12 Yaşında Küçük Bir Adamın Duyarlılığı

30 Ağustos’ta bir şiirini paylaşmıştı benimle. Evren abi blogunda yayınlayıver demişti :) Ama fotoğraflarını göndermemişti. Göndermesi de gerekmiyordu belki ama kuzeni Mesut‘la irtibata geçip fotoğraflarını elde etttim. Bana ricada bulunduğu günden bu yana kendisine olumlu olumsuz hiçbir yanıt vermemiştim bilerek. Ansızın e-vren günlüğü’ne girince kendisine sürpriz olsun istedim. Şiir yazma kabiliyetini konuşturup, bunu paylaşma cesaretini gösterdi madem, bugün en meşhur Soyuçok; Emin Can Soyuçok oldu :)

İlköğretim 6. sınıf öğrencisi sevgili yeğenim Emin Can’ın küçücük yüreğiyle yazdığı kocaman bir şiiri paylaşıyorum. Yoksulluk içinde, savaş altında olan akranlarını henüz 12 yaşında olmasına rağmen çocuklarım diyerek sahiplenebilecek sosyal duyarlılığa sahip Emin Can’ı kutluyorum. Gözlerinden öpüyorum küçük adam; yüreğine sağlık! 

ÜZÜLMEYİN ÇOCUKLARIM

Her sokağa girdiğimde
Açlıkla boğuşan çocuklar
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Açlıkla boğuşan çocuklar çoğalıyor
Sokaklar yoğun oluyor
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Çocuklara yardım edeyim
Onları sevindireyim
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Çocuklara yardım etsem sevap
Etmesem günah
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız 

Sabahtan akşama ne yapıyorsunuz
Geceleri nerede yatıyorsunuz
Üzülmeyin çocuklarım
Sizde aç kalmayacaksınız

Yaz mevsiminde terliyorsunuz
Kış mevsiminde üşüyorsunuz
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Allah’ım yardım et herkese
Aç bırakma kimseyi
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Açlık yüzünden hırsızlık yapmayın
Siz de aç kalmayacaksınız

Şiirimi burada bitirirken
Aç kişilere veda ederken
Üzülmeyin çocuklarım
Siz de aç kalmayacaksınız

Ben, İlkbaharını Bekleyen Bir Yaprağım Pencerende

]fh[ fotoğrafhikayeleri {Eylül}

Adın dilimde CAN’dı. Küçük bir tomurcukken ben, nefesin CAN’ıma kandı. Sımsıkı tuttun beni rüzgara karşı. Üzerimdeki yağmur taneleri gençliğime gençlik; güneş, gücüme güç kattı. Esen her yelle “binlerce ben” hışır hışır oynar, adeta hayatla dans ederdim. Sevgililer vardı, senin kalplerini aşkla doldurduğun sevgililer… Kaç tanesi gölgemizde meşk eder, huzura ererlerdi. Ben tıpkı o sevgililer gibi ilkbaharımdaydım, onlardan yüksekte hiçbir şey anlamazdım.

Koca bir ağacın gencecik, yemyeşil bir yaprağı iken, birgün pencerende kurumuş bir yaprak olarak buldum kendimi. Tepelerden seyrettiğim aşk, gün gelmiş beni de kuşatmıştı. Beni de dalımdan koparmış, savurup pencerene, huzurunda kul-köle kılmıştı.

Sararıp kaldım sevdan karşısında. Hayat değil, varlığındı beni kuru bir yaprağa çeviren. Dönüp baktım, sevdanın yüreklere konmadığı yaprak yoktu dallarında. Benim payıma düşen senin sevgindi; yeni mekanım senin gönül pencerendi.

“Gül dururken anma bir solmuş hazan yaprağını” diyor şair Hayali. Aldanma sen ona ey penceresinde kuruduğum sevda! Baharını yaşayıp senin aşkına sonbahara teslim olan bir köleyim huzurunda. Sararmış halime acıma. Ben ilkbaharını bekleyen bir yaprağım pencerende. Kalbini bir açsan, kapılarını ah bir aralasan yeniden hayat bulsam, yemyeşil olsam!


