Okur, yazardan aslında tam olarak ne ister?

Uydurmanın İncelikleri söyleşilerinin ilkinin tadı hâlâ damağımdayken dün ikincisine de katıldım. Hep Kitap tarafından Hakan Bıçakçı yönetiminde düzenlenen Uydurmanın İncelikleri söyleşileri, aynı ismi taşıyan kitaba katkı sağlayan yazarlarla her ayın 21’inde Pera Müzesinde yapılıyor. Hem kitap hem de kitabın ardından gerçekleştirilen bu söyleşiler, edebiyat alanında iyi düşünülmüş, harika bir proje. “Uydurmanın Sözcüleri” başlığıyla düzenlenen bu ayki söyleşiye Başar Başarır ve Müge İplikçi ile geçen aylarda kendisinden eleştirel okuma eğitimleri aldığım Jale Sancak  katıldı.

Dört yazar yazma süreçleri, eserlerine ve karakterlere isim vermede izledikleri yol gibi birçok konuda bilgi verdi. Çoğu okurun gözünde büyütüp neredeyse tanrısal bir özellik yüklediği yazarların aslında o kadar da olağanüstü bir yaratım süreci içinde olmadıklarının altını çizdiler. Hal böyle olunca her iki etkinlikte de birkaç dinleyici, yazma sürecinin ayrıntılarının anlatılmasını doğru bulmadıklarını bile getirdi. Geçen ay dinleyiciler arasından biri söz alıp “Sizin bir eseri bu kadar basit şekilde yazdığınızı anlatmanız bende ön yargıya sebep oldu. Bu sebeple hiçbirinizin romanlarını alıp okumayı hatta bundan sonraki söyleşilere katılmayı düşünmüyorum.” demişti. Benzer bir eleştiriyi dünkü etkinlikte de emekli öğretmen olduğunu söyleyen bir dinleyici dile getirdi; “Niye yazdım oldu, diyorsunuz? O çok beğendiğimiz romanlarınıza bunu yapmayın.” serzenişinde bulundu. Jale Sancak’ın “Yazdım oldu demiyoruz, yazdım oldu’ya gelene kadar o süreçte neler çekiyoruz bir bilseniz” sözleri dinleyiciyi ikna etmemiş olacak ki söyleşi sonrası otobüs durağında eleştirilerine devam ediyordu. Emekli öğretmen ve söyleşiyi dinleyen iki kadın otobüs beklerken “uydurma” kelimesine o denli takılmışlar ki “Uydurma olur mu hiç, biz çocuklara deriz ‘uydurukçu’ diye.” şeklinde söyleniyorlardı.

Oysa, söyleşinin ilk ikisinde gündeme gelen bu konuda Hakan Bıçakçı, Seray Şahiner, İsmail Güzelsoy, Doğu Yüce, Jale Sancak, Başar Başarır ve Müge İplikçi ilham diye bir şeyin olmadığının, yazma yeteneğinin zannedildiği gibi olağanüstü tanrısal bir süreci içermediğinin altını çizmeye çalışmıştı. Yoksa, yayımlanan eserlerini nasıl kaleme aldıklarını dinleyicilerin gözünde canlandıracak şekilde en ince ayrıntısına kadar anlatıp edebi bir eserin “oturup bir çırpıda yazıldığı”nı iddia etmemişlerdi.

Anladığım kadarıyla söz konusu edebiyat olunca bazı okurlar sevdiği yazarı / şairi insanüstü algılıyor, okuyunca hayranlık duyduğu eserin yazılma sürecinin ayrıntılarını bilmek istemiyor. Belki de kendince işin büyüsünün kaçmasından korkuyor.

Hakan Bıçakcı: Yazar doğulmaz, olunur

“Günlük, anı gibi türlerle kendini anlatma duygusu bana fena geliyor; zaten her gün kendimle beraberim.” diyen Hakan Bıçakcı, bu sebeple roman ve öykülerinde kendi hayatından çıkarak başkalarının hayatını anlatabilme olanağı bulduğunu söyledi.

Süper kahraman anlatılarından hoşlanmadığını, figüranlardan yana olduğunu anlatan Bıçakcı, “samimiyet” diye bir şey uydurulduğunu oysa önemli olanın yetenek olduğunu; edebiyatın da söz konusu duyguyu okura yaşatabilme yeteneğine sahip olması gerektiğini vurguladı.

Yaratıcı yazarlık atölyelerine de değinen Bıçakcı, yazarlığın öğrenilebildiğinin hatta öğretilmesi gerektiğinin altını çizdi: “Yazarlığın doğuştan gelen bir yetenek olduğu yanlış ve tehlikeli bir ideolojidir. Bunu çok sakıncalı buluyorum. Okur, bu tembelliği üzerinden atmalı ve yazmalı. Yazar doğulmaz, olunur.

Bıçakcı, romanlarındaki karakterlerin isimlerini başlarda belirlerken çok önemsemediği, arada nadiren de olsa  karakterin yapısıyla zıt isimler tercih ettiği ayrıntısını paylaştı.

