Öğrenciliğe Veda Etmek

Bugün 11.59 itibariyle 20 yıllık öğrencilik hayatımı sonlandırmış oldum. Ki izin verseler 90 yaşına kadar öğrenci olmak isterdim :) İlişik kesme belgemi gerekli yerlere imzalatıp Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne verirken içimde tuhaf bir duygu vardı. En çok kütüphaneden kaydımı sildirirken ve öğrenci belgemi geri alırlarken üzüldüm. Artık büyük bir dünyanın kapılarını kapatıp, gerçek hayatın kapılarını zorlama vaktiydi. İstesem de geri gelemeyecek yılları, mezuniyet belgesiyle tescilleme vaktiydi.

Sevgili Murat‘la Alsancak Camii bahçesinde birlikteyim az sonra. Benim tabirimle farklı bir frekanstan konuştuğum dostlarımdan biriyle… Ekim 2006’da MisAfiR KaLeM‘im olmadan önce de olduktan sonra da yazmaya devam etti. Çok az konuşup çok şey paylaşanlardandık. Bugün öyle olmadı ama. Görüşmeyeli hayatımızda ve gönlümüzde ne çok şey birikmiş. Beraber bir internet kafe bulup e-vren günlüğü’nü ziyaret bile ettik :) Öyle ya, çoğu insanın hayatında olduğu gibi bizim hayatımızda da bu e-yaşam diyarı önemli bir yere sahipti. Kanlı canlı dost sohbetinin üzerine e-vren günlüğü’nün sanal büyüsünü de eklemek farklı bir duyguydu.

Mirac Kandili’nde Camiiden Çocuk Kovmak” adlı yazımın yorum kısmı savaş alanına döndü neredeyse. Bu ilk defa başıma gelen bir şey. Yorum sahiplerine bu atışmaları için özel bir başlık mı açsam bilemiyorum. e-vren günlüğü’nün kişisel bir blog olduğu göz ardı edilmez ve ziyaretçiler yorumlarıyla birbirlerini daha fazla kırmaz umarım :)

Bana Yeter Küçük Bir Hayat

Çok şey değil, az bir şey benim istediğim. En sevdiklerimle bir bardak çay içmek, en sevdiğim yeşiller içindeyken susup maviyi seyretmek ya da hiç konuşmadan çok şeyi anlatabilmek… Yüksek lisansın bitmesi mi bahane yoksa kendimle baş başa kalma isteği mi… Hayat’ımdaki eksikleri bir bir buluyorum ya da parçaları birleştiriyorum belki de. Kapının üstünde unutulsa da kilidin içinde bırakılsa da anahtarı doğru kullanmak önemli olan. Anahtarın elimizde olması o kadar mühim değil. İzmir’de gezdim, maviyle buluştum, yeşile dalıp gittim, uzun soluklara derin susuşlar ekledim. Sen “gel” demedin; desen de gelmezdim. Sen “dönme” demedin; deseydin dönmezdim.

facebook’evreni ] facebook sayfası twitter’evreni RSS abonelik

İMDAT, TEKNOLOJİ!

Her şey televizyonun başının altından çıktı. Evlere bir girdi, ne saygı kaldı ne sevgi. Baş köşeye kurulduğu yetmedi; kadını kocasına, kaynanayı gelinine karşı kışkırttı. “Hey sen çocuk!” dedi, “boş ver annenle babanın söylediklerini, benim sözümü dinle!”Cep telefonuyla konuştukça yalnızlaşmıyor muyuz? Cepten mesajlaştıkça yalnızlığa itilmiyor muyuz?

Messenger, Skype, Gtalk, ICQ kullandıkça yalnızlaşmıyor muyuz? E.posta yazdıkça yalnızlığa itilmiyor muyuz?

