Ali Ural, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen 3. Yedi Tepe Yedi Mekan Genç Edebiyat Festivalinin ilk günü “Genç Yazara Öğütler” temalı bir konuşma gerçekleştirdi. Gençliğin yaşta değil zihinde olduğunu söyleyen Ural, yazarlık ile gençlik arasındaki ilişkinin de yaşla alakalı olmadığını edebiyatçılar üzerinden örneklendirdi.
“Yaş olarak genç olmak, genç olmaya yetmez. Bu yüzden eğer yazarlık bağlamında gençliği değerlendirecek, “gençlik ve yazarlık” diye bir kapı açacak olursak, doğrusu bunun pek de yaşla alakalı olmadığını görürüz.
On sekiz yaşında şiirine nokta koyan şairler var; Arthur Rimbaud gibi. On sekiz yaşında işi bitirmiş. Şiire dair yapacağı her şeyi yapmış. Ama seksen üç yaşına kadar eser vermeye devam eden şairler de var; Goethe gibi. Biri on sekiz yaşında bitirmiş, defterini kapatmış; diğeri seksen üç yaşında, ölümüyle beraber defteri kapatmış. Arthur Rimbaud otuzlu yaşlarına kadar yaşadı. Maupassant’a bakıyoruz; Maupassant kırk üç yaşında. Çehov’a bakıyoruz; Çehov kırk dört yaşında ölmüş. Çehov’la Maupassant, biliyorsunuz hikâyenin iki ana damarı. Kırklı yaşlarında işi bitirmişler. Oğuz Atay kırk üç yaşında öldü ve bütün yazdıklarını ömrünün son yedi senesinde yazdı; son yedi sene! Ondan önce hiçbir şey yazmadı. Yedi yılda bütün ömrünün hasılasını bize sundu ve gitti. Demek ki yaş o kadar da önemli değil. Gençliğin, insanın kanında olan bir şey olduğunu, zihinde olan bir şey olduğunu kabul etmek lazım. Zihinsel bir gençlik! Ama bu yaşça da gençse, zihinsel olarak da gençse, o zaman aliyyül âlâ olur! Ömer Seyfettin kaç yaşında vefat etti? Otuz altı. Otuz altı yaşında bu dünyadan ayrıldı. Ömer Seyfettin Külliyatına bakın. Ne ara yazıldı bunlar?”
Ali Ural’dan Genç Yazarlara 19 Maddelik Yazma Önerileri
Ali Ural, konuşmasına genç yazar ve şairlere yazarken dikkat etmeleri gerekenleri maddeleyerek devam etti. Önerilerini, birçok usta edebiyatçıdan alıntılar yaparak da destekleyen Ural, yazarlıkta samimiyetin ve sabrın önemini özellikle vurguladı.
“Edebiyatın en büyük düşmanı yapmacıklıktır.”
Birinci maddemiz “Samimiyet.” Samimiyet olmadan sanat olmaz. Tolstoy’un da dediği gibi, “Sanatın temeli samimiyettir. Edebiyatın en büyük düşmanı yapmacıklıktır.” Bunun adını gelenekte ecdadımız ‘tasannu’ koymuş. Ne demek tasannu; yapmacık. Edebiyatın en büyük düşmanı yapmacıklıktır, tasannudur. O yüzden şiir yazan arkadaşlar bu tasannu bataklığına bir düşmeyegörsünler, buradan kolay kolay çıkamazlar. Gerçek olmadığı takdirde yazılan metinlerin hakiki şiirler olmaması hâlinde bunun edebiyata bir faydası olmadığı gibi şiir dinleyenlere de zararı dokunuyor. Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet yatıyor ve Orhan Kemal de o hapishanede cezasını çekmek üzere bulunuyor, o sırada şiir yazmaktadır. Tabii Nâzım’ı bulunca hemen şiirlerini okumak ister ve şiirlerini okumaya başlar. Nâzım her mısradan sonra öfkelenir, bu yazılanların şiir olmadığını söyler. “Geç bunları.” der. Orhan Kemal şaşkınlıklar içerisindedir. Nâzım Hikmet’in niçin böyle bir tepki verdiğini anlayamaz ve sonunda Nâzım Hikmet ona dersini verir. Ders şu; bakın Nâzım Hikmet ne diyor:
“Peki kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Bakın aklı başında bir insansınız. Duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp komikleşmekle, kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?”
