AĞLASA GÖK YÜZÜ!

Gün geldi, ayrı yazıldı bu evrende yağmur, bulut ve göz/yaşı. Dünya-alem tahmin edemezken bu senaryonun sonunu, her bir sözünle damla damla işledin aslında acı sonumuzu. Sen ayrı, ben ayrı düşerken yer yüzünde, herkese büyük bir ders çıktı. Olan sana, bana, evren’e oldu.

(:.)

İlk görüşümdü seni haftalar sonrasında. En çok bu buluşmayı bekledim, hiç istemiyor olmama rağmen. Gözlerim gözlerini bulduğunda, gözlerin yerdeydi. Tıpkı yukarıdaki gibi bir daire içinde yol alıyordunuz sen ve yanındaki. İki parantez arasında sıkışıp kalan iki nokta (:) ile nokta (.) misali… Ben sıkışıp kalmadım oraya/ sıkışmamayı tercih ettim.

Etle tırnağın kavgası, en acı kavgaymış. Daha da acısı, onca şeye rağmen etle tırnağın ayrılmasıymış. Yerine yenisi gelir bilirim… Ama o gönülde benim yerim nasıl dolacak, sen bilir misin?

Artık ne sen ne de ben cevap vermiyoruz sorulara/sorularımıza, bunu fark ettim. Ucu bucağı olmayan diyarlara savrulduk, menfaat çatışmaları ya da hesapsız öfkeler yüzünden. Bazen “özlediğimi” sanıyorum ama artık seni “unutmaya başladığımı” da fark ediyorum. Sönüyor içimde yeşeren onca sevda sözleri…

İnsanın ömründe, -hele ki senin hayatında- bir evren daha uğrar mı acaba kapısına! Ve sen koca bir dünyaya sırtını dönüp kapar mısın bir daha kapını! Ağlar mısın; pişman olur da, yanlış adres diye adresime pişmanlığını postalar mısın! Dost sohbetlerinde adıma övgüler dizip de, boşu boşuna ümitlenir misin kuşların kulağıma özrünü fısıldayacağını zannedip!

Kaç yağmur daha yağar bu yüreğe bilmiyorum. Bildiğim ve acı bir şekilde tecrübe ettiğim bir şey var ki, tartışılmaz: Yağmurun dindi, dindi de kurudu gönlüm, arındı ruhum damlalarından. Geçmiş ola…

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik

DENİZLİ GÜNLÜĞÜ

Salı günü Denizli‘deydim. 10 saatlik misafirliğim boyunca yaşadıklarımı anlatmaya nereden başlasam bilemiyorum. Ama ciddi bir itirafla başlamak istiyorum: Denizli Belediyesi, şehircilik anlamında almış başını gidiyor.

Her yıl Eylül ya da Ekim aylarında sağlık karnelerinin vizelerinin yenilenmesi için soluğu Denizli Bağ-Kur’da alıyoruz. Online sisteme geçiş yapan Bağ-Kur, eskisi gibi 3-4 ayrı resmi kurumu dolaştırmıyor. Gerekli bilgileri kendileri öğrenip yaklaşık 15-20 dakikada işlemi tamamlıyor. Unutmadan, Denizli Bağ-Kur’daki memurların nezaketinden dolayı (hepsine değil tabi) teşekkür ediyorum.

Resmi bir dairedeki işimi bu kadar zahmetsiz halletmenin verdiği mutlulukla eski sınıf arkadaşım/bıllam/Hülya Avşar’ım Suzi‘yi ziyaret ettim, çalıştığı etüd merkezinde. Suzi’yle kız verdip oğlan aldıktan sonra {:)} Ramazan’la birlikte şöyle bir Denizli turu atıp, akşamüzeri Eğitim Fakültesi’nin yanındaki Ramazan sokağına eski ev arkadaşım Ferit‘i görmeye gittim. İftar’ı da sözleştiğimiz üzere Suzi ile başbaşa yaptık. Ve hayatımda ilk defa Güllaç’la müşerref oldum. Son iki haftadır hemen hemen bütün televizyonların anahaber bültenlerinde ballandıra ballandıra anlatılan Güllaç’ı yedikten sonra karar verdim: Ne aşure, ne dondurma… Benim bundan sonra başımın tacı Güllaç’tır :)

Yolları, parkları, sanayisi ve Ramazan sokağıyla belediyenin, halkına duyduğu saygı ortadaydı. 14 Ekim’de de Denizlililer doğal gazla buluşmaya hazırlanıyor. Bizim Aydın Belediyesi‘ne buradan duyurulur: Denizli, Denizli olmuş, Aydın’da 3 parkla sezonu kapattık. Ve Ramazan, 2. haftasında -sözde- panayırla uğrayabildi Aydın’a!

Denizli dönüşünde halk olarak hala “asker uğurlama”yı öğrenemediğimizi acı bir şekilde tecrübe ettik. Genç delikanlıyı askere uğurlayan ailenin, garajda otobüsümüzü oyaladığı ve İstiklal Marşımızı katlettiği yetmediği gibi Sultanhisar’a kadar araçlarıyla sağımızdan solumuzdan girip çıkmalarıyla bizi kazaya sürüklediler. Yolcu almak için durulduğunda da cümbür cemaat araçlarından inen aileye şoför dahil yolcular “bize kaza yaptırmaya mı çalışıyorsunuz?” şeklindeki çıkışmalarına asker ailesinin yanıtı epey garipti: “Bizim içeride canımız var, böyle bir riske girer miyiz?”

