Safiye Sultan e-vren günlüğü’nde!

Son Dakika Gelişmesi: Safiye Sultan e-vren günlüğü’nü ilk kez okudu!

Bunu buraya not olarak düşmemek olmazdı. Annem e-vren günlüğü’nü 2005’ten beri okuyan yüz binlerce insanın arasına nihayet birkaç saat önce katıldı :) Malum internetim 5 gündür yine kesikti. Safiye Sultan, bugün akşamüzeri bağlanan internetle beraber Ziya‘nın Continue reading →

Blogger da Olsam İnsani Sıkıntılarım Var

İnternet diye bir şey olmasaydı, blog diye bir şey de olmayacaktı. Haliyle blog yazarı da olunmayacaktı :) Son bir aydır canımı sıkan olaylardan biriydi TTNET’in sebepsiz kesintileri… İnterneti zırt pırt kesilen bir blogger, ziyaretçileriyle ne kadar bütünleşebilir ki…

Bayramdan hemen sonra.. Ziya‘yı Kütahya‘ya götürmeden 1 gün önce. Bizim Efe‘nin ayakkabıcısındayız. Abi, su almayan bir ayakkabı lazım bana diyorum. Satıcı birkaç çeşit koyuyor önüme. Beğeniyorum bir tanesini; bunun önünde dikişi yok, su almasın sakın diye soruyorum. Şoklama yapılmış bunda, su alırsa getir, iki yıl garantisi vardiye teminatta bulunuyor. 3-5 gün yağmursuz havada giydim ayakkabıyı; rahat bir şey, sevdim derken cumartesi günü yağmur yağdı ve soluğu ayakkabıcı da aldım. Aldığım cevap ne oldu dersiniz? Bu yağmurda su almayan ayakkabı mı olur? Alacak tabi Hafif çapta sinir harbi, tartışma vs. Ben su almaz demedim ki diye inatlaşmaz mı bir de… Esnaflığı bilmiyor bizim insanımız. Sonra ağlıyor İskarpin açıldı, satışlarımız durdu diye.

İlk kredi kartımı Yapı Kredi Bankası‘ndan almıştım. Geçen gün bankaya gidip kartımı iptal ettirmek istedim. Müşteri temsilcisi bayanla iddiaya girdik neredeyse. O ,kredi kartlarından yıllık kart ücreti kesmediklerini dile getiriyor; bense her 6 ayda bir kart ücreti ödediğimi… Hangimizin haklı olduğu ekstrelerde belliydi. Bankaya adım atmadan, personelini meşgul etmeden bankacılık işlemlerini internetten/telefondan halleden bir müşteriden neyin hizmet bedelini alıyorlardı anlamış değilim. Müşteri temsilcisine göreaslında banka bize hizmet veriyormuş. Sinirimi alamayıp vadesiz hesabımı da iptal ettirip Yapı Krediyle yolumu ayırdım :)

Gelelim Yeni Dört Yol kavşağına açılan Garanti Bankası‘nın müşteri temsilcisine. Askerde yanında para taşımasın diye kardeşimin paralarını Garanti’deki hesabına yatırdık. İki gün arayla 2007 ve 2008’in yıllık hizmet bedellerini kesmesinler mi? Ben de gidip o suratsız müşteri temsilcisine sakın ola ki maaş hesabımdan yıllık hizmet bedeli kesersiniz ha! deyince müşterisinin yüzüne bakmaktan aciz yüzsüz müşteri temsilcisi Beyfendi maaş hesabından bahsediyorsunuz; biz maaş hesaplarından herhangi bir ücret kesimi yapmıyoruz demez mi? İnşallah öyledir dedim; dedim ama öyle olmayacağını biliyordum. İki hafta geçmedi tak bir e.posta: Garanti Bankasındaki vedasız hesabınızdan 2008 yılı birinci yarı yıl hesap işletim ücreti kesilmiştir.