Bu tam bir ültimatomdur. Şiir bilmeyen ama şiir yazmaya çalışan herkese Nâzım’ın ültimatomudur: Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Acı çekmiyorsun, acı çekiyormuş gibi yapıyorsun. Böyle bir şeye ihtiyacı yok edebiyatın. Ve insan gibi yazmıyorsun. Ne demek insan gibi yazmamak? Onu da Orhan Kemal’den size aktarayım, diyor ki: Okumaya başladım, heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar. Taşkın hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de ilahileştiğini iddia edenlerinkilere benzetip, onlar gibi komikleştirerek içinde dile getirdiğim şiirler. Yani yazanın bir defa şiirinde insan olduğu anlaşılmalıdır.
Edebiyatı betimleme zannetmek kadar büyük bir gaflet olamaz.
Betimleme edebiyatın lehine de olabilir, aleyhine de. Edebiyatı betimleme zannetmek kadar büyük bir gaflet olamaz. Betimlemenin miktarı, ne zaman yapılacağı, metnin betimlemeye gereksinimi olup olmadığı; betimlemenin iyi bir şey, daha doğrusu o metin için iyi olup olmadığını gösterir. Özellikle Anton Çehov, daha az betimleyerek daha çok hayal ettirerek yazma çığırını açtı. Daha çok hayal ettirmek ama daha az söz söylemek. O güne kadar Rus Edebiyatında betimleme baskındı. Her şeyi betimleyeceksin. Çehov’un genç bir yazara verdiği bir öğüdü paylaşayım: “Bir dilenci kadının hâlini, uzun boylu tasvire lüzum yok. Koyu sarı bir pelerin giydiğini hatırlatmak yeter.” Tabii bu Rus Edebiyatı için. Ben şimdi desem ki “Bir kadın vardı, koyu sarı pelerin giyiyordu.” Hiç kimse onun dilenci olduğunu anlamaz benim metnimden. Ama Rusya’da demek ki dilenciler pelerin giyiyorlarmış o dönemde.
Eserinizi, rastlantılar üzerine bina etmeyin
Roman, hikâye yazan arkadaşlar rastlantılar üzerine eserinizi bina etmeyin. Çünkü hayatta rastlantılar vardır. Kimi ona rastlantı der, biz inananlar ona tevafuk diyoruz. Ama bunlar sürekli olan şeyler değildir. Sürekli rastlantılar üzerinden bir metin oluşturmaya kalkarsanız metniniz inandırıcılığını kaybedecektir. Çünkü tesadüfidir, o da açıklama ister. Zaten karışık olan entrikayı daha da karışık bir hâle sokar. Asıl mesele kuvveti azaltır. Şimdi asıl mesele dedik, nedir mesele? Her meselenin bir hikâyesi olmak icap eder. Buna biz sorunsal diyoruz. Hikâyenin derdidir. Hikâyeci nereye ok atıyor, bu çok önemli. Pergelin sivri ayağı nereye batıyor? Asıl meseleden uzaklaşmamak gerekmektedir.
Edebiyat, sürekli açıklamaz, açıklama öldürür.
Her şeyi açıklama. Açıklama öldürür. Edebiyat sürekli açıklamaz. Biraz açıklar gibi yapar, sonra kaçar. Niye böyle yapar? Çünkü orada okurun muhayyilesinin, düş dünyasının harekete geçmesi gerekmektedir. Fakat bazen de bazı ayrıntıları vermek, edebiyatın gücünü artırabilir ama her zaman değil. Az önce çok fazla ayrıntıya girmeyelim, dedim; bu her zaman geçerli değil. Tolstoy gibi öyle bir yazar gelir ki; o keskin, gri gözleriyle bir tomografi cihazı gibi bütün kâinatı tarar. Bir böceği de tarar, bir köpeği de tarar, bir insanı da tarar. Adam gece bir vakitte atına binip ormana gidiyor. Niçin? Bir şey görmek için. O ayrıntılarla oluşturduğu mozaik, birbiriyle ilintili olan o büyük devran okuru etkisi altına alır. Demek ki yazar yerine göre tercihte bulunacaktır.
Asıl olan okuru sıkmamaktır.
