Ah O Balkon!

Babamdan çok babam; canım abim. Çocukluğun da bizde; gençliğin de!
Oturma odasının balkonunda, o divanın üzerinde yine otursak… Ağustos böceklerinin sesi Aydın – İzmir yolundan geçen arabaların sesine karışsa. Hüss doğmamış olsa; İboş daha emekliyor olsa; Ziya emziği hâlâ emiyor olsa. Arada uçak geçtiğinde ‘babam bu uçakta mı?’ diye sorsam; yeşil kilimin üstünde yer sofrasında annemle dört kardeş yine yemek yesek, çay içsek.
O balkon… Ah abim, ah o balkon!

İnsan Hikâyecisi

‘Sana uzatacak başka elim yok’ dediğimde gerçekten yorulmuştum Egeli damarımdan. Almadan vermeye çalışmak, bir sevgi uğruna bir yüreğin peşinden koşmak, bir gönlü fethetmeye çalışmak, şaşırtmak, savaşmak sanırım en çok da zeytin ve incirle beslenen biz Egeliler’e has bir durum.

Hele ki ‘samimiyetsiz’ samimiyetin, yüzeysel ilişkinin, göstermelik alakanın zirve yaptığı İstanbul, bir Egeli için ikide bir duvara tosladığı bir şehirden başka bir şey değil. Olayı daha da vahim hale getiren ise İstanbul’da sizi duvara toslatanın yine bir Egeli’nin olması.

Sanırım ben tam bir ‘İnsan Hikayecisi’yim. Dokunduğum her hayattan ‘yazsam roman olur’ deyişini gerçek kılacak ne hikayeler çıkıyor, şaşırıyorum. Bu meselenin kökü Fatih’e dayanıyor; tam da Vatan Caddesinin o ara sokağına. O günün şartlarında bir Tadelle, bugün incir dönerine dönüşse de hisler, niyetler, arayışlar, ihtiyaçlar değişmiyor.

O gün bu gündür, kısa bir ziyaret borçluyum Fatih’in yattığı topraklara ve bir yüzleşmeye ihtiyaç duyuyorum. Birbirimizin hayatlarına bunca dokunma çabası ama öncesinde kilometrelerin metrelerce kısalıp yolların kesişmesi üzerine durup düşünmeli. Ama düşünmedik. Hayatımıza bir anda giren kişiye şaşırmadığımız gibi hayatımızdan bir anda çıkması karşısında dahi meraklanmadık. Düşünsenize, yaşadığımız ülkeyi bile henüz gezip görememişken evrende bir keşfe çıkma fırsatı bize sunuluyor ama dönüp bakmıyoruz bile.

Gerçekten, uzattığım elden başka uzatacak bir elim daha yoktu. İnsanları şaşırtmayı, onların dünyasını sarsmayı severken bunu, onları hakîkaten sevdiğim için yaptım. Kimi, uzattığım eli havada bırakırken kimi, kahraman olmayı seçti. En çok şaşırdığım ise onu bulduğum yeri terk edip huzur’dan ayrılıp giden zat oldu. Şimdi ben o mekanı sana bıraktım; döndün mü tekrar meraktayım.

Aşk’ın ne olduğunu sorsalar bütün bu yüreklere hissettiğim duyguları tarif ederdim. Çabam, bu fotoğrafı beraber çekmek, bu filmin senaryosunda birlikte kalem oynatmak, yol zaten inşa’ edilmiş; o yolda beraber yürümek.

Az önce sıcacık bir hikayesi olan kocaman bir dünyayı daha keşfe çıktım. ‘Sana baktıkça adeta ölüyorum’ dediğim yüzün ardındaki derinlikler karşısında bir telaşa ama garip bir şekilde bir şeyler üretme hevesine kapıldım.

İstanbul’da Gördüğüm En Güzel Ege!

Cânım İzmir;

Aylardır İstanbul’da gördüğüm en güzel Ege’sin sen!

Öyle çok özlemişim ki kokun zeytin kokusunu hatırlattı bana. Suskunluğun çocukluğumu… Varlığın, kavuşamadığım aşklarımı… Kaçamak tebessümün kaybettiğim oyuncaklarımı anımsattı.

İnsan, İzmir’e rastlayınca yedi tepeli yalnızlığıyla bir kez daha yüzleşir mi… yüzleştim!  Sahip olduğum yalnızlık senin yalnızlığınla birleşince kalabalığa dönüşür mü… dönüşmedi!

