E-vren Edebiyatı

İrem Devseren, Selin Güneş ve Zeynep Erdoğan tarafından benimle yapılan bu söyleşi ilk olarak 12 Nisan 2018 tarihinde plazadandunyaya.com‘da yayımlandı.

Evren Soyuçok kimdir?

Küçüklüğünden beri edebiyat okumak istemiş ve  bu hayalini de gerçekleştirmiş, edebiyata aşık, okumaya, öğrenmeye ve yazmaya doyamayan bir blog yazarı ve içeri editörü, Evren Soyuçok. Evren’le edebiyat sevdasını, blog dünyasını, hayatındaki dönüm noktalarını, kararlarını ve hayallerini konuştuk.

Gelecek Vadeden Bloglar listesine girdikten sonra tanıdığımız Evren’in, samimiyetini, iyi niyetini, yardımseverliğini,  naif kişiliğini, öğrenmeye olan aşkını, sürekli yeni projeler üretmesini çok seviyoruz ve takdir ediyoruz 🙂 İyi ki varsın Evren…

Merhaba Evren, hoş geldin 🙂 . Kendini kısaca tanıtır mısın? Nerelisin, nerede büyüdün, nere(ler)de okudun?

Aydınlıyım. İlkokul, ortaokul ve liseyi Aydın’da okuduktan sonra Pamukkale Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. Ancak farklı bir şehirde yapamadığımı fark edince tekrar sınava girdim, Adnan Menderes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım ve oradan mezun oldum.

Türk Dili ve Edebiyatı okumak senin tercihin miydi? Ailenin yönlendirmesi oldu mu?

Kesinlikle benim tercihimdi. Rahmetli babama, henüz ortaokuldayken öğretmen olmak istediğimi söylediğimde, kendime daha yüksek bir hedef belirlemediğim için bana kızmıştı. Doktorluk, avukatlık gibi meslekleri işaret etmişti. Yaşasaydı, “Dediğime geldin mi?” derdi muhtemelen. Yıllarca öğretmen olarak atanamadım çünkü. Ama yine de edebiyat okumaktan pişman değilim. Hatta şu an çalışmıyor olsam; diploma, vize, final, not kaygısı olmadan (nasıl olsa diplomam var artık ;)) ) edebiyat bölümünü tekrar okumak isterdim. Şöyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Yahya Kemal’in, İlhan Berk’in dünyasına daha çok girmeye çalışarak dört yıl daha edebiyat okurdum.

Peki bu edebiyat sevdası nereden geliyor? Türkçe öğretmeninden mi? Yoksa okuduğun bir kitaptan mı?

Aslında bunu ben de sorguluyorum. Üniversite tercih döneminde çevremdeki herkes, ataması daha çok olduğu için Türkçe öğretmenliğini yazmamı önerdiği halde ısrarla Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü yazmıştım. Yani hiçbir zaman Türkçe öğretmeni olmak istemedim, gönlümde hep edebiyat vardı. Ama tabii şu da var; Türk Dili ve Edebiyatı dışında bir şey okumak isteseydim, bu kesinlikle Fransız Dili ve Edebiyatı olurdu. Fransızcaya karşı bir hayranlığım var. Zaten Türk edebiyatını incelerken de ister istemez Fransız edebiyatından izler görüyorsunuz. Malum bizim yazar ve şairlerimiz Fransız edebiyatından çok etkilenmişler. Ancak şu anda etkilendiğimiz bir edebiyat yok bence. Bu durumu, Türk edebiyatının daha kendi içine dönmüş ve geçmişe göre çok daha üretken olmasına bağlıyorum. Günümüzdeki birçok yazar ve şair de ileride birer Tanpınar, İlhan Berk olacak. Ben üniversitede okurken İlhan Berk hayattaydı, Bodrum’da yaşıyordu. Onunla tanışmamak en büyük pişmanlığımdır. Okulda onunla ilgili bir projem vardı. Sınıf arkadaşımın sözünü dinleseydim projemi gerçekleştirmek için gidip onu görebilirdim.

Türk edebiyatından 10 kitap önermeni istesek… Tabii illa 10 olmak zorunda değil, bir tane seçmenin zor olacağını düşündük. 🙂

Birkaç tane aklıma gelir mi bilmiyorum. Ama Tanpınar muhakkak okunmalı. Gerçekten bu konuda bilinçli olan yazarlar, “Hepimiz Tanpınar’ın hamuruyuz.” derler. Türkçenin lezzetini alabilmek için Yahya Kemal şiirleri okunmalı. Hikâyede, Sait Faik olmazsa olmaz. Ve tabii ki Orhan Veli… Ama benim şairim, Özdemir Asaf’tır. Yenilerden de Birhan Keskin’i çok seviyorum. Onun şiirlerinde de Özdemir Asaf tadı alıyorum.

O zaman başucu kitapların da bu yazarlardan oluşuyor diyebilir miyiz? Günümüz yazarlarından takip ettiklerin var mı?

Edebiyatla ilgili değil ama Ali Saydam’ın yayımlanmış bütün kitapları başucu kitaplarım diyebilirim. Altını çizdiğim yerleri ara ara açıp okurum. Onun dışında Yaşar Kemal’in Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Röportaj Yazarlığında 60 Yıl” isimli kitabı da başucu kitaplarımdan biridir. Bana inanılmaz hayal kurduran ve röportaj tekniği üzerine kesinlikle bir şey yapmalıyım, kendimi geliştirmeliyim dedirten bir kitap. (PD: Kayıtlara geçsin, biz de okuyalım 🙂 )

Üniversitede istediğin bölümde okudun (ki bu çok rastladığımız bir şey değil). Umduğunu buldun mu peki?