Asıl olan okuru sıkmamaktır. Voltaire’in söylediği gibi; “Bir yazarın her şeye hakkı vardır, sıkıcı olmak dışında.” Sıkıcı olmak bir göstergedir. Fakat buna dayanarak bazı büyük eserlere leke sürebilir miyiz? Hayır! Yani şimdi ‘Ulyses’ sıkıcı diye ‘James Joyce’nin sıkıcı bir yazar olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da ‘Huzur’un ilk elli sayfasında sıkıldık diye Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazarlığına gölge düşürebilir miyiz? Hayır! Bazen yazarlar kitaplarının özellikle baş kısımlarına sıkıcı bölümler koyarlar. Bunu bilerek yaparlar. Âdeta şunu söylemek isterler; “Bu kitabı okumayı hak eden kimse, kitabımı onlar okusun.”. Bunu alenen dememiş olabilirler ama bana göre derler.
Yazarlık gibi okurluk da sabır ister.
Yazarın sabırlı olması gerektiğini söylemek zorundayız. Sabır birçok konuda insanın yolunu açtığı gibi edebiyatta da sabır yolu açabiliyor. Sabır, gerçekten kolay değildir. Aynı metni bir daha bir daha yazmak hiç kolay değildir.
Yazarlık sabır istediği gibi okurluk da sabır istemektedir. Bu yüzden Goethe, “Okurluğun öğrenilebilecek bir şey olduğunu ben seksen yılda ancak öğrendim hatta öğrenemedim.” diyerek okurluğun da öğrenilebilecek bir şey olduğuna işaret etmektedir.
Yazar, “Metnin o uzatmaya ihtiyacı var mı?” diye sormak zorunda
Peyami Safa’nın bir makalesinde bize anlattığı bir konu var, diyor ki: “Yazarlıkta konu önemli değildir. Nasıl işlendiği önemlidir. Ben istersem bir adamın üç adım atıp pencereyi açmasından bir roman yazarım.” Şimdi ben bunu okuduğum zaman hemen ‘Bir Tereddütün Romanı’na gidiyorum ve diyorum ki; “Burada göstermiş onu.” Bir adamın bir kemik düğmeye dokunmasını sayfalarca anlattı. Eğer dileseydi romanın sonuna kadar bu anlatıyı devam ettirebilirdi, bu güce sahipti. Demek ki metnin uzatılması ya da kısaltılması biraz da metnin ihtiyacına göredir. Yazar, “Metnin o uzatmaya ihtiyacı var mı?” diye sormak zorundadır. Yine de veciz olarak ifade etmek yazarlığın en önemli prensibidir. Azaltmak; azaltarak, azaltarak, azaltarak sözü yüceltmek, sözü yükseltmek. Edebi metinlerde ağırlıkların, fazlalıkların atılması lazım ki metin yükselebilsin. Maksim Gorki’ye Çehov’un verdiği öğüdü: “Öylesine kesin sözcükleriniz var ki, okuyucu kendini onlarda bulmakta güçlük çeker ve yorulur.” Neye işaret ediyor? “Okuyucuyu yorma.” diyor.
Fazla betimleme, fazla teşbih metni yorar.
Fazla betimleme, fazla sıfat, fazla teşbih… Tüm bunlar metni yorar. Ahmet Haşim, ‘Üslûp Üzerine Bir Mülahaza’ adlı yazısında bir zamanlar bazı şiirleri çok beğendiğini, yıllar sonra aynı şiirlerin çürüdüğünü gördüğünü söylüyor. Ve çürüme sebepleri olarak da o şiirlerde kullanılan fazla sıfat, teşbih, istiare gibi söz sanatlarını işaret ediyor. Ve sonunda diyor ki; “Homeros’un İlyada Odysseia’sı istiaresi olmadan asırlardır gün ışığını insanlara aksettiriyor. Ama dünkü yazar yaptığı benzetmeler, istiareler, gereksiz süslemelerle kısa bir zamanda çürüyüp gidiyor.” demektedir Ahmet Haşim. Fakat bunu yaparken çok tuhaftır ki ‘benzetme yapmayın’ dediği cümlede benzetme yapıyor. Evet. Nasıl bir benzetme yapıyor? Bu sıfatları, teşbihleri, istiareleri böcek koleksiyonlarındaki ölü kelebeklere benzetiyor. Demek ki burada da durmamız lazım. Edebiyatın böyle çok keskin sınırları yok.