Oysa bugün bu yazıyı yazamıyor da olabilirdim, “canlarını” askere uğurlamayı bir türlü beceremeyen “birileri” yüzünden.

Uzun lafın kısası: Tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler. Denizli’nin Ramazan atmosferini soluyup, sevdiklerimi görüp, Kitap-lık ve Türk Edebiyatı dergilerinin Ekim sayılarını alıp, kafamı dağıtmış bir şekilde “canım Aydınıma” geri döndüm.

OSMANLICA TÜRKÇE MİDİR?

“Osmanlıca, yazı dilidir ve Türkçeden ayrı bir dildir… Prof. Faruk K. TİMURTAŞ’ın da Osmanlıca Grameri’nde belirttiği gibi, Türkçe esas olmak üzere Arapça ve Farsça birçok kelime, şekil ve kaideleri içine alan ayrı bir dil’dir.”

“Osmanlıca, (…)yazı dili olarak, 15. yy.’dan 20.yy’ın başlarına kadar edebiyat, bilim ve resmi yazışma dili’dir. (…) Osmanlıcanın Türkçenin değişik bir biçimi değil, Türkçeden ayrı bir dil olduğunu kesinlemek gerekir.”

Değerli hocamızın da söylediği gibi Osmanlıca Türkçeden ayrı bir dildir. Esasında bu dil inanılmaz zorluklar ihtiva eder. Bu zorluklar hem yazımda hem de telaffuzda kendini gösterir. Birçok Osmanlıca bölümü öğrencisi de bu zorluklardan dolayı yardım alacak bir uzman arar.

Sizler belki bir Osmanlıca bölümü öğrencisisiniz belki de Osmanlıca alanında çalışma yapan bir akademisyen, nihayetinde varsayalım ki bu dil üzerine desteğe ihtiyacınız var. Ne yapacaksınız? Osmanlıca tercüme bürosu Protranslate.net sizlerin yanında… Yedi gün yirmi dört saat çalışmaya hazır profesyonel bir ekiple hizmet veren Protranslate platformu uygun fiyatlarıyla sizlere en zorlu Osmanlıca tercümelerinizde bile destek verecek.

Kaynak: Sözün Gücü, Hilmi Yavuz, Dünya Yay., s.88-89

İLK STAJIM

Saat 08:00 Yıllar önce mezun olduğum Aydın Lisesi‘nin bahçesindeyim. Yine takım elbiselerim var üzerimde ama o öğrencilikte giydiklerimden farklı model ve renkteler. Kalbim duracak gibi, bir zamanlar benim de arşınladığım bahçede dolaşan öğrencileri gözlemliyorum. Diğer stajyer arkadaşlarımı beklerken heyecanla, kimisini tanıdığım kimisini ilk kez gördüğüm hocalar gelip geçiyor. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmış durumdayım.

Stajımı, lisede edebiyat derslerime giren Füsun Hocamın yanında yapacağım. Bugün ilk defa derse girdim onunla. Füsun Hoca, yıllar geçmesine rağmen sanki hiç değişmemiş. Dersi dinlerken lise yıllarıma dönüp, değişik duygular yaşadım. Yıllar önce Füsun hocanın dersini dinleyen bir lise öğrencisiydim, bugün öğretmen adayı olarak onun dersinde gözlemci. Eski hocalarımı görme, onlarla sohbet etme şansım da oldu. Benim zamanımdaki bazı hocalar da ya emekli olmuş veya okul değiştirmişler.

Lise 1’in ilk günüydü, çok iyi hatırlıyorum. Korka korka gelmiştim Aydın Lisesinin bahçesine. Tek başınaydım. Tören sırasına girmiştik. Başımı kaldırıp hala bugünkü gibi gözümün önüne getirebildiğim bulut yığınlarına bakıp, “bu okul biter mi acaba?” demiştim. 3 yıl bana öyle uzun ve zahmetli gelmişti ki… Şimdi yine o bahçede dolaştım. Bir zamanlar benim oturduğum sıralarda duran öğrencilere baktım. Bizden hiçbir şey kalmamış, zaman iştahla öğütmüş her mezun öğrencinin anılarını, yerlerine gelen yenileriyle…

EVET {eşittir} HAYIR {mıdır} ?

“Birine evet dediğimiz anda bütün dünyaya da hayır mı diyoruz acaba?”

{Ekim ’06 MisAfiR KaLeM Yazısıdır}

Ruh Eşim’e…

Kızgın bir yaz güneşinin kavurduğu kumsal karşılaştırır “EVET”le bizleri kimi zaman, kimi zaman bir asansör loşluğunda karşına çıkar hayatın gerçek renkleri tüm çıplaklığıyla. Soluğun kesilir sanırsın (sıcaktan yada korkudan); kesilir de nitekim. Uyku hiç tanımadığın yabancı olur yatağında, yorgan düşmanın. “Yüreğime düştüğün an koptu fırtınalar, anladım okyanuslarımın rüzgarı sensin”lerle başlayan yazılar doldurur elinin değdiği her kağıdı ve her kağıt asılır gözünün değdiği her bir kareye.

Geçiyor diye yas tuttuğumuz Continue reading →