Akülü Araç Bağışı

26 Eylül:

Müjdeli haber {burada}

17 Eylül:

Duyarlı internet kullanıcıları bu sese kulak verdi, kimisi bursundan kimisi kıt kanaat geçindiği maaşından belli bir miktarı “çorbada benim de tuzum olsun” diyerek kampanyamıza bağışladı. Halen devam eden bağışlarda son 4 gün. 21 Eylül’de toplam bağış miktarını, isminin açıklanmasını rica edenlerin dışında yardımda bulunanların isim listesini burada paylaşacağım. 

Bir akülü araç alabilecek miktarda para toplandıysa (ki öyle ümit ediyorum) sevgili Kalemhane ve İstanbul’daki diğer blog yazarı arkadaşlar aracı alacaklar. Sonrasında teslimat sırasında çekecekleri fotoğrafları da yine buradan ve destek veren diğer bloglardan yayınlayacağız. Continue reading →

Yedi Satırlık Bir Şiirdir Ölümün

Yedi Satırlık Bir Şiirdir Ölümün

Fani dünyanın karşısında gözün tok
Kaderin karşısında boynun kıldan inceydi.
Bu bilinmeze yolculukta
Mahzun ruhunun ızdırabı dinmek bilmedi.
Evvela vatandan, sonra babadan-anadan
Zamansız ayrılırken; Yaratan “sıra sende!” dedi.
İndi melekler, bütün acıları çıkardı ruhundan.


Bayrama hazırlıyor ebedi istirahatgahını en büyük abim. “Babamızın mezarı çökmüş, yakışmıyor böyle” diyor. Önünde artık başkasına emanet adın soyadın, arkasında ismine yazılmış bir şiir olsun istiyor. En zor şeyi istedi benden abim, günlerce kan ağladı yüreğim. Benden sana ilk hediyem olsun, başucunda duracak olan.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Oğlan Analarının İdeal Gelin Adayı Kriterleri

Abi, e-vren abi!
Efendim Cengiz?
-Annem acilen sormamı istedi: Nasıl bir eş istermişsin?
Ooo tamam, not al hemen :)
-Abi dalgaya alma, elinde terlikle başımda bekliyor. Akşam düğüne gidecek de…
Hmmm anladım, annen klasik çöpçatan komşu teyze tayfasından :) Şöyle özetleyeyim öyleyse: Erkekleri baştan çıkaran hacimli saçlara sahip olsun, evin tek kızı olmasın, mümkünse abisi filan olmasın. Öyle facebook’ta Hi5’te profili mrofili olmasın. Oturmasını kalkmasını bilsin. Anadili gibi ingililizce, ha bir de ileri seviyede japonca bilmesi tercih sebebim. Eski Türk Edebiyatındaki bütün büyük şairleri, eserlerini, özellikle de servet-i fünun edebiyatının temsilcilerini özel hayatlarına kadar bilsin. Ne çok açık ne de çok kapalı giyinsin. Orta halli olsun, iyi yemek yapsın. Çocuk da kariyer de yapmaya müsait olsun.
-Abi, bu profil annemi aşar.
Bence de!

Hüss’ü okula almaya gittim. İki teyze :) konuşuyorlardı. Birinin oğlunun yaşı 30’a varmış. “Çocuğum o kadar bekleme dedim sana. Bak yaş ilerledi beğenemiyorsun kimseyi, dedim” diyor. Oysa bu teyzemiz gelin adaylarını asıl kendisi beğenmiyor anladığım kadarıyla. Oğlu koluna kimi takıp getirse “kadrolu memur değil” diye istemiyormuş. Şimdilerde bir de böyle bir durum söz konusu değil mi? Askerliğini yapmış, yüksek maaşlı bir işe sahip damat adayları dünya yaratıldığından beri kayınpeder ve kayınvalidelerin tercih sebebi olmuşken artık günümüz Türkiye’sinde ev hanımı olacak gelin adayları ağız burun kıvırılarak geri çevirliyor :) Öyle sözleşmeliymiş, ücretli öğretmenmiş mümkün değil; “benim oğlum kadrolu öğretmenle evlenecek” diye yırtınıyor anneler :)

Safiye Sultan, düğün dernek mevzuları açıldığında eşin dostun yanında sağ olsun “Evren kendisi bulsun, beni hiç yormasın” diyor :) Diyor ama yapacağından da geri kalmıyor. Analık işte, hangi ana evladını ne idüğü belirsiz el kızlarına kaptırmayı göze alabilir ki :) Sözde kız arayıp yorulmayı istemediğini söyleyen Safiye Sultan’ın son baktığı kısmet neredeyse Çin’de edebiyat öğretmenliği yapan biriydi. Az daha uğraşsa Jüpiter’e damat giderdim :)

Neyse, özel yaşamımdan bu kadar deşifre kafidir. Kimse beni nasipsiz, sahipsiz bir blogger zannetsin istemem. Ama gerçekleri de sakla sakla, bir yere kadar efendim :)

İftar Çıkışı e-vren Kameralarımıza Yakalandı!