Gözyaşlarını hâlâ yağmura benzetiyorsanız edebiyat sizden ümidini kesmiş olabilir.
Okullarda edebiyat öğretmenlerimizin anlattığı bir şey vardır: Benzetmenin üç ayağı vardır; benzeyen, benzetilen, benzetme yönü. Bu çok temek bir bilgi ve dikkat edilmesi gereken bir bilgi. Bir şeyi bir şeye benzetiyoruz ama benzeme yönü zayıf. Şimdi bir çay kaşığını file benzetirseniz komik duruma düşersiniz. Bir çay kaşığının file benzer hiçbir tarafı yok. Bir benzeme yönü bulmanız lazım. Bu benzeme yönünün güçlü olması lazım ve benzetmenin de özgün olması lazım. Hâlâ gözyaşlarını yağmura benzetiyorsanız edebiyat sizden ümidini kesmiş olabilir. Cümleyi bu şekilde kurayım. Siz edebiyattan yine de ümidinizi kesmeyin.
Derinleştirmek, her şeydir.
Sıradan olaylar pekâlâ derinleştirildiğinde büyük eserlerin önemli parçaları olabilir. Marcel Proust’un gazete okumayı hiç sevmediğini söylediğini biliyoruz. “Ben gazete okumayı hiç sevmem.” Diyor ama kendisi ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı o seri romanlarını ele aldığımız zaman gazete haberlerinden yola çıkarak birçok ölümü oluşturduğunu görüyoruz. Mesela kendisine bir tamirat yaparken elektriğe kapılan bir işçi. Alıyor onu öyle bir yazıyor ki bambaşka bir mecraya getiriyor ve kendi kurgusal dünyasında önemli bir rol veriyor ona. Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sının bir gazete haberinden çıkılarak yazıldığını biliyorsunuzdur. Yani Dostoyevski gazetede bir tıp fakültesi öğrencisinin tefeci bir kadını öldürdüğünü okur. Ama bu basit cinayet. Nihayetinde bu sıradan bir cinayettir. Belki cinayeti işleyenin doktor olması belki durumu biraz ironik kılabilir. Hayat kurtarmakla görevli bir insanın can alması belki bir paradoks olabilir. Ne zaman katile değil de insana yolculuk yapmaya başlamıştır Dostoyevski, o zaman bir katilin gelgitleri içerisinde bütün bir toplumu irdeleme imkânı bulmuştur. Demek ki derinleştirmek her şeydir. Bazen ben atölyelerimizde diyorum ki; “Bu hikâyeyi derinleştir.” Nasıl derinleştir, neresini derinleştir? İşte burada alacağız, bakacağız, okuyacağız. Acaba neresi derinleştirilebilir? Derinleştirme nasıl olur? Birçok şekilde derinleştirebiliriz. Bazen ayrıntıyla derinleştirebiliriz, bazen psikolojiyle derinleştirebiliriz. İnsan hâllerinde yaptığımız sondajlar bize büyük imkânlar kazandırır. Bazen cümle yapılarıyla zenginleştirebiliriz; cümle yapılarını çalışarak. Siz zannediyor musunuz ki; Refik Halit Karay oturuyordu masaya, o girift cümleler onun zihninde aynen geliyordu ve yazıyordu o cümleyi. Böyle bir şey yok.
Metin yazarın zihninde canlanmıyorsa okurun zihninde nasıl canlanacak?
Tolstoy, bir sayfada elli kere müdahale etmiş. Hemingway, ‘Silahlara Veda’nın son bölümünü otuz sekiz kere yazmış. Tolstoy ‘Savaş ve Barış’ı yedi yılda yazmış günde sekiz-on saat çalışarak. Sonra da matbaaya gitme aşamasında her sayfada beş-on hata da bulmuş, düzeltmiş, değiştirmiş. Matbaacı çıldırmış; “Lütfen yapmayınız, bizi zarara sokuyorsunuz.” demiş. “Ben sizin zararınızı telafi ederim. Ama böyle müdahalede bulunmazsam o zaman istediğimiz gibi bir eser ortaya çıkmaz.” demiş. Demek ki bu derinleştirme işi çok önemli. Bunun için de aynı metnin üzerinde defalarca durmak gerekiyor. Kendi kendinize okumak alçak sesle, dinlemek, müziğini dinlemek… Zihninizde canlanıyor mu, canlanmıyor mu? Senin zihninde canlanmıyorsa okurun zihninde nasıl canlanacak? Sen eğer sevmediysen o metni okurun onu sevmesini nasıl bekleyeceksin?