Edebiyat okumayı ben istedim ama ünivesitede aldığım eğitimi yeterli bulmuyorum. Ne yazık ki Aydın’da edebî ve kültürel anlamda kendimizi geliştirebileceğimiz alan çok yoktu. Her yıl İzmir’deki TÜYAP kitap fuarının söyleşilerini takip ederdim. İstanbul’da bir üniveristede okumuş olsaydım şu anki halimden 5 yıl daha ileride olurdum diye tahmin ediyorum. O yüzden Türk Dili ve Edebiyatını bir kez daha ama İstanbul’da okumayı çok isterim.

Üniversiteden mezun olduktan sonra hayat nasıl devam etti? Planların arasında öğretmen olmak var mıydı?

Aslında öğretmen olmayı hiç istemiyordum. Şu an edebiyatla ilgili bir sektörde çalışmıyorum. Sınava hazırlandığım yıllar şu an uğraştığım işleri görebilseydim, işimle ilgili olsun diye iletişim fakültesi bölümlerinden birini tercih etmez yine edebiyat okurdum kesinlikle. Çünkü yaptığım işte edebiyat okumuş olmanın çok faydasını görüyorum.

Sorunuza dönersem; evet, öğretmen olmayı istemiyordum. Çünkü hem öğretmenlik bana çok cazip gelmiyordu hem de atamalar çok zordu, formasyon verilmesi konusunda sıkıntılar vardı. O sırada –arkadaşlarımın aksine- KPSS’ye girmek yerine askere gitmeye karar verdim. Askerden döndükten sonra KPSS’ye hazırlandım çünkü başka bir çıkış noktası bulamıyordum.

Milli Eğitim’e ücretli öğretmenlik için dilekçe verdiğimi bile unutmuşken 2008 yılının Ekim ayında birgün Aydın’ın küçük bir kasabasındaki okulun müdürü beni aradı. Öğretmenliğe başlamam da böyle oldu. O kasaba lisesinde geçirdiğim iki yıl boyunca resmen mesleğe âşık oldum. KPSS savaşımın en büyük motivasyonu da bu aşktı. Ama tabii iki yılımı geçirdiğim okula yeni bir öğretmenin atanmasıyla bu rüya da bitmiş oldu.

Blog ile tanışma…

Blog, hayatına ne zaman ve nasıl girdi?

2000’li yılların başında hayatımızda sosyal medya yoktu. Yahoo360, blogcu.com gibi sitelerde fotoğraf paylaşıyor, fotoğrafların altına da deneme tarzı bir şeyler yazıyorduk. Zaten küçüklükten beri günlük tutan biriydim. Bloğun hayatıma girmesiyle birlikte defterlere yazmak yerine dijital ortamda günlük tutmaya başladım. 2005 yılından beri blog yazıyorum ve yazdıklarımı herkesin okuyabilmesi, bunlara yorum yapabilmesi beni çok motive ediyor. (www.evrengunlugu.net)

Öğretmenlik yapmayı hiç düşünmediğin halde o küçük kasabadaki okulda öğrencilerinle geçirdiğin iki yıl mesleğe âşık olmanı sağlamış. Blog yazmak da aynı şekilde… “Bir bloğum olsun” diye başlamadın yazmaya çünkü zaten yazıyordun. Sadece yazdıklarını dijital ortamda paylaşmaya başladın. Belki de defterlerin artık çok yer kaplamaya başlamıştı… 😉

Ama şu an tekrar o defterlere dönmek istiyorum 🙂 . Ciddi ciddi aklımda. Geçenlerde Hakan Bıçakçı’nın bir söyleşisine katıldım. O da “yazar olacağım” diye oturup yazmaya başlamadığını söyledi. Farkında olmadan oluyor her şey. Şimdi bazı arkadaşlar yaratıcı yazarlık kurslarına giderek öykü yazarı olup roman yazmak istiyorlar. Ya da takip ettikleri blog yazarlarını örnek alarak blog yazmaya başlıyorlar. Zannediyorum biz 2000’lerin başında çok da ne yaptığımızı bilmeden blog yazmaya başlamıştık, o kadar bilinçli ve planlı değildik.

Aslında temelde üretmek ve paylaşmak istiyorduk. O zaman sosyal medya olmadığı için de ürettiklerimizi yahoo360, blogcu.com gibi platformlar aracılığıyla paylaşıyorduk. Sonra da kendi bloglarımızı açarak yazmaya ve paylaşmaya devam ettik…

Kesinlikle, işin çıkış noktası üretmek ve paylaşmaktı. O “iş” ne biliyor musunuz? Tamamen kendi dijital dünyamızı kurmak. Mesela Yahoo’yu beğenmiyoruz ve kendi dünyamızı inşa etmek istiyoruz. Tasarımını, rengini, puntoları istediğimiz şekilde belirlemek istiyoruz. Ve işte wordpress’e de bu yüzden taşınıyoruz. Bence roman yazan adam da bu yüzden yazıyor. Kendi eksikliklerini tamamlamak, kendi dünyasını kurgulamak için yazıyor.

Peki, blog yazarlığındaki 12 yıl ve 6 ayın sonucunu sorsak? Geriye dönüp baktığında yaptığın yolculuktan memnun musun?

İşte gördüğünüz gibi kocaman bir siber zorbalık. 🙂 (gülüşmeler)

Evet, tabii memnunum… Ne olursa olsun hiç bir zaman sosyal medyanın büyüsüne kapılmadım ve siber zorbalıklardan etkilenip blog yazmayı bırakmayı hiç düşünmedim. Askerlik ve farklı sebeplerle ara verdiğim dönemlerin dışında hep yazdım. Yaşadığım sürece de bu bloğun var olmasını istiyorum. Çünkü her zaman üretme, paylaşma ve biriktirme ihtiyacı hissediyorum.

Blog yazmayı iş hayatından koparmadığın için de bloğunun var olmaya devam edeceğini düşünüyoruz…

Yaptığım her işte bloğumun bir parçası var. Bana açılan bütün kapılarda, verilen bütün işlerde ya da iş tekliflerinin hepsinin bir kenarında blog yazarlığımın etkisi vardı. Yani diplomam kimseyi çok da ilgilendirmedi açıkçası. Ortaya koyduğum dijital öz geçmişle, dijital dünyayla ilgilendiler.