Fotoğrafın Hikayesi: Fotoğraf, 26 Temmuz 2008 tarihinde İzmir Kemalpaşa’da çekildi. Pencerenin yanından geçerken gözüm pencerenin demirine sıkışıp kalan kuru yaprağa takılmştı. “Küçük bir ayrıntı, kimine göre de önemsiz ama detaylar istendiğinde etkileyici olabilir demiştim” ne yaptığımı soran arkadaşıma. Ortaya çıkan kareye o da şaşırmıştı. O anı yakalayamayabilirdim belki de ama geçmişimdeki duygusal yaşantılarımı o yaprağın o duruşuyla ilişkilendirmemi sağlamıştı. O yüzden bu ayrıntıyı fark edebildim belki de orada. Eylül’ün fotoğrafhikayesi de sonbahara yaraşır olsun istedim.

N’olacak Bu Deniz Feneri’nin Hali?

Almanya’daki soruşturma öyle bir hal aldı ki Başbakan ile Aydın Doğan bile birbirine girdi. Sen neymişsin be Deniz Feneri :) Türkiye’deki pek çok dernek ve vakfı da güvensizliğe sürükleyen Deniz Feneri olayı çoğu insan gibi beni de etkiliyor. Yakın çevrem bilir; yaklaşık 2 yıldır sosyal inceleme gönüllülüğünü yapıyorum Deniz Feneri’nin. Bir ara İzmir şubesiyle ve sonrasında İstanbul merkezdeki gönüllü koordinatörüyle birkaç sorun yaşamıştım. Sonra baktım ki gönüllü esasıyla çalışan STK’lara kişi bazlı yaklaşmamak gerekiyor. Sempatimi orada çalışan personelden çok, kuruma yönlendirmeye çalıştım ve bu inançla askerden sonra da Deniz Feneri gönüllüsü olmaya devam ettim. Zaman neyi gösterir bilemem. Geçen aylarda bir sohbette “Neden Deniz Feneri?” diye sormuştu bir bayan. Ben bunca yıldan sonra kendimi profesyonel gönüllü olarak tanımlıyorum artık :) Ve şu an için gönüllülük ihtiyacımı Deniz Feneri ile karşılayabiliyorum. Bir başka STK “buyur gel, şu projemiz ya da çalışmamızda bize gönüllü destek ol” dese Soroscu olmadığı garantisini aldıktan sonra neden ona da gönüllü desteği sağlamayayım ki :)

Soroscu derken aklıma geldi: Bir dernekte “şeffaflık” ve “hesap verebilirlik” çok önemlidir. Ben bugüne kadar bağışçı ve gönüllülere karşı hem şeffaf hem de hesap verebilir olan tek bir STK tanıdım; o da sonradan Soroscu çıktı :) Onunla kıyaslayınca Deniz Feneri bana çok geleneksel ve devlet dairesi kıvamında bir yapıya sahip gibi geliyor.

Bu konuda ayrı bir yazı yazabilirim ileride. Sosyal sorumluluk damarı fazla kabarık biri olarak devletin yetişemediği yere yetişmeye çalışan, çoğu toplumsal olayda ona destek olan Sivil Toplum Kuruluşlarına, hakkında soruşturma açılan ve henüz suçluluğu kanıtlanmayan birkaç vakıf/dernek yüzünden güvensizlik beslemenin yersiz olduğu görüşündeyim. Bu vakıf ve derneklerin bünyesindeki maaşlı elemanlar gelip geçicidir ama gönüllülük parayla satın alınamadığı için sapasağlam devam edebilmektedir. Bundan kim ne ders çıkarır bilemem. Ama şu haksızlığı da yapmayalım. Lions ve Rotary kulüplerine kimse ses çıkarmazken Deniz Feneri’ni yerden yere vurmak, üstelik bunu Türkiye’deki bütün STK’lara genellemeye kalkmak akıl karı değil.

Aydın, 7 Eylül’ü Kutladı

Hüss, sabah iki defa beni uayndırmaya gelmiş. Sahurdan sonra hemen uyuyamadığım için sonrasında gözümü açmak biraz zor oluyor. Kendime geldiğimde saat 10.30 gibi bir şeydi :) Nasıl giyindim, fotoğraf makinamı hazırladım hatırlamıyorum. Bu gün 7 Eylül Aydın’ın kurtuluşuydu ve Hüss geleneği bozmayıp yine babasıyla beraber kortejdeki yerini aldı.