Yazara düşen yargılamak değil, anlamaktır.
Kahramanları yargılamamak. Kahramanlardan kastımız roman karakterleri. Sabahattin Ali diyor ki; “Hikâyede karakter oluşturmak zordur. Dünyada bunu başarabilen nadir yazarlar vardır. Onlar da Boccacio’dur, Edgar Allan Poe’dir ve Çehov’dur.” diyor Sabahattin Ali. Hikâyede de karakterler vardır. Peki, prensibimiz ne? Yargılamıyoruz. Dostoyevski ‘Suç ve Ceza’yı yazdığı zaman Raskolnikov’u yargıladı mı? Yani “Sen ne adi adamsın, yazık değil mi bu kadına?” gibi bir anlatımda bulundu mu? Hayır. Yazara düşen yargılamak değildir. Yazara düşen anlamaktır. Yargılamak kime düşer; okura. İyi bir yazar asla kahramanlarını yargılamaz.
Çehov, bir mektubunda şöyle diyor: “Bir sanatçı kişilerinin ne yargıcı olmalı ne de söylediklerini yargılamalı.” Yani o kahramanın söylediklerini de yargılamamalıdır. “Sadece yansız bir tanık olmalıdır. Değer biçmek jüriye yani okurlara düşer. Benim için yetenekli olmak, önemli olanla olmayanı ayırt etmek, kişilerini aydınlatmasını bilmek ve onların dilini konuşmaktır.” demiş.
Yargıladığımız zaman metin didaktik bir havaya bürünür. Öğretici olmaksızın öğretmek; edebiyatın en önemli ilkelerinden biridir. Ama öğretmen havasına bürünürseniz eserinizde o zaman itici olabilirsiniz.
Metne göre önemli olanla olmayanı ayırt etmek gerekir.
Önemli olanla olmayanı ayırt etmek. Neye göre önemli, metne. Metne ne faydası var? O karakterler gerekiyor mu? O cümleler, o betimlemeler gerekiyor mu? Gereken ve gerekmeyen, önemli olan ya da olmayan. Bazen bir şeyi anlatırken çok gereksiz bir ayrıntıya girersiniz. Ben o zaman diyorum ki “Bunun metne bir katkısı var mı?” Metnin gelişi içerisinde, mesela diyorum ki “Tarhana çorbası içti.” Tarhana çorbası içmesi orada gerekiyorsa içecek, o ayrı ama özellikle yemek adı vermesi, illa bazı şeyleri söylemesi, bazı kıyafetlerini tasvir etmesi vs. gerekiyor mu? Önemli olanla olmayanı ayırt etmek. Kişilerini aydınlatmasını bilmek; karakterleri iyi bir şekilde işleyebilmek. Bir de onların dilini konuşmak. Sen bir hamalı yazıyorsun ama öyle bir yazıyorsun ki bir hamalı değil de bir aristokratı yazıyormuş gibi konuşturuyorsun ve onun özüne inemiyorsun.
İyi bir edebi metin, yakalanmayan balıktır.
Farklı yönü bulabilmek. Edebiyat bu farklı yönü arıyor. O yakalanmayan balığı arıyor. Edebiyat, aslında iyi bir edebi metin, yakalanmayan balıktır. Ben şiiri de zaten yakalanmayan ebeye benzetiyorum. Ebecilik oynuyor, ‘ebe’ diyor, vuruyor ve kaçıyor. Ondan sonra kimse onu bulamıyor ve elinin sıcaklığını şair, okurun sırtında bırakıyor ve o sıcaklık ömür boyu soğumuyor. Şiir budur; bir dokunmak ve kaçmak. Dokunup yakalayıp, “Bak ben sana ne söyleyeceğim?” deyip anlatmaya kalkarsak hiçbir şey insan ruhunda kalmaz.