İş hayatı başlıyor..

Ücretli öğretmenlik bittikten sonra iş hayatın nasıl devam etti?

Uzun süre (hatta üniversite yıllarımda da) freelance çalıştım. İstanbul’daki bazı şirketlere içerik ürettim, yazılar yazdım. Belki 1 yılım (ilk notebook’umu almamı sağlayan da bu iştir hatta 🙂 ) banyo malzemeleri satan bir internet sitesine klozet, lavabo gibi ürünlerle ilgili metin yazmakla geçti.

Çok güzel bir dönemde başlamışsın içerik üretmeye, muhtemelen bu işi ilk yapanlardansın. Şu anda freelance olarak bu işi yapan çok kişi var. O zamanlar daha nişmiş.

Evet çok bilinen bir iş değildi. İnternette böyle yazılar yazarak para kazanmak insanlara garip geliyordu.

Bir süre bir haber sitesinin reklam ve haber metinlerini yazdım. Sonra beni İstanbul’a davet ettiler. O sırada KPPS ile mücadele ediyordum ama yine atanamayınca 2012 yılında –hiç hayallerimde olmamasına rağmen- İstanbul’a taşındım. Aslında yaşamak ve çalışmak istediğim yer İzmir’di. Ancak kendime başka bir alternatif bulamadım.

İstanbul’a geldikten sonra hep aynı firmada mı çalıştın?

Hayır. Şirket batmak üzere denilen ilk işimden çıkarıldıktan sonra e-ticaret editörü olarak alındığım ikinci işimde kendimi, kargo ve koli hazırlayan bir depo elemanı olarak bulmuş ve oradan bir süre sonra ayrılmıştım. Ardından büyük bir gazetenin internet haber sitesinde içerik editörü olarak işe girip sadece iki gün dayanabildim ve istifa ettim. Çünkü orada bana top koşturacağım sahanın verilmeyeceğini çok net gördüm. Oradan da istifa edince şu an çalıştığım yerden teklif geldi. Bir internet projesiydi. 3 yıla yakın süredir bu projeyi yönetiyorum.

Neyi merak ediyoruz biliyor musun? Bu kadar öğrenmeye doymayan biri neden akademik kariyer yapmayı düşünmedi? İnanılmaz bir akademisyen olursun…

Çok düşündüm. Hatta hâlâ öğrencilerimle tekrar buluşacağım günleri hayal ederim. Ancak KPSS için artık ne vaktim ne de enerjim var. Bir yandan da İngilizce bilmemek inanılmaz önümü kesiyor. İngilizce istemediği için geçen yıl Marmara Üniversitesinde Bilişim Gazeteciliği ile Radyo, TV bölümünün yüksek lisansına başvurmuştum. Ancak bilim sınavlarını geçemedim. Şu an Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümünde ikinci üniversiteyi okuyorum. Ama yeni medya alanında yüksek lisans yapmayı çok istiyorum. İşte İngilizce bilmediğim için ona da yeltenemiyorum. İngilizce konusunu halletsem, akademik kariyer için gerçekten çok uğraşacağım.

Aslında İngilizce sadece okula girebilmek için gerekli. Okurken İngilizceye ihtiyacın olmayacak. Sadece sınava özel kompakt İngilizce kurslarına gidebilirsin. Seni hayallerine götürecek bir şey için denemeye değmez mi? 😉

Evet ama bu ayrıntı (İngilizceyi okulda kullanmayacak olmam) beni motive etmiyor. Yine geçen gün katılığım bir söyleşide Seray Şahiner “Gitar kursu, resim kursu aldım, bir sürü farklı şeylerle uğraştım ama bunlarla vakit kaybetmek yerine Türkçeyi daha iyi öğrenmeliyim. Daha iyi Türkçe bilmeliyim daha iyi yazmalıyım. Çünkü benim tutkum yazmak.” Demişti. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Türkçeyi daha tam halledememişken neden İngilizce için bu kadar çaba sarf edeyim? Ama tabii burada da şöyle bir çelişki var; istediğim kapılar da ancak İngilizce ile açılıyor.

Sende gözle görülür bir Türkçe takıntısı var değil mi?

Evet. Aslında benim Türkçeyi halledememek gibi bir problemim var. O yüzden de bir türlü yabancı dile sıra gelmiyor. Hâlâ çok iyi Türkçe konuşamadığımı ve yazamadığımı düşünüyorum. Bu yüzden de kendimi hep bir geliştirme, tamamlama (diksiyon ve yazarlık eğitimleri almak gibi) çabam var.

Tabii bu arada Türk Dili ve Edebiyat Bölümü için İngilizcenin şart koşulması da ayrı bir olay. Peki akademisyenlik dışında öğrencilerle buluşmanı sağlayacak başka bir alternatif var mı?

Şöyle bir şey var, bütün kaleler zaptedilmiş durumda. Mesela, şimdi adını vermeyeyim ama bir kurumun kapısından, -bütün mülakatları geçtiğim halde- kaç defa tepedeki insanların son kararları ile geri çevrildim. Nasipsizlik mi, kısmet mi değildi bilemiyorum ama öğrencilerle buluşmamı engelleyen, benim göremediğim bir paravan var. Öğrenmeye çok ihtiyaç duyuyorum her zaman ama bir yandan da bildiğimi paylaşmak istiyorum. Ancak bu hayalimi ne zaman ve nasıl gerçekleştirebileceğimi hiç bilmiyorum.

Blog, etik, sosyal medya…

Tekrar blog yazarlığına dönersek, ilk başladığın zamanlarda yazmakla şimdi yazmak arasında nasıl bir fark var?