Sen zeytin, ben incir ağacının gölgesinde… İncir çekirdeğine sığmayan  bir aşk, zeytin çekirdeğinde.

Dün akşam kapatıp gözlerimi öptüm kokladım seni. Bu sabah açıp gözlerimi yanı başımda, başucumda aradım sessizliğini. Tutamadım ellerimde yüreğini, sığdıramadım İstanbul’a İzmir’i.

Bir küçük tebessüm koca bir gözyaşına dönüştü değil mi?

[Takip Et]

Sen Bilirsin Neydi Oranın Adı?

bu kadar çok susuyorsam

Bu kadar çok susuyorsam İstanbul’u biriktirdiğimdendir.

Bazen yazmamak bazı şeyleri kendime saklıyorum demektir.

Bunu dalgın ama hızlı adımlarla rektörlük binasından (1) içeri girerken de düşünmüştüm. Tüm dalgınlığım güvenlik görevlisinin sesiyle dağılmıştı. “Bu yaşta bu kadar kara kara ne düşünüyorsun!”

Benim o dalgınlığımdan ve güvenliğin ağabeyvari ikazından çok yıllar önce; TRT 3’ün hâlâ heyecanını yaşadığımız dönemler. Yatak odasına bile 37 ekran siyah beyaz Philips televizyonu (2) koyan babam, misafir geldiğinde -hatta gelmeden- oturma odasındaki 55 ekran renkli televizyonu kapatırdı. ‘Televizyon sohbeti engelliyor’ derdi; hoş sohbeti çok severdi. (3)

O da çok susan ve belki de Denizli’yi, Aydın’ı, Viyana’yı (4) içinde biriktiren biriydi. Fırsatım olmadı bunları konuşmaya; zaten vakitte yoktu.

Blogda yazmadığım zaman gerçekten yazmıyorum sanıyor insan. Bir defterim var, sonra gönül satırım var sonsuz; zihnimin ya da gönlümün derinliklerine yazıyorum (dur belki); olamaz mı? Ama bir sözlüğüm yok mesela. Babam ölmeye yakın Almanca – Türkçe sözlüğünün (5) arasına gizli gizli yazmış. Vefat ettikten sonra fark ettik. 3 gün görebildik zaten babamı; hiç konuşamadan 3. gün öldü. Oysa o sözlükte bas bas bağırmış!

Şimdi ben babamın hiç seyretmediği Kanal D’de hayat bir ömür neşe içinde geçecekmiş duygusunu uyandıran reklamlar varken televizyonu kapattım. Kapattım da… hani sohbetlerine doyamadığı dostları babamın? (6)

Çekilmeyen bir fotoğraf varsa o da babamınkidir. Fotoğrafını çekemeyeceğim tek insan. Olsa çeker miydim? Çekerdim, hem de İstanbul’da! Muhtemelen o da büyük bir heyecanla benim arkamdan Safiye Sultan’ı da alır İstanbul’a gelirdi. Sahi babam İstanbul’u hiç görmüş müydü? Avrupa görmüş adam… Elbet İstanbul’a da yolu düşmüştür. (7)

Denizli’yi Aydın’dan çok severdi; köyü (8) ise hepsinden daha çok! Hayali hepimizi evlendirip barklandırıp oraya yerleşmekti. İster miydik? Annem için istemezdik sanırım; bizim memleketimiz doğup büyüdüğümüz Aydın olmuş. Ama şimdi hatta 19 yıldır orada babam, en küçük çocukları olarak anasının babasının yanında yatıyor. (9)

Adnan Menderes Bulvarı’ndan (10) Bey Camii’ne doğru çıkarken sağ taraftayız. Hem güneşli hem de tenha diye her zaman bulvarın o tarafından giderim. Ama sevdiğim her şey karşı taraftadır; aslında kaçtıklarım da… İşte korktuklarından kaçarken sevdiklerinden de uzak kalıyorsun. Tam da bunları konuşuyorduk.

Bir beyin takımına ihtiyacı var her insanın diye hemfikir olduğumuzda İstanbul’un en çekilmez noktalarındaydık. Metro, metrobüs, otobüs keşmekeşinin ortasında Şirinevler’in göbeğinde konuştuk her şeyi: Çok kalabalık her yer ama çok yalnız yüreklerimiz.