Özgün bir bakış açın var mı? Varsa onu ortaya çıkar. Yoksa onu edin. “Bu nasıl olacak? İfade etmek istediğimiz bir şey üzerinde uzun süre ve büyük bir dikkatle düşünmeli.” Bakın bu çok önemli. Ömer Seyfettin şöyle diyor; “Yazamadım, çünkü yeterince düşünmedim.”
As’lolan görmektir, yazmak bir sonuçtur.
Sık sık duymuşsunuzdur: Bir yazarın mutlaka gözlem yapması gerekir. Gözlem yapmak, rastgele tabiatta, insanların arasında dolaşmak değildir. Ne aradığını bilene aradığı karşısına çıkar. Eğer aradığını bilirsen inanın tahmin edemeyeceğiniz kadar lütuflara gark olursunuz. Bunu bütün yazan insanlar bilir ve başlarına gelmiştir. Ne alacağını bilmeyen nerede gezerse gezsin ne olacak? Asıl olan görmektir, yazmak bir sonuçtur. Onun için görmeye çalışmak gördüklerimizi not etmek ama neyi aradığımızı bilmektir. Bir malzeme biriktirme işidir gözlem. Gözlem yapabilmek için damarı bulursanız o damarı izlemek önemlidir. Arayana her şey malzeme olur. Bakın ne diyor Goethe; “Ben kendi hesabıma ne yaptım tüm yaşamım boyunca? Gördüklerimi, duyduklarımı, izlediklerimi derledim ve kendime mâl ettim. Yapıtlarım çeşitli yaratıkların binlercesinin besinini alarak oluştu. Akıllılardan ve delilerden, aydınlardan ve aptallardan yararlandım. Çok zaman başkalarının ettiklerini biçtim.” Goethe büyük bir içtenlikle bütün insanlardan yararlandığını söyler.
Bir yazar, kendi yazdıklarından asla hoşnut olmamalı.
Bir yazar, herkes hoşnut olsa bile kendi yazdıklarından asla hoşnut olmamalıdır. Hoşnut olmak demek doyum noktasına ulaşmak demektir. Doyum noktasına ulaştıktan sonra zaten yapacak bir şey kalmamıştır. Diyor ki Yakup Kadri; “Yazılarımı büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım. Bazıları diyor ki ‘biz çok zorlanıyoruz, çok sıkılıyoruz.’ Hepsi sıkılıyor, kimse güle oynaya bir şey yazmıyor. Yazılarımı büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım, yazılarımı bitirdikten sonra da hiçbir ferahlık duymam. O kadar zahmetle azapla yaptığım iş, benim yapmak istediğim işin soluk bir gölgesidir. Onun için çok defa bunları nefretle bir yana atarım. Yirmi üç yıl evvel yazmaya başlayıp bıraktığım ve son günlerde tekrar ele aldığım çocukluk hatıralarımla Tanzimat devrine ait bir romanım bunların ikisidir. Şunu da itiraf edeyim ki; eserlerim kitap hâlinde veya parça parça yayın alanına çıktıkları vakit ben de hâsıl olan reaksiyon bir derin pişmanlıktan ibaret.” Yakup Kadri ki kalemi çok güçlü. Peyami Safa’ya sormuşlar: “Üstad” demişler yazmaktan pişman olduğunuz bir eseriniz var mı? Cevap; “Hepsi.” Reşat Nuri de bu konuda farklı düşünmez. Ona göre bir yazarın yaptığı en iyi iş, yaptığını beğenmemek, ileride yapacaklarına çocukça bir ümitle sarılmaktır. Her eserine başlamadan önce bu seferki mutlaka iyi olacak diyen ancak eser tamamlandıktan sonra yapmak istediklerini tam olarak yapamamasından şikâyet eden Reşat Nuri, bir kitabını tamamladıktan sonra şöyle söyler: Yapmayı umduğum işle yapabildiğim iş arasındaki uçurum yine ortadan kalkmadı.
Edebiyat dünyasında hepimize düşen, mütevazı olmaktır.