İlk zamanlar kesinlikle daha rahat yazıyordum, daha özgürdüm. Şimdi ailem de dahil olmak üzere okunduğumu bilmek, kurduğum cümleleri etkileyebiliyor. Artık o kadar dramatik cümleler kuramayabiliyorum. Mesela yazdığım bir yazıdan dolayı bir arkadaşım intihar edeceğimi düşünüp kapıma dayanmıştı. (gülüşmeler) Şimdi ailem, sevdiklerim okuyunca üzülürler diye düşünüp çok karamsar ve mutsuz yazılar yazmıyorum. Bunu yapmamamın bir nedeni de etrafta çok fazla akbabanın olması. Evren’in biraz daha güçlü durması gerektiğine inanıyorum.

Peki, özellikle “biri” okusun diye, hedef odaklı (atarlı 🙂 ) yazılar yazıyor musun?

Yazmışlığım var. Vermek istediğim mesajları satırların arasına iyi saklayabiliyorum. Ama o üslubun da artık sevimsiz olduğunu düşünüyorum. Bugün kızdığım bir şeye yarın kızmayabilirim. Yıllar sonra dönüp tekrar okuduğumda belki de kendimden utanırım.

Güzel bir bakış açısı. Çünkü hepimiz insanız ve her gün değişiyoruz. Bir yıl önce kızdığım şeyler şu an bizi rahatsız etmeyebilir. Belki yazmak unutmamamızı sağladığı için içimizdeki öfkeyi de büyütüyor olabilir.

Kendi bloğumda yazma özgürlüğüm var diye kimseye saldırmaya, atarlanmaya hakkım olduğunu düşünmüyorum. Orası benim günlüğüm, dünyam ama herkese açık. Ne gerek var?

Sosyal medyayla tam anlamıyla tanışmamız, şahsi bloglarımızdan sonra Plazadan Dünyaya ile oldu desek yalan olmaz. Öncesinde sadece kişisel hesaplarımız vardı. Şimdi biz de sosyal medya kurallarını düşe kalka öğreniyoruz. İnsanlar zaman zaman çok yorucu olabiliyorlar. Sürekli kendine destek bekleyen ama karşılığını vermeyip sürekli almak isteyen anlayış çok yorucu ve kırıcı. Sen bu tarz durumlarla nasıl baş ediyorsun?

Aslında 12 yıllık süreçte çok fazla böyle durumlarla karşılaşmadım. En son Blog Yazarları Çalıştayı sürecinde yaşadığım olay sanırım en fazla görüneni (hepimiz biliyoruz) ve can yakanıydı. Bu durumla nasıl baş ettim derseniz… Olayların sadece bilgisayarın içinde olduğunu düşünmeye çalıştım. Bilgisayarımı kapattığımda konu da kapanıyor böylece. O insanlar doğrudan bana ulaşıp, iş yerime ya da evime gelip yüzüme karşı istediklerini söyleyebiliyorlar mı? Hayır. O zaman, yazdıklarını okumadığım, takip etmediğim sürece onlar yoklar. Okuduğum kadarlar. Bu sıkıntıları da onların siber tarafta kaldıklarını düşünerek atlattım.

Bu arada sosyal medyanın insanları kesinlikle yorduğunu ve mutsuz ettiğini düşünüyorum. Instagram, Twitter, Facebook hesaplarımda da bu sebeple bir düzenlemeye gittim. Ne kadar az takip o kadar az baş ağrısı.

Gelecek Vadeden Bloglar doğuyor…

Tekrar “Gelecek Vadeden Bloglar”a gelirsek, fikir ne zaman ortaya çıktı, nasıl gelişti?

2016 yılının sonlarına doğruydu. İlk Türkçe Bloglar listesini oluşturduğumda, yeni kurulmuş bloglar da listede yer almak istediler. Onları bu listeye alamazdım tabii ki ama içlerinde çok güzel, bir listede olması gerektiğini düşündüğüm bloglar da vardı. Bunları bir listeye alacaktım ama listenin adı ne olmalıydı? “En İyi Bloglar” ya da “En Popüler Bloglar” desem, kime göre? En sonunda “Gelecek Vadeden Bloglar” demeye karar verdim. İlk üç bloğu da ekledim. Ancak sadece benim yaptığım bir liste olmasını istemedim ve bazı blog yazarı arkadaşlarımdan jüri üyesi olmalarını ve “Gelecek Vadeden Bloglar”ı birlikte seçmemizi rica ettim. Sizin de dahil olduğunuz süreçte bu şekilde ilerledik. 2018 yılında “Gelecek Vadeden Bloglar” tamamen ayrı bir adrese taşındı, jüri sayısı arttı, uzun süre ilerleyecek bir proje haline geldi.

Blog yazmanın dışında blog dünyasında bir “seri girişimci” gibi çalışıyorsun, blog yazarlığı ile ilgili sürekli fikirler üretiyor, çalışmalar yapıyorsun. Bunu çok takdir diyoruz.

Bunu çok duyuyorum ama neden böyle yaptığımı bilmiyorum.

Bunun kaynağı edebiyat öğretmeni yönündür belki de. Bildiğini paylaşma dürtündür, olabilir mi?

Çıkış noktam oydu galiba, haklısınız. Varış noktama gelince… Aslında nereye varır pek bilmiyorum ama umudumun kırıldığı zamanlar oluyor. Üç çalıştaydır bir noktaya varamadığımızı hissediyorum, özellikle son yaşananlar bana neyi neden yaptığımı sorgulattı. Çalıştaylarda güç bela bir araya getirebildiğim blogların çalıştay dışında da görüşüyor olmalarını bekledim ama olmuyor maalesef.

İş birliği anlamında biz yeni bloglar takip etmeye başladık, bizi takip etmeye ve yorumlarıyla bizi zenginleştirmeye başlayanlar oldu, konuk yazarlarımız oldu…

Azınlıktasınız ama ne yazık ki.