Müge İplikçi: Yazarlık eğitimlerinde özgünlüğü iyiki de öğretemiyoruz

Söyleşinin konuşmacılarından Müge İplikçi, eserlerindeki kahramanların kendi gözünde tip değil kanlı canlı karakterler olduğunu, onları uzaktan da olsa tanıdığını anlattı. Roman kahramanlarının yazarın kendisi olduğu yönündeki yaygın inanışa karşılık da “karakterler hiçbir zaman yüzde yüz yazarın kendisi değildir” cevabını verdi.

Önemli olan hayattan bir şeyleri çekip alıp onu okura aktarmak. hayat size toslar, siz ondan bambaşka bir şey alırsınız.” diyen Müge İplikçi, okur kitlesini sürekli tetikte tutmayı sevdiğini dile getirdi. Tip mi karakter mi? sorusuna tipleri ittir kaktır yaşatmak zorundayken, karakterlerin yirmi dört saat yaşayan birileri olduğu yanıtını veren İplikçi, yaratıcı yazarlık eğitimleriyle ilgili de şu ifadeleri kullandı:

Yazmak, baştan sonra matematiksel bir eylem, kendince kuralları var. Yaratıcı yazarlık atölyelerindeki bir araya gelme, paylaşımda bulunma olayını çok önemsiyorum. Bu eğitimlerde sanatı sanat yapan en temel özellik olan özgünlüğü öğretmiyoruz, iyiki de öğretemiyoruz. Yazmak, gerçekten öğrenilebilir.

“Bu ülkede yazan çizen biriyseniz yalnızlığa mahkumsunuz. Bu sadece Oğuz Atay’a özgü bir yalnızlık değil.” diyen İplikçi, kahramanlarına hep aynı isimleri verdiğini bir okurunun uyarısıyla  fark ettiğini de anlattı ve “Dönüp dolaşıp niçin hep aynı isimleri kullandığımı anlamam için belki bir psikanalize gitmem gerek.” dedi.

Jale Sancak: Yazarlık değil yazma öğretilebilir

“Yaşanmadan yazılmaz” sözünü doğru bulmadığını, bunun düş gücüne yapılan bir haksızlık olduğunu dile getiren Jale Sancak, yazarların kendi hayatlarını anlatmak için romana, senaryoya, sinemaya ihtiyaçları olmadığını; bunu anı, biyografi gibi türlerle yapabileceklerini söyledi. Yazarın kendisini anlatmaya başladığı an yaratıcılığın orada son bulacağının altını çizen Sancak,  okurun, eserlerindeki karakterlerle özdeşlik kurması için özel bir çaba sarf etmediğini hatta okurun yadırgamasını istediğini, çünkü yadırgarsa sorgulayacağını  anlattı. Karakterlerini, anlatmak istediğini en iyi aktaracak özellikte seçtiğini belirten Sancak, tipin derinliğinin olmadığını ama karakterin üzerine bütün metnin kurulduğunu ve her şeyi onun taşıdığını söyledi.

“Hiç kimseye benzemeyen, benzersiz bir karakter yaratmanın peşinde değiliz. Sana, ona, diğerine benzeyen karakterler yazıyoruz. Bu karakterler amacımıza en uygun, anlatmak istediğimizi en iyi anlatacak olanlardan seçiliyor.” diyen Sancak, yaratıcı yazarlık atölyelerine yönelik eleştirilere de şu sözlerle cevap verdi: Seramikten resme kadar bütün sanat dalları öğretilebilir. Ama yazarlık söz konusu olunca ulvi ve tanrısal bir özellik yüklenerek bunun öğretilebilir bir şey olmasına karşı çıkılıyor. Yazarlığın değil de yazmanın öğretilebileceğine inanıyorum. Bunun bir matematiği, kuralları var. Yaratıcı yazarlık eğitimleri bunları gösteriyoruz.

Başar Başarır: Yazmaya meyilli insan bunalımlı insandır

İnsanların kahramanları sevdiğine, yazarları da kahramanlaştırdıklarına dikkat çeken Başar Başarır, kahraman anlatılarını pek sevmediğini, figürlerden yana olduğunu ve o kadar da orijinal ve farklı olma iddiasının bulunmadığını söyledi. Yazmaya meyledenlerin genelde bunalımlı insan olduğunun altını çizen Başarır, “Okur olarak uydurulmuş veya yaşanmış olduğuna değil kâğıt üzerinde iyi durup durmadığına bakarım. Mühim olan anlattığı şey bana geçiyor mu, samimi mi inandırıcı mı?” dedi.

Yazmayı, yazabilmeyi sevdiğini, o tatmin duygusunu yaşamayı önemsediğini söyleyen Başarır, bir eserde asıl önemli olanın duygu olduğunu “Ana fikir diye bir şey yoktur, belki ana duygu olabilir. Yazar kaşıntısının sebebi, kaşıntının başlangıç noktası o duygu olsa gerek” sözleriyle dile getirdi. Söyleşide Jale Sancak ile Başar Başarır arasındaki keyifli atışmalar da hafızalara kazındı.


e-vren günlüğü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bu yazıya katkı sunun