Görev yaptığım kasabanın PTT’sine gidiyorum iki defadır. Küçük yerdir, gelen giden azdır, oradaki memurlarda gerilmiş sinirden eser olmamalıdır diye düşünürken burada da “devlet memuru” zihniyeti suratınıza bir tokat gibi vuruluyor. Şu işlemi yapabilir misiniz? Kredi kartı post makinemiz yok. Peki ya bunu?” “Bilmem, bir deneyeyim.” “İyi o zaman iyi çalışmalar(Teşekkür yok) Haydi şehir merkezindekiler aşırı yoğunluktan şikayet ediyor, peki sana ne oluyor be adam ufacık yerde boş boş oturmaktan mı yoruluyorsun!

Yok yok, bunlar beni sonunda Uğur Dündar yapacaklar ya, hayırlısı…

Nice Senelere Kayıp Şehrin Miniği

 

{Aralık ‘08 MisAfiR KaLeM Yazısıdır}

Yeşildi kornası bisikletimin; lila rengi boyaları dökülmüş, alttan pası çıkmıştı. Sitedeki en eski ama en güzel bisikletlerden biriydi benimkisi. Düşmemek için kaybettiğim yarışlarda suç hep ona atılmıştı. Çocukluk yapbozumun en güzel parçasıydı. Sonra kötü eller kıskandı ve onu benden aldı. O günden beri pişmanım diyebilirim. Her zaman dört kat yukarı çıkarırken onu, birgün üşendim ve minik dostumun ısrarlarına rağmen apartmanda bıraktım. Hırsıza davetiye bu oluyormuş anlamış oldum. O gün onu son görüşümdü; bir daha başka bisiklet de almadım zaten.

Sitenin çocukları yarışlara bensiz devam ederken biz iki kardeş oyalanacak başka şeyler bulduk. Kapısını aşındırdığımız tesisatçı amca bütün artık boruları bize ayırır oldu. Şu ince su boruları var ya, işte onlar bizim yeni oyuncağımız oldu. Babamın da desteğiyle cephanelik ve sığınağa çevirdiğimiz evin garajı Continue reading →

Osmanlı, Cumhuriyet Senin Neyine?

Osman Bey, koskoca Cihan İmparatorluğunun 7. Osmanı’dır lakin ayda dört defa bile halvet olamaz; öyle ki pandaların cinsel yaşamı dahi kendisinden daha renklidir. Amerika’nın Ginger’inı sırf “s.d.k yarıştırma sevdasına” kullanıp komik duruma düşer; Burger King’te hamburger yiyememe görgüsüzlüğüne bir de cep telefonundan mesaj atamama cahilliğini ekler. Ondan ne karısı memnundur ne halkı ne de dost görünen müttefik Amerika. Osmanlı İmparatorluğunun en doğusu artık Ankara’dır; ne var ki oraya bile adam sürülememektedir.  

Çok ilginçtir, Can Dündar‘ın Mustafa‘sı ile hemen hemen aynı görüntülerle başlar Osmanlı Cumhuriyeti. Küçük Mustafa, henüz Mustafa Kemal olmadan evvel buğday tarlalarında elinde tenekeyle kuşları uçurur. Bir ağacın tepesindeki kafesi farkedip içindeki kuşu serbest bırakmak ister ancak ağaçtan düşüp bayılıp kalınca kader, 2008 Türkiyesi’nin geleceğini 7. Osman’ın ellerine teslim eder. Daha doğrusu bir taraftan müttefikimiz Amerika’nın, diğer taraftan da Avrupa Birliği müzakerecilerinin…

Anlayan için filmin vermek istediği mesajlar oldukça açık ve güçlü. 2008 Türkiyesi’nin gerçekleri ile 2008 Osmanlı Cumhuriyeti’nin gerçekleri birebir örtüşmese de bugünün bazı kara delikleri yarınımızın Osmanlı Cumhuriyeti’nden farklı olmayacağının sinyallerini de vermiyor değil. Espriler yerinde ve dozunda. Öyle ki {Can Dündar’ın Mustafası’ndankinin aksine} filmin asıl gayesini unutturacak, buna gölge düşürecek herhangi bir söylem ya da sahneyle karşılaşmıyorsunuz. 