Türk blog yazarlarından e-vren, dün akşam pek çok blog yazarı arkadaşına evrengunlugu.net adresinde bir iftar yemeği verdi. Aralarında Umar, Kayhan, Kaan, İbrahim, Servet, Dilara, Buğra ve Başak gibi ünlü bloggerların davetli olduğu iftar yemeği çıkışı görüntülenen e-vren, kameralarımıza saldırdı. Kendini bilmez blog yazarı olayla ilgili henüz bir açıklama yapmazken, olay anında orada bulunan adı geçen diğer blog yazarları da görevini yapan basın mensubu arkadaşlarımıza sahip çıkmayıp olay yerinden hızla ayrıldılar. [AHA]

{Burada, işte tam burada neyin gerçek neyin kurgu olduğunun ayırdına varamıyoruz. Bunu neden yazıyorum: Canım, yakaladığım bir kareyi hem kullanmak, hem eğlenmek hem de gelen tepkileri sorgulamak istiyor. Bir taraftan eğlence bir taraftan iş de diyebilirim buna. Kimine göre sosyal bir ağ, sanal bir dostluk, interkatif bir cemaat bu blog alemi. Hepimiz birbirimizden besleniyor, bir şeyler öğreniyor, hatta birbirimize yeni şeyler öğretiyoruz. Yazılan bir yazı, çekilen bir fotoğraf “sahibi” ne derse desin okuyucu tarafından kendi dünyasında kendi bakış açısıyla harmanlanıp anlamlandırılıyor. Tam da bu noktada ne e-vren günlüğü ne de bir başka blog adresinin, ürettiğini sorgusuz sualsiz paylaşmak ve bunun peşine düşmemekten başka bir durumu olmuyor. Gerçek yaşantılardan olduğu gibi, gerçekleşmesi ümit edilen hayallerden de ibaret bütün bu e-vren dünyası. Tıpkı çekilen o fotoğraf, yenildiği söylenen iftar yemeği ve üzerine yapılan espride olduğu gibi… Bir kere daha altını çizmeye gerek var mı: bu bir e-lektronik yaşam projesi’dir}

Bu HAYAT Kısa Bir SEYAHAT

Çekip çıkarsam seni rüyalarımdan, kazısam kara topraklardan, hesap mı sorsam.. Yoksa.. Yoksa hesap mı versem. Ah bir konuşsan, bir konuşabilsen… Ey hayat, söyle ben ne yapsam! Evin en küçüğüydün. Bu yüzden mi bütün güzellikler kısaydı senin için? Ne istediğin fark etmiyordu, ne olduğun önemliydi. Ya da kimin neye karar verdiği.

Gizli defterlere yazılmış şiirleri olan bir ağabeye sahiptin.. Küçüklerini bırakırken ardında bir yıldırımın şavkıyla, ölümün ilk acısını tattı gönlün…

Evin direği bir yıkıldı mı, ayakta tutanı olmuyordu. Belki de bu yüzden “Baş’ın sağ olması” dilenirdi ölü evlerinde. O direk yıkıldığında, sen başımdaydın. Çocukluk günlerinin çatısı göçtüğünde başına, neler yaşadın soramadım.

Hayat kısaydı, çünkü sen en küçüktün. İsimsiz bir fotoğrafının ardına saklamıştın hayatın bütün bu acımasızlığını. Bir portakalı alıp eline bir şiirle haykırmıştın seni doğurup büyütene. Aylarca çırpındın yanı başında, onu da kaybettin bir hastane odasında. Kim bilebilirdi ki aynı hastane odasında aylar sonrasında aynı rol sana biçilecekti.

Sen, seni hayata getirenin son yolculuğunda yanındayken; sen, seni sen yapan herkesin hayat boyu yanlarındayken bir oyun daha oynadı bu hayat sana. Ölüm, sana yapayalnız yaşatıldı. 45 yıldır bedeninden ayrılmayan “can” adım adım terk ederken seni, kalan 3 günlük ömrün doğup büyüdüğün ülkenin bilmediğin şehrinde bir tokat gibi vuruldu suratına.

