TYB İstanbul Şubesinden Gençlerin Sorularını Yanıtladım

Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi Başkanı Mahmut Bıyıklı’nın davetiyle gençlerin katıldığı bir çevrim içi yayına konuk oldum. Dijital dergi hazırlığında olan katılımcılara dijitalde içerik üretiminin önemini, blog yazarlığının değerini ve bloğun niçin gerekli olduğunu anlattım. O yayında anlattıklarımı konu başlıklarına göre bölümlere ayırıp YouTube kanalımda paylaştım.

Continue reading →

Dergilerde Öykü ve Öykü Dergileri

Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi çatısı altında gerçekleştirilen İstanbul Öykü Festivalinin ikinci günü son oturumunda öykü dergileri ve dergilerde yer alan öyküler konusu ele alındı. Oturum konuşmacılarından Hüseyin Ahmet Çelik, dergilerde ürün yayımlamaktan öykülere yer kalmadığı eleştirisinde bulunurken Naime Erkovan öykücülerin, öyküleri yayımlanır yayımlanmaz tanınacakları yönünde yanlış bir beklentiye düştüklerine bunun da gelişimlerini olumsuz etkilediğine dikkat çekti.

Öykülerin dergilerde çok yer almasını isterdim

Konuşmasına “Her tespit, bağrında bir miktar tenkid de barındırabilir. Bu sebeple tespitte bulunmak biraz tehlikeli olabiliyor.” sözleriyle başlayan Hüseyin Ahmet Çelik, dergi mutfağında yer alan biri olarak dergiler ve dergilere gönderilen öykülerle ilgili deneyimlerini paylaştı:

Edebiyat dergileri, daha çok ürünlerle dolu. Öykülere kısıtlı yer veriliyor. Dergilerde öykülerin uzun uzadıya yer almasını, irdelenmesini isterdim.

Dergilerde yayımlanan kadar yayımlanmayan öykülerin de bir karakteri var. Dergilerin içinde yer alanla dışarıda kalan öyküler arasında bir rabıta kurmak gerekir.

Edebiyat dergileri ve öykü dergileri bize bir vasat sunar. Öyküye yeni başlayanların, dergilerdeki metinleri örnek kabul etmesi bu bakımdan risk taşır ve vasatın devam etmesine yol açar. Öykü şöyle olursa dergilerde yayımlanır, şu olmazsa yayımlanmaz demek tuzağa düşmektir.

Gençler, edebiyata şiirle başlıyor. Ömer Seyfettin’in de yola şiirle çıktığını görüyoruz. Öykü, artık büyük ustalar yetiştirmiş bir tür.

Dergilerin posta kutusuna en çok öykü geliyor. Genç öykücülerden dergilere gelen bu öykülerin büyük çoğunda kırsalın anlatılması, öykülerin köylerde geçmesi şaşırtıcı.

Derginin ve editörünün sosyal medya hesabının takip ediliyor olması o derginin içine girildiği anlamına gelmez ama öyle zannediliyor. O derginin muradının ne olduğunun, ne tür yazılar yayımlandığının bilinmesi ve dergilere ona göre yazı gönderilmesi gerekir. Oysa bir dönem çalıştığım ve sadece kitap tahlillerine yer verilen dergiye sadece şiir veya öykü gönderildiğine şahit oldum.

Hepimiz dünyanın en iyi, en sarsıcı konusunu yazdığımızı sanıyoruz. Oysa edebiyat olanı, olduğu gibi değil bambaşka kurguyla anlatma sanatıdır. Sarsıcı konuyu ellinci sayfada anlatıyorsan ellinci sayfaya kadar beni nasıl oyalayabileceğini bilmeli, ilgimi canlı tutabilmelisin.