Atatürk, filmin daha en başında Mustafa olarak karşımıza çıkıp ağaçtan düşüp bayılıyor, film boyunca adından bahsedilmiyor ama buna rağmen seyircinin aklından Mustafa Kemal ATATÜRK çıkartılmıyor. Finalde küçük Mustafa’nın yerden kalkıp kuşu kafesten salması ve Ulu Önder’in kendi sesinden Ne Mutlu Türk’ümdemesi, iki saatlik filmin vermek istediği bütün mesajı özetleyiveriyor, gözleri dolduruyor.

Gani Müjde belki de komedyen zekasının sağladığı bir beceriyle Can Dündar’ı Atatürk konusunda alaşağı etmiş olabilir. Her iki film konusunda kıyaslama yapmak ne kadar doğru bilemiyorum ancak Osmanlı Cumhuriyet’i Mustafa’nın aksine kimsenin gönlünü incitmeden, sahip olduğumuz pek çok değerin (hatta karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin) farkına vardırarak seyircisini sinemadan göndertmeyi başarıyor.

Kütahya’nın Havaları

Kardeşim Ziya‘yı, vatani görevini yapması için birliğine teslim edeli 5 gece 6 gün geçti. TTNET’in artık bıkkınlık veren kesintileri sebebiyle bu haftayı günlüğüme not düşmekte geciktim. Geçen yıl ben askere gittiğimde yine bu vakitler derin bir sessizliğe bürünen e-vren günlüğü için aynı durum yaşanmış gibi oldu :)

Fotoğraf, Ziya askere gitmeden 4 gün önce, Kurban Bayramı’nın 3. günü Kardeş Köy‘de çekildi. Kardeşim, sözün tam anlamıyla tadını çıkara çıkara askere gitti. Benimkinin aksine o, aylar öncesinden Aralık 2008’de askere gitme kararı almış; başvurularını yapmış; apartman sakinlerinden Aydın esnafına kadar herkesle vedalaşmıştı :) Asker yemeği, kahvaltı davetleri, asker kınası, davullu zurnalı eğlenceler, asker uğurlamaları vesaire derken eş, dost, (bir kısım) akraba dahil hepimiz onun askere gidişini doya doya yaşadık. 

6 aylık zorunlu ayrılık öncesi Kütahya’nın merkezini dolaştık. Nüfusu Aydın’ın 2 katı olmasına rağmen belki haftasonu olmasından belki de havanın çok soğuk olmasından dolayı caddeler tenhaydı. Aydın’ın ilkbahar tadındaki kışı’ndan Kütahya’nın soğuk kışı’na adım attığımızda afalladık biraz. Seramikleriyle ünlü bu şehirde renkli manzaralarla karşılaşacağımı ümit ederken gri, kasvetli ve tozlu bir Kütahya ile karşılaşmak beni şaşırttı. Asker geliş gidişlerinde canlanan Kütahya’nın insanı ortalarda yoktu ama tek tük sohbet edebildiklerimiz de son derece yardımsever ve güler yüzlü insanlardı. Kulağıma fısıldandığına göre de içten ve samimi Kütahya halkı şu anki belediye başkanlarından hiç memnun değillerdi :) Kütahya’nın suyundan içen tekrar Kütahya’ya gelirmiş; biz kardeşimin yemin töreninde Kütahya’ya yeniden uğramak için şimdiden gün sayıyoruz.

Abim, en küçük kardeşim İbrahim ve Hüss ile Ziya’yı Kütahya’ya kadar götürdük. Acemi birliğinin önüne geldiğimizde pek çok kısa dönem asker, aileleriyle birlikte oradaydı; gurur ve hüznün bir arada yaşandığı bir kalabalığın içindeydik. Ağlayanlar, birbirine sarılanlar, hala nerede olduğunu idrak edemeyen ve kendisini yabancısı olduğu bir filmin içinde zanneden askerler, anne-babalar, kardeşler ve tanıdıklarla doluydu her yer. Herkes, kendi askerinin son kez fotoğrafını çekmenin telaşındaydı. Aynı telaşı görevli askerler de fotoğraf çektirmemek için gösteriyordu ama ne çare. Ziya, ille de ödenecek denilen vatan borcu için peygamber ocağı denilen askeriyenin kapısından girerken son kez Safiye Sultan‘la konuştu ve bizim unutamayacağımız, onun da hatırlamakta güçlük çekeceği bir anın karesi ortaya çıktı:

Bayramın 4. Günü Asker Kınası

Bu seneki Kurban Bayramı geçen yıllara nazaran {zaten geçen yılkinde askerdeydim} daha çok ziyaret ve misafirle geçti. Bayram ziyaretlerine Ziya‘nın asker vedası ziyaretleri de eklenince dakika hesapları yapıldı, ziyaret listeleri karıştı. İşin belki de en zevkli kısmı buydu. Bunlar birer tatlı telaştı :) Kurban Bayramı 2008’i de bugün Hüss‘le bir bayram ziyaretinde çekildiğimiz yukarıdaki kareyle uğurlayayım istedim. e-vren günlüğü’ne 2009 Kurban Bayramı’nın notlarının da düşmesi temennisiyle günün son gelişmesine geçeyim:

Safiye Sultan ne abimin ne de benim askerliğimde asker kınası hevesini alamamıştı. Bugün küçük bir organizasyonla Ziya’nın avucuna asker kınası yakıldı. Öncesinde dualar edildi, sonra avucun ortasına madeni para koyulup Safiye Sultan’ın göz yaşlarıyla kınanın üzeri kapatıldı. Hala asker havasına giremediğini söyleyen kardeşim, Kütahya‘da Hava Kuvvetleri’nde yeteri kadar bu havayı soluyacak nasıl olsa :)

Senin İnsanların Yoruyor Beni

Sensiz geçmeye mahkum günlerin üzerine eklenen bu bayram, sensiz kaçıncı bayram… Sensiz aylara, sensiz olaylara alışıyor da insan; bir tek sensiz bayramlara alışamıyor. Tıpkı sensiz mezuniyetlere, doğum günlerine, asker yolculuklarına alışılamadığı gibi…

Geçen kurban bayramında asker ocağındaydım. Sen yoktun; oysa dilimde, avucum içindeki nurlardaydın. Sonra nöbetlerimin sessiz sedasız sırdaşı oldun. Bir sana bir de Rabb’a döktüm içimi.

Birkaç saat önce, gecenin bir vakti Ziya‘nın vatani görevini yapacağı yer belli oldu. Sultanın‘ın Evren’i asker kıyafetiyle göremedim; Ziya’yı bari göreyim duaları kabul oldu. Benim gibi uzaklara değil hemen birkaç saat mesafeye, Kütahya‘ya gidiyor. Şimdi her şey tastamam da bir sen yoksun. Tıpkı 12 yıldır olduğu gibi gelmiyorsun.

Bayramı sorma… Yarım yamalak bayram olmuyor buralarda. Kendimizi tamamladığımız günler gelir mi bilmiyorum. Gelir elbet. Can sıkan, can sıkıcı, konuştuğunu sanan dilbazlar çoktu yine. Ağrıtıyorlar her bayram olduğu gibi bu bayram da yüreğimizi. Öpülesi olmayan elleri öpüyoruz mecburen, senin yokluğunun ezikliğinden midir acaba. Sorma kimleri ziyaret ettiniz diye. Dolaşıyoruz Ziya ile. Görülmesi gerekenler, görülmesi gerekmeyenler, evine bayram uğramayanlar, bayramı evinden kovanlar çıkıyor çaldığımız kapılardan…

Safiye Sultan’ın bayramını kutlamaya gelmeyenler, bizden bayram tebriği bekliyor. Herkes saygıyı kendine bekliyor, en büyük saygısızlığı yaparken. Biz senden böyle öğrenmedik, kimi kime şikayet edeyim? Geçen yıl askere giderken haydi büyüklük bende kalsın diye vedalaşmaya uğradıklarım beni uğurlamaya gelmediler. Bir de üstüne kalbimi parça parça eden sözler ettiler. Sen duydun mu? Safiye Sultan’a duyurmadım hiçbirini… Şimdi onlar Ziya’nın yüreğini acıtmak için kolları sıvarlar. İnsanlar silahlarını ne de kolay kuşanıyor.

Bayramın üçüncü günü bugün. Kalbim yıllardır olduğu gibi yine kırgın, yine buruk, yine kızgın. Ardında bıraktıkların, yoruyor beni; yoruyor beni, senin bu insanların…