Acaba konu blog yazarlığının kapsamının genişliği olabilir mi? Anne-Makyaj-Gezi-Kişisel blog yazarlığı; hobi için ya da iş olarak blog yazanlar… Ama şu var, biz o birlik ruhunu çalıştayda değil ama çalıştay sonrasındaki sohbetimizde çok hissetmiştik. Çalıştay küçülmeli belki de?

Evet ama şartlar gereği çok büyüdü. Kaynağım olsa, ömrüm boyunca Blog Yazarları Çalıştayını devam ettirmek isterim. Ama kendi istediğim mekan ve şartlarda, seyirci beklentisine girilmeden, bir masa etrafında beyin fırtınası yaparak sürdürülebilir ve uygulanabilir fikirler üretmek isterim. Eğer dördüncüsü yapılacaksa Blog Yazarları Çalıştayının daha faydalı olacak bir şekle dönüşmesi gerekir.

Bireysel olarak blog yazarlığını ve blog yazarlığıyla ilgili kolektif çalışmalarını nereye götürmeyi planlıyorsun?

Şu an kolektif çalışma kapsamım dışı. Bugüne kadar da aslında her şey çok doğaçlama ilerlemişti. Bundan sonrası için de vakti gelirse, önüme bir şeyler çıkarsa değerlendireceğim. Bu ara ortak bir şeyler yapmaya dair hevesim kırılmış durumda, bilemiyorum nasıl ilerlerim.

Biz plazadayken, ego çatışmaları sadece beyaz yakalılar arasında var, sevdikleri işleri yapan blog yazarları huzur ve mutluluk içinde, kardeşçe, birbirlerine destek olarak yazılarını yazıyorlar sanıyorduk. Burası da başka bir kurtlar sofrasıymış.

Güneş görememek değilmiş yani sıkıntı…(gülüşmeler)

Her eleştiride haklılık payı olduğu düşüncesiyle yaklaşmıştım bugüne kadar ama işin içinde hakaret ve iftira olduğunu görünce artık anlamaya çalışmayı bıraktım. Ayrıca “eleştirme, değiştir” düsturuna çok inanırım. Madem Evren beceremiyor, sen daha iyisini yap. Benim tekelimde olan ya da patentini aldığım bir şey yok.

Günlük hayat, gelecek planları ve öneriler…

Şu anda 9-6 çalışıyorsun. İş dışı zamanların ve hafta sonların nasıl geçiyor?

Çok yoğun bir şekilde okuyorum. Kitap, google makaleleri, bloglar… Editörlük atölyesinden sonra şu anda gitmekte olduğum okuma atölyesindeki okuma listesindeki kitapları okuyorum. Akşam rutinim çok net: Öykü gazetesinin bir sayfasını sesli okuma, kronometremi 1 saate ayarlayıp o bir saatte kitabımı okuyorum. Sonrası serbest zaman.

Beylikdüzü’nden daha merkezi bir semte taşındıktan sonra her cuma akşamı tiyatroya gitmeye başladım. Özellikle dijital medya ile ilgili atölyeleri takip etmeye çalışıyorum. Pazar günleri de okuma atölyem var, ona devam ediyorum.

Sporu da hayatıma katmak isterdim, biraz fiziksel aktiviteye ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Tenis öğrenmeyi planlıyorum, bakalım… Fotoğraftan da çok uzaklaştım, dönmek istiyorum. Fotoğraf çekme, özellikle yazılarıma uygun fotoğraflar çekme tutkum var.

İstanbul’a geldiğimde çalıştığım ilk şirkette haftada 6 gün çalışıyordum ve bir gün patronuma cumartesileri çalışmayacağımı bildirdim. Patronum beni bloğumdan tanıyarak, bir blog yazarı olarak işe almıştı. Ama çalışma günlerim ve saatlerim bana blog yazacak, o kimliğimi yaşatacak vakit bırakmamıştı. Artık çalışmanın beni eksiltmesine izin vermiyorum. İş yaşam dengeme çok önem veriyorum. Ben yaptığım işleri blog sayesinde yaptığımın bilincindeyim ve bunu hayatımdan çıkarmıyorum.

Bir de şunu belirtmeden geçemeyeceğim: İstanbul’da en çok özlemini çektiğim şey benim gibi düşünen, yaşayan arkadaşlarla bire bir, fiziksel iletişim içinde olmak. Bu nedenle size çok imreniyorum mesela. Ya da birlikte fotoğraf gezisine çıkan fotoğrafçılara.

Blog dışında, roman, şiir yazmak gibi planların var mı?

Tek hayalim, bloğumu bir gün, blog formatı mantığıyla -içindeki yorumlarla birlikte- kitaplaştırmak. Kendimi geliştirmek için önce editörlük kursuna gittim, şimdi de eleştirel okuma atölyesine devam ediyorum. Şu sıralar yaratıcı yazarlık kursuna da gitsem mi, yoksa böyle bir atölyede amatör ruhumu kaybeder miyim, blog yazılarımda beni sekteye uğratır mı diye düşünüyorum. Bu konuda hocalarıma da danışıyorum.

Bence blog yazarları iyi Türkçe bilgisine, iyi bir anlatıma ve kaleme sahip olmalı. Ayrıca biz blog yazarlarının; günlük, deneme nasıl yazılır diyerek Montaigne’nin denemeleri ya da Melih Cevdet Anday’ın günlükleri gibi eserleri okuması hatta bu konuda atölyelere katılması gerektiğini düşünüyorum. Dediğim gibi bir gün bir kitap yazmak istersem bu, öykü ya da roman değil, günlük olabilir.