Hüseyin Ahmet Çelik, Naime Erkovan

Her şey öykünün malzemesi değildir

Öykücünün iki çeşit yolu olduğuna, ilkinin kimsenin bilmediği ikincisinin ve en risklisinin insanların öykücüden haberdar olduğu yol olduğunu belirten Naime Erkovan, kişinin yazma yolculuğunun henüz başındayken denemeci mi romancı mı yoksa öykücü mü olduğuna karar vermesi gerektiğinin altını çizdi.

En önemli engel, kendi ürettiklerimiz.

Bir öykü yazınca herkes bizi tanıyacak, takdir edileceğiz zannediyoruz. Öyle bir şey yok. Bu beklenti ya da hayal kırıklıklarına aldırmadan yola devam etmeli, üretmeliyiz.

Herkesin yürüdüğü yoldan gitmek bir öykücü için akıllıca bir karar değildir. Öykücü, yolcu olduğunu kabul etmeli.

Öykücü, yolda gördüğü her şeyi öyküye dönüştürebileceğini düşünmemeli, her şey öykü malzemesi değildir. Öykü yolculuğunda hayati olan malzemeyi yanımıza almalı, öykümüzü bunlarla kurmalıyız.

Öykücünün yolu aynı zamanda insan olmanın yoludur. Bu yolda da elbette yorulacağız.

Güray Süngü: Öyküyü Nasıl Yazmalı?

Güray Süngü, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından ilk kez düzenlenen İstanbul Öykü Festivalinin ikinci günü “Öykü Yazmak” oturumunda öykünün niçin ve nasıl yazılacağı soruları üzerine bir konuşma gerçekleştirdi. Süngü, konuşmasında kendi yazarlık serüveninden de önemli ipuçları verdi:

Ne yazacağımız, yazacak kişinin kim olduğu ve niçin yazacağıyla ilgili. Herkesin bir fıtratı var ve ona göre yazar. 

Benim yazı hayatım kendimi ifşa ve keşfe dayalıydı. Başlangıçta hep kendimle ilgili hikâyeler yazdım. 

Kötü öykülerimi (30-40 kadardır) kitaplarıma koymadığım için beni iyi öykücü sanıyorlar.

Niçin yazacağız sorusu benim zihnimde Cemal Şakar’la netlik kazanmıştır.

Romantik şeylerden bahsetmediğimi biliyorum, çok ciddi şeylerden bahsediyorum.

Hayatımın sonuna kadar Oğuz Atay okuyarak mutlu mesut yaşayabilirim. Sait Faik’in ne yaptığını 40 yaşından sonra anladım. 

Sevdiklerimizi okuyoruz ama başka türlü okumalar bizi, dünyamızı geliştirir, zenginleştirir. 

Edebiyat, müzikten sonra sanatların en büyüğüdür. Sinema, edebiyatın yerini alamaz.

Başlangıçta taklide karşı değilim, taklit öğreticisidir. O yüzden yazmaya taklitle başlanabilir.

Öyküyü ne için yazmaktan çok nasıl yazmalı meselesi önemlidir

Güray Süngü’nün 19 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak âşık olup da onu hiç kimsenin görmemesinden çok daha önemli meseleler var aslında. Bu, belirli bir yerden sonra anlamlı hale gelen, keşfedilen, idrak edilen bir şey. Onun için 19 yaşındaki kendimi seviyorum, siz de 19 yaşındaki kendinizi sevin, ona çok yüklenmeyin ama orada, o yaşta kalırsak problem. Hep aynı hikâyeyi hep aynı şarkıyı aynı tonda söylersek problem.

İşi en kritik tarafı ne yazacağız ne için yazacağız değil nasıl yazacağız kısmı. Çünkü her şeye rağmen bugün olduğu için fark ettiğimiz, fark ettiğimiz için canımızı acıtan, canımızı acıttığı için bizde tortusu kalan, bizde tortusu kaldığı için de yazmak zorunda hissettiğimiz şey daha önce binlerce kez yaşandı. Daha önce binlerce kez yaşanan şey doğal olarak dünyanın gelmiş geçmiş tek sanatçısı biz olmadığımız için daha önce binlerce kez yazıldı.