(1) Adnan Menderes Ü. Rektörlük Binası; yıl 2006
(2) Philips, bizim ilk tekevizyonumuzdu. Renklisini ve daha büyüğünü alınca Philips yatak odasına taşındı. Annemin koyu kahverengi ceyiz sandığının üzerinde dururdu.
(3) Misafir yokken babam hep futbol maçlarını seyrederdi; hatta sabahlara kadar ne kadar spor programı varsa hepsini takip ederdi. O yüzden yatak odasına da televizyon koyulmasına sevinmiştim. Çünkü ben futboldan çok sıkılırdım. Ama şimdi televizyonda özellikle futbol veya basketbol maçlarını açıyorum. Çok ilginç ama sesi uykumu açıyor ve fotoğraf veya yazıyla meşgulken daha üretken oluyorum. Okan Bayülgen’in programları da aynı etkiyi yapıyor bende. Bunu ayrıca bir yazıda uzun uzadıya yazmam gerek.
(4) Viyana diye genelledim; aslında babam Avusturya’da çalıştığı dönemler Dornbirn ve Bregenz’de durmuş. Ama annem oraya gittiğinde Viyana’yı çok gezmişler; sürekli anlatır. Hatta ben de oradayım; annem bana hamile, doğdum doğacağım yani burnu karnında gezmiş oraları. Fotoğraflarımız bile var.
(5) Sözlüğü hâlâ saklıyoruz, çok kalın. Babam öldükten sonra birkaç parça eşyasıyla birlikte verilmişti. Arasında hastalığının en kötü dönemine dair notlar olduğunu kimse tahmin edememiş herhalde. Sözlüğün yanında kasketi de vardı; bir ara takıyordum. Son günlerinde (son günleri dediysem topu topu 3 gün) giydiği yeşil renkli alt üst takım eşofmanını da az giymedim. Şimdi metrobüste yaşlı teyzelerin sorduğu atkım var, babamdan hatıra kalıp kullandığım. Beyaz yeleği de bende, piposu, pantolon askıları vs.
(6) Aslında o cümleyi birilerine taş atma amacıyla yazmadım. Babam misafirperver, dost canlısı biriydi. O öldüğünden beri o insanlar ortadan kayboldu, 19 yıl önce de garipserdim bu durumu. Biz de mi ölünce dostlar hiç yokmuşçasına… neyse..
(7) Babam, İstanbul’a hiç gitti mi (bu yazıyı İstanbul’da yazıyorum madem ‘İstanbul’a geldi mi?’ demeliyim) sormam lazım birilerine. Şu an çok geç bir saat, bunu sormak için.
(8) Köy, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Çağırgan köyü. Bir dönem beldeydi, yine köy mü oldu emin değilim.
(9) Bu vesileyle babamın ruhuna bir Fatiha okuyup gönderelim.
(10) Aydın’ın “bulvarından başka gezilecek yeri yok” denilen yer; Aydın’da kimi görmek istesen bulvara çıkman yeterli. Cadde boyu yüksek palmiye ağaçlarını gören misafirler genelde çok şaşırır ve beğenir. Oysa palmiyeler bize ilginç gelmez çünkü doğduğumuzdan beri onlar hep vardı.

İçim Üşüyor

Bu yazıyı Özdemir Asaf kaleme alsın isterdim. İçimde, satır satır anlatsam bitmeyecek bir hayal kırıklığı, hüzün ve yalnızlık var. Belki O, iki dizeyle veya tek bir mısrayla anlatırdı içimde yıkılan evreni!

İçim üşüyor. Geçtiğini sandığım yaralarım yine kanadı. Hayatın benim için zannetmekten ibaret olduğunu anladım. Yine ne kadar yalnız ve bu yalnızlık karşısında bîçâre olduğumu gördüm. En çok ihtiyacım olan sevilmek ve sahiplenilmek duygusunun hiçbir gönülde ve yürekte var olmadığını anladım.

Herkesin güzel hayatları var. Çoluk çocuk eş dost kalabalıkları var. Bense burada, ta oradan artık her şey anlaşılmıştır diye düşünürken anlaşılmadığımı bir kez daha tecrübe ettim. Unuttuğum sandığım, yok saydığım acı gerçeklerin yeniden yüzüme vurulduğu ve yıkıldığım an’dayım.

İçim üşüyor, nasıl üşümesin… Beni hayatta karşılıksız seven tek kişi için sevdiği onca insan varken varlığımın zerre kıymetinin olmadığı bir tokat gibi yüzüme vurulmadı mı? Tam da her şey geride kaldı derken!

facebook’evreni ] twitter’evreni ] RSS Abonelik