Güray Süngü, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından ilk kez düzenlenen İstanbul Öykü Festivalinin ikinci günü “Öykü Yazmak” oturumunda öykünün niçin ve nasıl yazılacağı soruları üzerine bir konuşma gerçekleştirdi. Süngü, konuşmasında kendi yazarlık serüveninden de önemli ipuçları verdi:
Ne yazacağımız, yazacak kişinin kim olduğu ve niçin yazacağıyla ilgili. Herkesin bir fıtratı var ve ona göre yazar.
Benim yazı hayatım kendimi ifşa ve keşfe dayalıydı. Başlangıçta hep kendimle ilgili hikâyeler yazdım.
Kötü öykülerimi (30-40 kadardır) kitaplarıma koymadığım için beni iyi öykücü sanıyorlar.
Niçin yazacağız sorusu benim zihnimde Cemal Şakar’la netlik kazanmıştır.
Romantik şeylerden bahsetmediğimi biliyorum, çok ciddi şeylerden bahsediyorum.
Hayatımın sonuna kadar Oğuz Atay okuyarak mutlu mesut yaşayabilirim. Sait Faik’in ne yaptığını 40 yaşından sonra anladım.
Sevdiklerimizi okuyoruz ama başka türlü okumalar bizi, dünyamızı geliştirir, zenginleştirir.
Edebiyat, müzikten sonra sanatların en büyüğüdür. Sinema, edebiyatın yerini alamaz.
Başlangıçta taklide karşı değilim, taklit öğreticisidir. O yüzden yazmaya taklitle başlanabilir.
Öyküyü ne için yazmaktan çok nasıl yazmalı meselesi önemlidir
Güray Süngü’nün 19 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak âşık olup da onu hiç kimsenin görmemesinden çok daha önemli meseleler var aslında. Bu, belirli bir yerden sonra anlamlı hale gelen, keşfedilen, idrak edilen bir şey. Onun için 19 yaşındaki kendimi seviyorum, siz de 19 yaşındaki kendinizi sevin, ona çok yüklenmeyin ama orada, o yaşta kalırsak problem. Hep aynı hikâyeyi hep aynı şarkıyı aynı tonda söylersek problem.
İşi en kritik tarafı ne yazacağız ne için yazacağız değil nasıl yazacağız kısmı. Çünkü her şeye rağmen bugün olduğu için fark ettiğimiz, fark ettiğimiz için canımızı acıtan, canımızı acıttığı için bizde tortusu kalan, bizde tortusu kaldığı için de yazmak zorunda hissettiğimiz şey daha önce binlerce kez yaşandı. Daha önce binlerce kez yaşanan şey doğal olarak dünyanın gelmiş geçmiş tek sanatçısı biz olmadığımız için daha önce binlerce kez yazıldı.
Sanat öyle bir şey ki en güzel sanat eserini bile birbirine benzer hale getirdiğiniz zaman benzeyen benzetilenden çok daha üstün bile olmuş olsa benzeyen olmaktan kurtulamaz, büyük bir estetik değer taşımaz. Onun için söylediğin yeni bir şey olamaz ama söyleyiş biçimin yeni olabilir. Bunu bulmak zorundayız. Çünkü söyleyiş biçimin yeni olduğu zaman aslında söylemin de yenileşmiş olur.
Hep mülteci hakkında yazılan hikâyeler gibi bir mülteci hakkın hikâye yazarsak bu fan sesine döner, bizi hiç etkilemez çünkü ona sağırlaşmış oluruz. Başka şekilde bir biçim bulmak zorundayız. Onun için sadece ne yazacağımız ile niçin yazacağımızla iş bitmiyor. Sanatçının bir taraftan görevi de nasıl yazacağına dair bir şey bulabilmek. Bunun için de yöntemler var: Metafor, eğretileme, alegori var.
Olayı bütün çıplaklığıyla anlatmak bir yöntemdir ama çok eskidi, fan sesi gibi artık etkilemiyor.
Sanat biçimdir, ne anlattığın şeydir ne şudur ne budur. Ne anlattığın tabii ki çok önemlidir ama daha önemlisi nasıl anlatacağındır. Çünkü ne anlattığın konusu zaten alt basamak değil üst bir bilince sahip insan olarak zaten önemli bir şeyden -mülteci sorunu mesela, bahsetmek zorundasın. Ama mülteci sorunundan bahsettiğin öyküyü iyi yapacak şey mülteci sorunu anlatması değil onu nasıl anlattığın. Biçim, estetik orada devreye girer.
En önemlisi nasıl yazacağız kısmı. Bazen bahsettiğiniz şey çok önemlidir ama sadece bahsetme şeklimiz, biçimimiz nedeniyle o meselenin suyunun çıkmasına, itibar kaybetmesine bile sebep olabiliriz.
Ortalama metin ortaya çıkarma saikiyle kaleme alınan yazılar beklenenin tersine etkiye sebep olabilir.