Sanat öyle bir şey ki en güzel sanat eserini bile birbirine benzer hale getirdiğiniz zaman benzeyen benzetilenden çok daha üstün bile olmuş olsa benzeyen olmaktan kurtulamaz, büyük bir estetik değer taşımaz. Onun için söylediğin yeni bir şey olamaz ama söyleyiş biçimin yeni olabilir. Bunu bulmak zorundayız. Çünkü söyleyiş biçimin yeni olduğu zaman aslında söylemin de yenileşmiş olur.

Hep mülteci hakkında yazılan hikâyeler gibi bir mülteci hakkın hikâye yazarsak bu fan sesine döner, bizi hiç etkilemez çünkü ona sağırlaşmış oluruz. Başka şekilde bir biçim bulmak zorundayız. Onun için sadece ne yazacağımız ile niçin yazacağımızla iş bitmiyor. Sanatçının bir taraftan görevi de nasıl yazacağına dair bir şey bulabilmek. Bunun için de yöntemler var: Metafor, eğretileme, alegori var.

Olayı bütün çıplaklığıyla anlatmak bir yöntemdir ama çok eskidi, fan sesi gibi artık etkilemiyor.

Sanat biçimdir, ne anlattığın şeydir ne şudur ne budur. Ne anlattığın tabii ki çok önemlidir ama daha önemlisi nasıl anlatacağındır. Çünkü ne anlattığın konusu zaten alt basamak değil üst bir bilince sahip insan olarak zaten önemli bir şeyden -mülteci sorunu mesela, bahsetmek zorundasın. Ama mülteci sorunundan bahsettiğin öyküyü iyi yapacak şey mülteci sorunu anlatması değil onu nasıl anlattığın. Biçim, estetik orada devreye girer.

En önemlisi nasıl yazacağız kısmı. Bazen bahsettiğiniz şey çok önemlidir ama sadece bahsetme şeklimiz, biçimimiz nedeniyle o meselenin suyunun çıkmasına, itibar kaybetmesine bile sebep olabiliriz.

Ortalama metin ortaya çıkarma saikiyle kaleme alınan yazılar beklenenin tersine etkiye sebep olabilir.

Öykümüzün Hikâyesi

Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından ilk kez düzenlenen İstanbul Öykü Festivali‘nin ikinci günü Öykümüzün Hikâyesi oturumunda Köksal Alver “Hikâye Dinlemek”, Şaban Sağlık “Öykünün Evrensel Dili” üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.

“Hikâye dinlemez, öykü okumazsan hangi esaslı kaynaktan uzak kalırız, benim asıl sorum bu.” diyen Köksal Alver, “Hikâye, insanın başından geçen, olan şeydir. Bütün bir insan hissiyatını derleyip toparlayan esrarlı bir türdür.” tanımlamasını yaparak konuşmasına şu sözlerle devam etti:

Hikâye hayatın bizzat kendisidir

Hikâye yoksa insanlık macerasına sağır dilsiz kalır, o maceraya yabancı kalır, anlayamayız. 

Hikâye dinlemek, insan olma halimizin ilk şeklidir.

Var olmak, hikâyeye sahip olmakla ilgilidir. Hikâyeniz varsa varsınız. Hikâyemiz yoksa, aslında biz yokuz.

Hikâyemiz bizi bire bir anlatan, yansıtan zengin bir kaynaktır.

Önemli olan “Anlatsam roman olur” dediğimiz şeyi bir hikaye haline getirebilmek.

Hep başkalarının (Leyla ile Mecnun gibi) görmediğimiz, tanımadığımız kişilerin hikâyelerini dinledik. Oysa onların hikâyeleri de bizim hikâyemizi etkiler. Başkasının yaşadığı aslında benim yaşadığımdır. 

Başkasının hikâyesi yoktur, kendi hikâyemiz vardır. Ömer Seyfettin’in hikâyesi bizim hikâyemizdir, o hikâyelerle kendimizi gerçekleştiririz.