70 ekranı, plazması, LCD’siyle televizyonlar; uydusu, Digiturk’u, d-samrt’ıyla kanallar; webcamıyla, mikrofonuyla, milyonlarca sitesiyle internet; hatlısı hatsızı, 10 dakikası 2 kontörüyle, 250 kontöre 100 sms hediyesiyle GSM operatörleri; kameralısı, WAP’lısı, GPRS’lisi, bluetooth’lusu, “canı sıkılan bir adam”ıyla cep telefonları hepten koparmıyor mu bizi hayattan, kalabalıklardan, sevdiklerimizden. Uzakları bu kadar yakın etmek, her şeye ve herkese böylesine ulaşılabiliyor olmak büyük bir kolaylık, akıl almaz bir nimet midir acaba…

Geçen Pazar önce Harun geldi Manisa‘dan. Çok şaşırdım ve mutlu oldum. Akşamları telefonda konuştuğumuzdan daha çok konuştuk. Sonra Mutlu geldi İzmir‘den. Arka arkaya iki sürpriz. İnternette yazışmalar kısırdı Mutlu’yla. Yüz yüze öyle çok sohbet ettik ki. Aynı günün üçüncü sürprizi Mehmet‘ti. Fransa‘dan tatile gelmişti. Mehmet’le internet teknolojisi bile buluşturamıyordu bizi. Yılların hasretini giderdik. Bunu ne sms’ler, ne e.postalar ne de webcamlar yapabilirdi.

NE ÇOK KALABALIĞIM

Onca gürültüsüne rağmen İzmir’in sessizliğini yaşayabilmek… Oturup Ege’nin denizinin mavisine karşı, susmak… Yüzbinlerin gürültüsüne sessizlik katmak…

Çok nadir “soluk araları”ndan biri… Dolaşmadığım kitapçı, incelemediğim kitap bırakmadım. Felsefeden medya-iletişime kadar pek çok kitapta gözüm kaldı, isimlerini not ettim şimdilik. Kitap-lık elimde en sevdiğim şeyi yaptım. Hayatımın edebiyat dergisiyle başbaşa denize karşı yine sohbet ettim görünürde ama ben kendimle bir başımaydın aslında. Kitap-lık sadece bir bahane, Evren’i “evren”le başbaşa bırakmaya yarayan bir dosttu. O da bunun farkındaydı ki bana altmış üçüncü sayfasında John Donne’nin şu dizelerini fısıldadı: 

Hiç kimse bir ADA,
Kendi başına bir bütün değildir;
Her insan KITA’nın bir parçası
BÜTÜN’ün bir bölüğüdür

El işaretleriyle konuşan dilsiz iki sevgiliye takıldı gözlerim önce saat kulesinin orada. Sonra üst geçitte kağıt mendil satan ama bir yandan da ders kitabındaki soruların cevaplarını defterine geçiren çocuğu fark ettim. Ne yanından geçip giden kalabalık umurundaydı, ne de önünde satılmayı bekleyen kağıt mendiller…. O an tek umursadığı önündeki dersiydi. Aydın’a dönüşte yanım boş diye bana misafir olan küçük Semih de öyle… Çok kibar çocuktu, kibar da konuşuyordu. Bana altıncı sınıfa gittiğini, Antalya Kaş’ta yaşadığını ve Türkçe dersini çok sevdiğini anlattı tane tane… “Liseye geldiğinde senin edebiyat öğretmenin olurum belki” dedim; “tamam” dedi.

Onca kalabalık şehirden döndüm toprağıma. Gördüm: Ne çok kalabalığım…

ARTIK BİR GİTARIM VAR

Lisans öğrenciliğim boyunca en büyük heveslerimden biriydi gitar sahibi olup, gitar çalmayı öğrenmek. Ama gitara bir türlü sıra gelmemişti başka uğraşlardan. 9-10 ay sonra yüksek lisans öğrenciliğim sona erecekti, madem öyle deyip kolları sıvadık. Önce çevredeki arkadaşlar seferber edildi. Aydında ikamet edenler gitar kursu verecek arkadaş arayışına girişti. Nihayet iki gün içinde öğretmen bulundu. Geriye çok önemli bir eksik kalıyordu. Benim hala bir gitarım bile yoktu! Apar topar gitar piyasası araştırıldı. Kafaya koymuştum, 25 yaşımı doldurmadan gitar çalabilmeli, besteler yapmalı, sonra bir kaset, ardından bir kliple piyasaya atılmalı , derken ver elini şöhret demeliydim. Altı üstü bir gitar bana bu saçma sapan hayalleri kurdurturken soluğu bugün İzmir’de aldım. Gitar öğrenmeyi öylesine kafaya koymuştum ki, Aydın’daki gitarcının gitarlarını beğenmeyip İzmir’e yelken açtım. İyi de ettim. Tebdil-i mekanda ferahlık vardır misali ferah ferah rahatladım. Artık bir gitarım, bir gitar öğretmenim ve kendimce bir karizmam var. Bundan böyle kim tutar beni!