Bir hikâye yazıp, bir kitap çıkartıp hemen ben neyim diye yollara düşerseniz yolunuz uzun sürmez. Edebiyat dünyasında – bir kitabı olana da on kitabı olana da daha fazlası olana da -hepimize düşen; mütevazı olmak; senden önce geçen büyük romancıların, şairlerin, denemecilerin önünde saygıyla eğilmektir. Peki, nasıl eğilmek? Eğilmek, kitaba eğilmek, onların eserlerine eğilmektir. Onların değerini bilmek, hangi uykusuz gecede yazıldığını hatırdan çıkarmamak. O kıymetli eserlere layık olduğu özeni ve sevgiyi göstermek. Sanat eserlerine ancak sevgiyle yaklaşılabilir. Sevmediğin ve ön yargıyla hareket ettiğin takdirde hiçbir sanat eseri sana bir şey söylemeyecektir.
Yazar okuması nedir?
Yazmak, yolculuğunun seni nereye götüreceğinden asla emin olmamaktır. Her şeyden önce iyi bir okur olmaktır. Bu yüzden iyi bir okuma yapmamız gerekir. İyi bir okuma için de Sait Faik’in tavsiyesini tutuyoruz. Diyor ki “Ben bir yazarım. Herhangi bir okur değilim. Dolayısıyla benim okumam herhangi bir kari okuması olmayacak. Ne olacak, bir yazar okuması olacaktır. Yazar okuması nedir? Yavaş, düşünerek, altını çizerek, notlar alarak, kurguyu takip ederek, kahramanları takip ederek, sıfatları, teşbihleri, söz sanatlarını takip ederek, cümle yapılarını, Türkçenin imkânlarını keşfederek okumadır. Hepimiz bunu yaparsak okumuş olacağız. Bu iş zincirleme devam eder. Herkes birbirinden faydalanacak.
Bir eserin olgunlaşması da bir meyvenin olgunlaşması gibidir.
Bahçesi olan herkes bilir ki birdenbire meyve oluşmaz. Ağır ağır olgunlaşır. Meyvelerin olgunlaşması için birçok şeye ihtiyaç var. Suya, havaya, güneşe, gübreye, çabalamaya. Her şeyden önce de sabır. Bir de zararlılardan korumak. Demek ki bir eserin olgunlaşması da bir meyvenin olgunlaşması gibidir, beklemek gerekir. Reşat Nuri on iki yıl bir romanı zihninde taşıdığını söyler. Bir roman on iki yıl bir adamın zihninde nasıl durur? Zihnin de bir gebelik dönemi var. Bir bebek 9 ay 10 günden sonra dünyaya gelir, zihinde bir sanat eserinin olgunlaşması ise daha fazla vakit alıyor. Gogol’un Palto’su sekiz yıl aldı, bir hikâyeden ibaret. Bir hikâye yazarın zihninde yaşadı ve gün yüzüne çıktı. Palto’nun palto olması için sekiz yıl yazarın zihninde nefes alıp vermesi gerekti. Birçok eser de böyledir.
Konuşmanın sonunda dinleyicilerin sorularını da alan Ali Ural, bir soru üzerine nasıl yazdığını açıkladı:
Ali Ural Nasıl Yazar?
Daha çok geceleri yazıyorum. El ayak çekilsin, sessizlik olsun istiyorum. Mekan olarak ev ortamında yazıyorum.
Yazmanın bir biriktirme işi olduğunu biliyorum. Ve yıl boyu notlar alıyorum, zaten sürekli kitaplar okuyorum. Yazacağım konu etrafında bir yolculuk yapıyorum aslında yıl boyu. Daha çok da son zamanlarda artık dergiler için bir şey yazmıyorsam, bir bütünlüklü eser yazacaksam bu yazın oluyor ancak. Okullar tatil olduktan sonra biliyorsunuz ben üniversitede de dersler veriyorum. Atölyeler de var, atölyelerin kapanması lazım ki ben de yazabileyim.
Nasıl sorusu o kadar çok şeyi kapsıyor ki? az önce saydığım bütün bu, şunlara dikkat etmek lazım, bunlara dikkat etmek lazım vs ben bunların hepsine dikkat ediyorum, önce onu söyleyeyim.
Herkesin söylediğini söylemek istemiyorum. Mevlana’nın “Yeni bir şey söylemek lazım.” sözünü kendime rehber ediniyorum, Yunus’un “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası?” sözünü kendime rehber ediniyorum. Bir de kendi halimde yazmaya çalışıyorum. Herkesin de Allah yolunu açık etsin.
e-vren günlüğü sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.