İnsan, hikâye dinleye dinleye kendini gerçekleştiren bir varlıktır. 

Hikâye dinlemek, öykü okumak farklı formlar olsa da bunları ortak noktada buluşturmalıyız.

Hayatı, insanı keşfedip tanımak için hikâye dinlemeliyiz.

Hikâye, bizi hayatın içine dahil eder, kendimizle karşılaştırır ve yüzleştirir. Başkalarının hayatına tanıklık etmemizi sağlar.

En büyük hikâyeci, hayattır. 

Bütün yaşadıklarımızdan bir hikâye üretebiliyorsak, öykü yazabiliyorsak ancak var olabiliriz. Bunlar bizi hayata demirler.

Hikâye dinleyen öykü yazan, yaşar.

Hikâyen varsa, yaşıyorsundur

“Hikâye, sadece Ömer Seyfettin’in, Sait Faik’in yazdığı değildir; şu an bizim yaşadığımız da hikâyedir.” diyen Şaban Sağlık, insanın ancak hikâyesi ile var olabildiğini vurguladığı konuşmasında öykü ile hikâye arasındaki farklara değindi:

Osmanlı’nın hikâyesi vardır, Türkiye Cumhuriyeti’nin öyküsü vardır.

Bu sır, benimle mezara kadar gidecek diyen birinin öyküsü değil hikâyesi olur.

İnsanın eserlerinin, ortaya koyduğu eylemlerin anlatılmasına hikâye denirken, Batı medeniyetinde yaygın olarak felsefeye dönüşen, o eseri ve o işleri yapan insanın öncelenmesini öykü ön plana alınıyor. Bireyi, kişinin kendi psikolojisini öncelediğinizde öyküye ama kişinin eserini, işi öncelediğinizde hikâyeye varmış olursunuz.

Hikâyede insanların dışsal ve meşru eylemleri öncelenir. Eyleme ve esere odaklanılır. Oysa öykü içsel, psikolojik bir türdür.

Hikâye kelimesinin gelenek, kadim ve tarihi değerine karşılık öykü kelimesinin de modern olanla yakın olduğunu vurgulamamız mümkündür. Öykünün modern olanla daha haşır neşir olduğunu, bir parçalanmışlığı bir azalmayı, bir küçülmeyi beraberinde getirdiğini ifade edebiliriz. Bu yönüyle de şiir sanatına yaklaşır öykü. Şiir, sözü azaltma girişimidir. Edebi manada sözü azaltırsanız şiire doğru yaklaşırsınız, çoğaltırsanız nesre doğru gidersiniz. Öykü, bu anlamda şiirle ortak paydada buluşabilmektedir.

Hikâyenin sosyolojik olanla irtibatlandırılabilmesine karşılık öykünün psikolojik olanla daha yakından irtibatlandırılabileceğini ifade edebiliriz.

Hikâye kültürü, Doğu’nun kimliğini akla getirdiği için cemaat kültürü dinlemeyi gerektirir. Dinlemek eylemi topluluğu gerektirir. Dinleme topluluğu, okuma bireyselliği gerektirir. İnsan koro halinde okuyamaz. Edebiyat dünyamızda tartışılır; Batılı insan neden çok okuyor da biz Doğlu insanlar okumuyoruz? Batılı da dinlemiyor. Yalnız kalan insanın okumaktan başka ne çaresi var?

Öykü nazarından bakarak kendi tarihimizi anlamamız mümkün değil, bizim hikâyemizle tarihimizi anlamamız gerekir.

Seni iyi anladım demek, hikâyeni biliyorum demektir.

Batı edebiyatının felsefeyle yaptığını biz hikâyeyle yaptık.

Her öykü, hikâyedir ama her hikaye öykü değildir.

Hikaye – öykü okuyan kişi arayış, sefer halindedir.

Normal insan bir dille konuşurken sanatçı üç dille konuşur.