Kitap okumayı bu kadar seven bir insan için basılı bir kitabının olması müthiş bir şey olsa gerek…

Evet, basılı bir kitap insana çok cazip geliyor. Ama dijitalde başlamış bir yolculuğu, kitapla devam ettirmek… bilemiyorum. Sanki kitap farklı bir yolculuk. Evet kendimi geliştirmek, Türkçeyi daha iyi kullanabilmek, eksik parçalarımı tamamlamak adına eğitimler almaya devam ediyorum. Daha önce gittiğim spikerlik kursuna da aynı amaçla gittim. Şimdi İFSAK’ın fotoğraf eğitimlerine katılma isteğim de aynı sebepten. Daha iyi görebilmek için ve yazılarıma daha fazla katkı sağlayacağını düşündüğüm için istiyorum fotoğraf eğitimini.

12 yıllık bir blog yazarı olarak, ürettiklerini (yazı, fotoğraf vb.) dijital ortamda paylaşmak isteyenlere nasıl bir yol izlemelerini önerirsin?

Çok beklemeden, çok sorup sorgulamadan, diğer örneklere çok takılmadan, ne yapmak istiyorlarsa hemen yapmaya başlamalarını tavsiye ediyorum. Çünkü bu sorgulamalar, araştırmalar bizi çok yavaşlatıyor, cahil cesaretimizi de çok kırıyor. Kimse seni okumuyormuş, okumayacakmış gibi, senden haberdar değilmiş gibi o içeriği üretmek, yazıyı yazmak ya da fotoğrafı paylaşmak gerekiyor. Çünkü kim ne diyecekmiş dediğiniz noktada…

Bir otosansür oluyor.

Kesinlikle otosansür oluyor ve çok cesur davranamıyorsunuz. Az önce söylediğim şeyle çelişiyormuş gibi olabilirim -Kardeşim okursa üzülür mü acaba vs.- ama kesinlikle Evren Günlüğü’nün temelinde hiç kimseyi umursamamak da var. Bazen kendimi serbest bırakıyorum. Böyle olmasaydı 12 yıl boyunca paylaşmaya devam etmezdim.

Diğer blog yazarları arkadaşlara, onların takipçi sayılarına, popüler olmalarına vs. takılmış olsaydım, kendime “Evren pılını pırtını topla, bu bloğu kapat, gidiyorsun” demem gerekirdi. Ama o ayrıntılara takılmıyorum ve gerçekten yapmak istediğim şeyi yapıyorum.

Bir de şu var; bloglarımızda edebî bir metin inşa etmiyoruz belki ama bir sorumluğumuz var. O yüzden bütün blog yazarlarının, yazıları yayımlamadan önce mutlaka okumaları gerektiğini düşünüyorum.

O konuda biz çok şanslıyız. (Kahkakalar) Üç kişi olunca, yazı çıkmadan önce muhakkak en az birimiz okuyor 😉

Bu okuma; hem kendine saygı, hem karşındakine saygı, hem de Türkçemize saygı aslında. Çok keyifli bir şey gibi görünse de yazılan şeyi çok ciddiye almak gerekiyor.

Bazı blog yazılarında o kadar fazla yazım hataları oluyor ki okumak için zamanınızı harcamak istemiyorsunuz. Yazının içine giremiyorsunuz…

Yazarken dilbilgisi, yazım kuralları bizi engelleyen bir şey olmamalı. Tabii ki yazıyı hızla yazabilirsin ama sonra dönüp bir daha bakmak gerekiyor. Yazım kılavuzu elimin altında diye bir dönem bana bayağı gülmüşlerdi. Bir de yazdıkça yazmamız da gelişiyor. Eski yazılarıma dönüp baktığımda bunu daha iyi anlıyorum.

Ne paylaşıyorsan paylaş, çok titiz bir şekilde uğraşmak gerekiyor aslında. Instagram’da fotoğraf paylaşırken bile, gelişigüzel filtre vs. yapmamak lazım. Her ne olursa olsun, kendimiz için paylaşıyor, kendi dijital arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden titiz davranmak, saygı duymak gerekiyor.

Blog bazında konuşuyorsak bu daha da ciddi bir durum. Demin dediğim gibi başkalarının ne yaptığına çok odaklanmadan ama ciddi emek harcayarak o bloğu açmak gerekiyor. O yüzden, “Gelecek Vadeden Bloglar” listesine giren blogları (bir hevesle açılıp açılmadığını anlamak için) önce bir 6 ay gözlemliyoruz.

Biliyoruz. (kahkahalar)

Üretiyorsunuz; bu ne kadar kıymetli, değerli bir şey düşünsenize.

Gelecek Vadeden Bloglar’da ya da genel olarak blog dünyasında, seni çok etkileyen, olumlu ya da olumsuz bir şey oldu mu? Mesela yaşıtlarına göre çok farklı ilgi alanlarına sahip, kendini bilime adamış, bir çok şeyi kendi çabasıyla başarmış, çok bilinçli bir öğrenci olan Berfin’i tanımak bizi çok heyecanlandırmıştı. Çok takdir ediyoruz onu. “Gelecek Vadeden Blog” olmasının yanında, “gelecek vadeden öğrenci” de aynı zamanda…

Vay süper. Hatta “Gelecek Vadeden Kadın”.

Kesinlikle, çok doğru söylüyorsunuz. Bu 12-13 yıllık süreçte, blog yazarlığı anlamında iletişim kurup da hayatıma çok büyük değer katan -bunun içine sizler de dahilsiniz-, çok önemli isimler var.  İstanbul’a (bağlantı anlamında) çok uzak Aydın’da doğup büyüyüp, blog sayesinde buraya geldim. O yüzden sadece iyi olan tarafı görmeye çalışıyorum. Aynı fotoğraf karesi içine girdiğim çok kıymetli isimler var. Geçenlerde birini arayıp, ona ne kadar çok hayranlık duyduğumu ve çok ayrı bir sevgim olduğunu söyledim. Bunu söylüyor olabilmek bile benim için çok önemli. Bir de tabii ki karşımdakinin de bunu almış olması çok güzel.

