaki cevabı Evet olsa da Continue reading →