Ah çocukluğumun misafiri, evimizin direği! Ölümün de hayatın gibi mahzundu.

Yaşarken verdiğin dersleri ölümünle de verdin. Hayatın kısa bir seyahat olduğunu öğrettin. Hoşsohbetine inat susarak sonlandırdığın ömrünün “kısa cümlelerden ibaret” olduğunu anlattın bakışlarınla. Sana doyamayan yedi can’la ve seni tanıyamayan onlarca insanla “en sevilen” olmayı başardın ait olduğun soyağacında!

Şimdi ben yazıyorum, anlatmak istediğini bakışlarınla:

Meğer bu hayat kısa bir seyahatmiş ve kısa cümlelerden ibaretmiş. En küçük olmak, en çok sevilmekmiş ama çoğu şeyden mahrum olmakmış.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

İlhan Berk’in Tanrı Tanımazlığı

Ya işte böyle… Üzerinde uğraşıp, güzel bir yazı yazmıştım ki bugün yorumları kontrol etme sırasında bozulan sayfayı düzelteyim derken İlhan Berk’in ateistliği üzerine yazdığım o yazıyı sildim. Tamamen benim hatam :) Aradım taradım henüz rss kayıtlarında depolanmamış. İnternet bile işini geç yapıyor, yuh!

Safiye Sultan’la tarhanamızı yapmış bulunuyoruz. CV’me bunu eklesem mi acaba :)

İncirliova’da teravih kılasım geldi. Harun Ankara’ya gidiyor da bu gece. O gitmeden bir sabahçı kahvesi keyfi yapayım dedim. O meydandaki büyük cami ne kadar da güzeldi. Çok ferahtı. İnsanlar namazdan sonra hemen camiin önündeki meydanda havuzun etrafında çay içiyorlar, sohbet ediyorlar; harika bir ortam. Sonra dondurma alıp BESYO yanındaki piknik alanına gittik. Sonra sabahçı kahvesi… Sonra evdeyim ve LOST :)

Gözümü açtığımda saat 12’ydi. Bir pazarımız var, o da yarılanmış yahu. İstisnayım ve kaideleri bozuyorum. Var mı itirazı olan!

{ Ya hakikaten üzüldüm İlhan Berk yazısını sildiğime :( }

Azı Dişim, Ağrısız Başım

Ağrısıyla beni delirten dişim yarım saat önce çekildi. Yanağımın sağ kısmını hissetmiyorum, dişlerimin arasında bir tampon.. Çok komik bir yüz ifadesine sahibim :) Yolda biriyle karşılaşsam ya da biri telefonla arasa konuşamayacak durumdayım. Neyseki blog, ağızla değil elle yapılan bir şey :)Bendeki de ne bünyeymiş; doktor hanım üç anestezi uygulamak zorunda kaldı ilgili bölgeyi uyuşturabilmek için. Genç yaşta {ben de genç miyim, yaşlı mı karar vermeliyim artık :)} diş çektirmek hoş bir şey değil ama doktora geç gitmenin cezasını çekmiş oldum. 

Henüz ortaokuldayken üstten bozuk çıkan dişim için babamla doktora gitmiştik. Adını hiç unutmuyorum; Bingöl Barut’tu. O da çenemim dar olduğunu, 20’lik dişlerime yer olmadığını söyleyip tel tedavisi uygulanmasının uygun olacağını söylemişti. Üstten ve alttan toplam 4 tane sağlam dişimi çekip beni İzmir Alsancak’taki çok şirin bir bayan diş doktoruna göndermişti. 2 yıl boyunca diş tellerinde Galatasaray renklerinde plastik süsler olan salak bir çocuk olarak dolaşmıştım. Ayda iki defa bunun için İzmir’e gidiyorduk ve her tel değişiminde ağrısında evde yatıp ağlıyordum :)

Yıllardır benimle birlikte olan dişim artık yok. Doktor hanım, çekilen dişi atacaktı ama onu almak istediğimi söyledim. {Evlat mı edineceğim ne!} Şaşırdı biraz, tabidedi. {Şaşıracak bir şey yok, benim olan bir şeyi istiyorum :) } “Edebiyatçı duyarlılığı işte doktor hanımdedim. Kendisiyle birebir özel bir görüşme yapmak istiyorum. Aslında onu bu hale getiren benim ihmalkarlığım. Odaya çekilip onu karşıma alıp özür dilemeliyim kendisinden :)

Geçmiş olsun mesajı gönderen arkadaşlara da çok teşekkür ederim. Harbiden de geçmiş oldu yani :)