İnsanların bu tarz sözleri birbirlerine söylemelerini çok kıymetli buluyoruz. Birbirimize “Ne kadar güzelsin.”, “Seni çok seviyorum.” “Çok güzel yazmışsın.” “Çok güzel şarkı söylemişsin.” vs. diyebilmeliyiz, demeliyiz. Maalesef bu konuda çok cömert bir toplum değiliz.

Bu sadece sosyal medyadaki “beğeniyor-beğenmiyor” durumu değil. Bir şekilde birileriyle temas kurduysan, bunu canlı tutacak olan şey iki tarafın da çabasıdır.

Her gün bütün paylaşımlarımı beğenip, paylaşanlar da var. Ama bir günden bir güne beni arayıp halimi hatırımı sormuş mu acaba? Bu anlamda “biz olamadık” diyorum. Burada bencilce düşünüyor da olabilirim. Ama ben blog yazarları içinde sağlam bir ilişki kurma çabası içindeyim.

Elbette benim için çok önemli blog yazarları var. Bunlardan biri de Atıf Ünaldı’dır. Blog yazarlığı anlamında Atıf Ağabeyin yanına birkaç isim daha koyabilirim, onlar ne yapsalar alınmam. Ancak etkileşim kurmaya çalıştığım ve geri dönüş alamadığım isimler de var. 6 ay bir şey yazmasam, ne oldu diye soracaklarını sanmıyorum.

Blog yazarlığının doğasında olan “yalnız olma” halinden mi bu sence?

Keyfi olduğumuz ve farklı profillere sahip olduğumuz için. Ve altını da çiziyorum, kimse kimseyi arayıp sormak, görüşmek durumunda da değil. Bu, benim kimyamla alakalı da olabilir.

Evet ama bazen bir sene görüşmezsin, ama bilirsin ki o kişi her zaman bir telefonunun ucundadır.

İşte böyle hissettiğim kişiler var. Ama bir yandan da söyleşi için randevulaştığımız halde beni ortada bırakanlar da oldu.

İnsanların anlayışları, etik değerleri çok farklı olabiliyor…

Gelecek Vadeden Bloglar listesine girmek için başvurup, listeye girdikten sonra hiç tepki vermeyenleri, ulaşamadıklarımızı da örnek verebilirim. Önemsediği bir şey ki, bize ulaşmış, jüri üyeleri de vaktini ayırmış bloğunu incelemiş. Hem biz bunu teşekkür almak için yapmıyoruz, ortada harcanan bir emek var.

Maddi bir şey değil, insan özelden de olsa bir teşekkür bekliyor bazen.

Hâlâ hiç cevap verilmemiş maillerim var.

Cevap vermek, her şeyi bir yana bir görgü kuralı.

O noktada “Yeşim Mutlu” diyorum. E-posta kültürünü-görgüsünü, son iki yıldır çalıştay sürecinde Yeşim Mutlu’da gördüm. Blog camiasında tanıdığım en değerli insanlardan biri. Her şey senin üzerine kaldı diyip yardımcı olmak için çok çaba sarf etti gerçekten. Bir şey olduğunda sebeplerini açıklayan biridir. Bu biraz da görgü meselesi zaten.

Öte yandan bazen yaptığım yanlışlarım olsa da nezaket sahibi biri olduğumu düşünüyorum. Ama bazı insanların nasıl olup da tipime, edebiyat diplomama, aileme hakaret etme cesaretini kendilerinde görüp, beni vurmaya çalıştıklarını aklım almıyor. Ama artık bunlar için yormuyorum kendimi.

Zaten ne kadar anlatmaya çalışsan da, karşı taraf anlamak istediği kadarını anlayacak.

Mevlana’nın öyle bir sözü var, çok doğru kesinlikle…

Blogtan para kazanılır mı?

Biz şimdi seninle röportaj yapıyoruz ya, bunu gören insanlar şu soruyu arayacak çok net: “Blogtan para kazanılıyor mu?” 🙂

Manşete Evren’in tek cevaplamadığı soru, bu oldu diye başlık atabilirsiniz (kahkahalar). Şaka bir yana, tabii ki kazanılıyor.

Hangi bloglar para kazanıyor?

Kişisel bloglardan o kadar kazanılmıyor ama teknoloji, yemek, anne-çocuk blogları vs. daha çok okunduğu ve markalar tarafından daha çok ilgi gördükleri için haliyle daha çok kazanıyorlar. Tabii bu benim tahminim, hangi blog ne kadar para kazanıyor, hatta kazanıyor mu bilemem.

Doğrudan blogdan olmasa bile blog sayesinde tanıştığın insanlardan, karşılaştığın fırsatlardan dolayı para kazanabiliyorsun…

İşte benim şu an çalıştığım şirketten aldığım maaşı aslında dolaylı olarak bloğumun bana kazandırdı. Aldığım maaşı, bloğuma borçluyum diyebilirim. Kendimi en güçlü hissettiğim nokta bu.

Bir de Serdar Kuzuloğlu gibi örnekler var… Sonuçta o da bir blogger, öyle değil mi?

Bizim için öyle de, katıldığı TV programlarında “teknoloji uzmanı” olarak yer alıyor. Blog yazarlığından bahsedilmiyor. Ama blog yazarı deyince ilk örnek verilen isimdir, Serdar Kuzuloğlu. Bence de en iyi blog örneklerinden biri; ansiklopedi tadında, inanılmaz vakit harcandığı, ilmek ilmek bütün cümleleri işlediği ve bütün link bağlantılarını kurduğu o kadar belli oluyor ki. Onun yazılarını okurken, acayip iştahım kabarıyor ve kendi bloğuma dönüp bakıyorum bu sefer. Kendi içeriğimi inşa ederken vs. bana çok katkı sağlayan bir isimdir. Ama şu an uğraştığı bütün işleri bırakıp sadece blog yazsa, geçimini sağlayabilir mi? Sormak lazım.