Her 7 Eylül’de olduğu gibi minik Efe’miz yine basının gözdesiydi :) Kendisine yöneltilen objektiler sadece medya mensuplardan ibaret olsa iyi. Aileler çocuklarını Hüss’le beraber aynı karenin içinde görüntüleyebilmek için adeta birbirleriyle yarıştılar :) 

7 Eylül ve diğer bütün milli bayramların aranan ismi, Efe Nine‘yi de bu günün anısına burada paylaşmazsam olmaz. Ben seyretmedim ama Safiye Sultan’dan duydum az önce. Efe Nine, Müge Anlı’nın canlı yayına bile konuk olmuş. Kadından baş efe olur mu tartışmalarının odak noktası olmuş kendisi :) Müge Anlı, 7 Eylül’de bizzat Aydın’a geleceğine dair kendisine söz vermiş ama geldi de biz mi göremedik acaba :) 

Yorgun düşen Hüss, bayılmak üzere olan bir amca ve Hüss’ün makam aracı üzerinde 7 Eylül hatırası :)

Beyin Yorgunluğu

Bir taraftan fotoğrafhikayeleri‘nin yenisi üzerinde çalışırken bir taraftan da İlhan Berk’in ateist olduğuna dair bir köşe yazısını özümsemeye çalışıyordum. Oruçlu olunca bünyem fazla enerji gerektiren aktiviteleri kaldırmıyor. Safiye Sultan her zaman şunu der: Beyin yorgunluğu, bedensel yorgunluktan daha ağırdır :) E bizim işimiz de hep “düşünmek” üzerine olunca, beynimiz haliyle yoruluyor.

Bir gece önce Ankara’ya uğurladığım Harun, ertesi gün Garaj Camii önünde teravihten çıkmamı bekliyordu. Nihayet tezsiz yüksek lisans olayını Ankara’dan çözmeyi başardı. Böyle durumlarda “şeytanın bacağını kırdı” sözü yerinde oluyor. Epeydir kar helvası yemiyordum, onu da aradan çıkarmış olduk.

Bilmiyordum öğrenmiş oldum: Birinci kademe sağlık birimlerinde her türlü muayene, tahlil vs ücretsiz olmuş. Çok hoş gerçekten. Şaşırdım.

Ne Yapmalı da Nasıl Arınmalı

Kapların içine sokarlar bedenimi, önce çırılçıplak soyarlar. Kaldırırım başımı, “derin derin nefes al, verme” derler… Verem miyim, kanser mi ben bu dünyada? Biliyorum aids daha icat edilmedi!

Çok uzak değil, yakınlarda, bir parkın hemen ardındayım. Elimde küçük bir kağıt iki imzalı bir mühürlü. İlaç kokan eski bir koridor, 1920’lerden kalma insan yüzleri, renkler karamsar, sesler anlaşılmaz olmuş. “Koridorun en sonunda, soldan son kapıdan gir” diyor, “soyun!” Ölüm’ü babam icat etmişti, sağ kalmayı ben mi keşfetmeliyim?

Hayatı baştan mı yaşamalı, yaşananları yeniden mi başa sarmalı? Ne yapmalı da nasıl arınmalı? Soğuk koridorlardan karanlık banyolara atarım kendimi. Yıkan! derler, tepeden tırnağa yıkarım kendimi. Bedenim unuturken radyasyonun etkisini, beynim allak bullak kaçmak ister geldiği yere.

Her şey akıp gitmiyor suyla. İçim bomboş, zihnim hala dopdolu. Kapların içinden çıkarmadılar beni, kalakaldım aldığım nefesle kendi içimde.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni RSS abonelik

Tipsiz Evren

“Evren abi sen ne yakışıklı adamdın ya. Askerden sonra bir türlü düzeltemedin imajını” demez mi bizim BESYO mezunu yeğen Çağrı… Kavgada düşmana söylenmez bu söz :) Annesi, Çağrı bana benzesin diye ona hamileyken beni bol bol görmeye gelir, sürekli bana bakarmış :) “Kurt kocayınca kuzuların maskarası olur” sözüyle mi yoksa “kaplumbağa kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş” deyişiyle mi bu acıklı durumum özetlenir bilemiyorum :)

Güne öyle bir telefon trafiğiyle başladım ki anlatamam :) Bir heyecan, bir stres… Öğleden sonra işlerimi halletmek için dışarı çıktım. Biraz fazla dışarı çıkmışım, Köşk’e kadar gidip geldim :) Tempoya dayanamayıp ikindiden sonra uyudum, tabi uyanınca aptal bir Evren olarak iftarı bekler oldum.

Haftalardır beklediğim müjdeli haber dışında günün en önemli gelişmelerinden biri Yaprak Dökümü‘nün bugün yeni bölümüyle hayatımıza geri dönüşüydü :) Bu diziye neden bu kadar önem verdiğimi ileride bir yazıyla detaylıca anlatırım sanırım.