İZMİR GÜNLÜĞÜ

Cumartesi günü İzmir‘deydim. Bir kere daha karar verdim, ileride İzmir’de yaşamalıyım. Denizli‘ye gittiğimde almadığıma pişman olduğum Özdemir ASAF‘ın sağlığında yayınlamadığı şiirlerinden oluşan “benden sonra mutluluk” kitabını bulabildim nihayet. Başta içime sinmeyen ama eve gelip denediğimde cuk diye üzerime oturan takım elbisem ve Özdemir ASAF kitabımla kazançlı bir İzmir günü yaşadım :) Ancak ilginç detaylar da yok değildi:

Her zaman tercih ettiğim otobüs firmasında yer olmayınca başka bir firmayla İzmir’e gitmek zorunda kaldım. Yol boyunca Kadir İNANIR‘ın “Tatar Ramazan” rolüyle oynadığı eski bir filmini seyretmek zorunda kaldık. Sözde kitap okuyacaktım. İşin kötü tarafı, otobüste gözünü televizyona odaklamış 3 küçük çocuk vardı. Filmde de bol bol adam bıçaklama, intihar etme, kan ve ağır hakaretler… “Tatar Ramazan”ın karsının kendisini hapishane duvarından aşağı atma ve kanlar içinde yere serilme sahnesi vardı ki, farkında olmadan tepki vermişim :) İçim de dışıma çıktı, sonra filmi seyreden çocukları düşündüm. Bir de Türkiye’nin önde gelen şehirler arası ulaşım firmalarıdan birinde böyle bir filmin nasıl gösterildiğine şaşırdım.

Kızlarağası Hanı‘nda bir kitabevinden kitap alırken oradaki adamın söyledikleri de kafama takıldı sonradan. “Az olmak en iyisi” dedi. Bununla azınlık olmayı kastettiğini sanıyorum. O anki psikolojiyle pek tepki veremedim ama yolda aklıma geldi. Alakaya maydonoz durumlarda saçma salak laflar eden insanlardan gidip alışveriş yaptığım için kendime kızdım. Az olmak da çok olmak da önemli değil. Dilin, dinin, ırkın ve sayın ne olursa olsun özünde “insan olmak” hepsinden de çok önemli. Birilerinin kompleksleri yüzünden az-çok ayrımı olmuyor mu zaten bu ülkede. Ben çok olup da arkası sağlam olmayı sevenlerdenim, mesela :)Kordonda otururken cep telefonumu kullanmak isteyen bayanın durumu da bir tuhaftı. Kendi kendime “bu ne samimiyet” derken az sonra bayanın yanına gelen tuhaf kılıklı adamları görünce “iyi ki kibarlık etmemişim” deyip kocaman bir aferin verdim kendime :)

Yedi buçuk saatlik İzmir günümde şunları öğrendim: İster kardeşiniz ister en yakın arkadaşınız olsun; kimseyi kimseye emanet etmeyecekmişsiniz. Kendi işinizi kendiniz halledecek, başkasına minnet duymayacakmışsınız. Alışveriş yaptığınız yere de bindiğiniz otobüs firmasına da dikkat edecekmişsiniz. İzmir gibi bir metropolde kırmızı ışıkta yaya geçidinden ya koşarak geçecek ya da durup bekleyecekmişsiniz. Yanınızda biri varsa onu asla feda etmeye kalkmayacakmışsınız. Olur da arkadaşınız ezilmez hayatta kalırsa utançtan yüzüne bir daha bakamayabilirmişsiniz :) Kıyafet alacağınız yere de dikkat etmeniz gerekiyormuş. Öyle işi aceleye getirip sizi istemediğiniz bir şeyi almaya zorlayan yerlerden ilk fırsatta kaçma yötemlerini iyi bilmeniz gerekiyormuş.

Ben 7,5 saatlik İzmir ziyaretimde bu tecrübeleri edindim. Bir de gece orada kalıp Pazar sabahı kordonda kahvaltı yapsaydım daha kimbilir ne tecrübeler edinecekmişim.