Aslında bloğu ona bugün sahip olduğu işleri getirdi. Bu yüzden de iyi bir örnek.

Doğru söylüyorsunuz.

Peki senin dikkatini hangi tür bloglar çeker, kimleri takip edersin? Gelecek Vadeden Bloglar özelinde sormuyoruz.

Sevdiklerimden çok, hoşlanmadıklarımdan bahsetsem daha kolay olacak ☺ Yazarını görmediğim, anonim bloglardan hoşlanmıyorum. Bir blogda, o yazarı görmek istiyorum. Blog yazmaya ilk başladığım yıllarda, konuya uygun olduğunu zannettiğim bir fotoğrafım olurdu yazıda. Fotoğrafımı paylaşmadığım bir yazı yoktu J. (kahkahalar). Kendimi çok fazla gösteriyordum diye o zamanlar çok eleştiriliyordum. Millet sonra benden daha cüretkar olmaya başladı. Baktığında hepimiz bir özçekim manyağı olduk.

Bir de çok teknik olan bloglardan hoşlanmam. Kişisel blog, beni çabuk yakalıyor, bu tür blogları okumayı çok seviyorum. Ama beni baz almamak lazım. Çünkü inanılmaz sayıda –siz de dahilsiniz buna- blog takip ediyorum. Böyle günü gününe okuyamasam bile okuma listeme kaydedip sonra okurum.

Plazadan Dünyaya’yı ilk duyduğunda ne düşündün, şimdi bizi daha çok tanıdıktan, yazılarımızı okuduktan sonra ne düşünüyorsun?☺

İlk olarak, isim çok hoşuma gitmişti: Plazadan Dünyaya. İsmin bende uyandırdığı ilk intiba ve kendinizi açıkladığınız kısım -tabi o zaman yola yeni başlamıştınız, içeriğiniz çok değildi- çok iyiydi. O zamanlar, sürekli plazadan paylaşımlardan oluşan bir gidişat göreceğim diye bir önyargım da vardı ama. Ancak tanıştığımız günden bugüne, üretkenliğiniz ve yaratıcılığınızdan dolayı Plazadan Dünyaya bir 5 yıl sonra -o 5 yıl, 3 yıl da, 1 yıl da olabilir-, markalaşmaya açık bir hale gelecek gibi geliyor. 3 yıl sonra Gelecek Vadeden Bloglar listesinde olmayacaksınız ama blog dünyasında var olmaya devam edeceksiniz. Yavaş yavaş başladınız zaten, ilerde tamamen kendi ekosisteminizi yaratmış, kendi etkinliklerinizi yapar hale geleceksiniz.

Markalaşmak… Tam olarak bizim yapmak istediğimizi söyledin. Bunu senden duymak çok hoşumuza gitti.

Bununla ilgili bir girişiminiz olmuştu değil mi?

Evet, marka tescilimizi aldık. Onu da bugün için değil, önümüzdeki 10 yılı düşünerek aldık. Hedefimiz hep böyle bir platform oluşturmaktı ve yazdığımız blog, aslında bunun çıkış noktasıydı. Bunu aktarabilmiş olmak, şu an hepimizi çok mutlu etti.

Şu nankörlüğü de kabul etmiyorum ben, -sizin için de benzer bir risk her zaman olabilir-, siz blogdan doğdunuz, sonuçta Plazadan Dünyaya bir blog varlığı. Onun sayesinde yapmaya başladığınız işlere çok fazla enerjinizi verip, oralara daha fazla kanalize olup, sonra bloğa karşı vefasızlık yapmamak gerekiyor bence. Çünkü her zaman kürkçü dükkanı orası. Bu benim için de geçerli.

Evren Günlüğü’nü diri tutmam gerekiyor bir şekilde. Çünkü beni var eden, buralara getiren o. Plazadan Dünyaya’da etkinliklerinizle çok ön plana çıkabilirsiniz, çıkın da zaten. Ama sizin gölgenizde birileri de yeşerip, sonra sizin önünüze geçmesin ya da sizin enerjinizi aşağıya çekmesin. Sizde o potansiyel var, bırakın yürüsün gitsin Plazadan Dünyaya ama nereden geldiğinizi de unutmayın.

Bizi güçlü kılan aslında o blog. Instagram değil, Youtube değil, yüzlerce insanın katıldığı etkinlikler değil, ayakta durmamızı sağlayacak ilave şeylerle uğraşmamız gerekiyor ama en güçlü olduğumuz noktanın blog olması gerekiyor. Çünkü ne kadar çok dallanıp budaklanırsak, blogdaki özgürlüğümüz de o denli kısıtlanıyor. İlişkilerimiz, bağlantılarımız zarar görmesin, aman yeni bir etkinlikte çalacağımız kapılar yüzümüze kapanmasın diyerek blogdaki özgürlüğümüzden de ödün vermemek gerekiyor bence. Blogda ne kadar güçlü olursan, asıl yapmak istediğin şeyi de o kadar rahat yaparsın, ben buna inanıyorum. Hiç kimse umurumda değil açıkçası.

Çok keyifli bir sohbet oldu Evren, çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Mini Test / O mu, bu mu ?

  • Çay mı kahve mi? Kahve
  • Vezir mi piyon mu? Vezir
  • Uçak mı yelkenli mi? Uçak, o iniş kalkışlar çok hoşuma gidiyor 🙂
  • Canon mu nikon mu? Tabii ki aynasız Sony 🙂 (gülüşmeler) Cevabım Canon.
  • Pizza mı lahmacun mu? Lahmacun, durun ya aslında ben bırakmadan önce pizzacıydım.
  • Rakı-balık mı, şarap-peynir mi? Peyniri ve balığı alayım, alkole karşıyım.
  • Siyah mı beyaz mı? Siyah
  • Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan? Yumurta tavuktan çıkar, yumurtadan civciv çıkar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir