Romanlardaki kahramanların isimleri nasıl belirleniyor? Yazar, kendini anlatmaya başladığında neden yaratıcılık zarar görür? Hayal gücü, yazarlar için niye bu denli önemli? Türkiye’de özellikle gençlerin Türkçe eserlerden çok yabancı eserleri okumayı tercih etmelerinin altında yatan asıl sebep ne? Katıldığım eleştirel öykü atölyesinde kendisiyle tanıştığım ve onu tanıdığım için kendimi hep şanslı hissettiğim ödüllü yazar Jale Sancak‘a bu ve daha birçok soruyu yönelttim. Şişhane’deki atölyesinde sorularımı cevaplayan Sancak, mahremiyet konusundaki hassasiyetinden dolayı hiçbir zaman otobiyografisini yazmayacağından Fırtına Takvimi’ndeki karakterlerin isimlerinin belirlenme sürecine kadar kendi yazarlığıyla ilgili önemli bilgiler verdi.
Bir edebî eseri okumaya başlıyoruz ancak kitabın sayfalarında bir türlü ilerleyemiyoruz, kendimizi kitaba veremiyoruz. Böyle bir durumda o eseri mutlaka bitirmeye mi çalışmalıyız yoksa bırakıp başka bir kitaba mı geçmeliyiz?
Aslında o yapıta saygı duyup onu elbette sonuna kadar okumak lazım. Ama bazen buluşamıyorsunuz onunla. Buluşamadığınızda da bu, eziyete dönüşüyor. O zaman kitabı bırakmaktan yanayım. Belki zamana bırakmak, daha sonra okumak ya da “O kitapla buluşamadım.” deyip onu bir kenara kaldırmak gerekiyor. Çünkü çok zorladığımızda -bu hepimiz için geçerli – bizi okuma ediminden, okuma yolculuğundan da vazgeçirecek bir şey olabilir bu. Bizi bu hale getirmemeyi sağlamamız gerekiyor.
Peki bunu nasıl sağlayabiliriz? Mutlaka okunması gereken bir kitabı ondan keyif almayı bir kenara bırakıp nasıl bir okuma yöntemiyle bitirebiliriz?
Burada o zaman başka bir tür okuma yapmak lazım. Ondan keyif almayı hedeflemeden, o metni anlamak için yaratıcı / eleştirel okuma dediğimiz tarzda bir okuma yapabiliriz. O metnin ne anlattığını, nasıl bir dünya kurduğunu, okura ulaştırmak istediği, içinde tartıştığı konuları çözümlemek üzere sorular sorarak, notlar alarak, birtakım saptamalar yaparak tamamen “teknik bir okuma” yaparak okumamız belki de sonunda yapıtla buluşmamızı sağlayabilir. Keyif almayı öncelemeden bir okur olarak o metinden sonuna kadar yararlanabileceğimiz bir şekilde okuma yapma çalışması, çok daha doğru bir şey olur. Bellki de sonunda keyif aldığımızı anlayabiliriz.
“Türk edebiyatı dile yaslanır.” şeklinde bir ifadeniz var. Özellikle bu konuda Batı edebiyatından ayrıldığımızı söylemiştiniz. Bunu biraz daha açar mısınız?
Dille öne çıkma, dille daha farklı yapıtlar meydana getirme, dille özgünlük ve yaratıcılık sağlama konusu bizim edebiyatımızda Batı edebiyatına oranla çok daha önde. Komplekslerimiz var bizim ama kompleks bazen iyi bir şeylere de sebebiyet veriyor. O kendini var etme, kendini kanıtlama meselesi özellikle sanatsal üretimlerde müthiş farklılıkları ve yaratıcılıkları beraberinde getiriyor.
Türkçe, edebiyata çok yakışan bir dil
“Türk edebiyatında özgünlük dildedir. Batı edebiyatındaysa ya temada ya da kurguda. Bu sebeple Batı edebiyatı eserlerini okurken dil tadı alamıyorum.” diyorsunuz. Size o tadı veren hiç mi Batılı yazar veya eser yok?
Var tabii, yok değil. Bir kere çeviriden okuyoruz. Çeviride muhakkak anlatım dilinin kaybettiği çok şey oluyor, bunu da eklemek lazım. Belki de o dil yakınlığından, dil tanışıklığından dolayı kendi edebiyatımızdan daha fazla keyif alıyoruzdur. Bizim kendi ana dilimiz, bence edebiyata çok yakışan bir dil, çok zengin bir dil ve iyi bir edebiyat dili olduğunu düşünüyorum Türkçenin. Ama yine de daha çok anlatma biçimlerindense anlatılan şeyler Batı edebiyatında daha fazla önemseniyor. Elbette okurken keyif aldığım pek çok yazar var, mesela Márquez’in anlatma dili, yapıtlarındaki dili çok sevdiğim bir dil. Ama bizim yazarlarımızdan aldığım o dil lezzetini Batı edebiyatına baktığımda çok fazla bulabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Türk edebiyatını daha okumadan baştan reddedenler var
Türk edebiyatı ile Batı edebiyatı dil tadı verme konusunda bu denli farklıysa niçin Türkiye’de çeviri eserler yerli eserlere göre daha çok basılıyor ve satılıyor? Türk okuru, damak zevkine aykırı olan yabancı eserlerden nasıl bir lezzet alıyor ki kitap sektörünün yüzde 70’i çeviri eserlerden oluşuyor?
Yok, o kadar da damak tadımıza aykırı diye kesin bir şey söylersek bu doğru olmaz. Bunun bir tek nedeni yok. Birinci nedeni Türk edebiyatını Türk okuru çok daha az okuyor; Batı edebiyatını daha fazla okuyor. Okur derken hangi okurdan söz ediyoruz? Gerçek edebiyat okurundan söz edersek Batı edebiyatını daha fazla okumayı yeğliyor, Türk edebiyatından kaçıyor aslında. Bunu, karşılaştığım pek çok insana da sorduğumda öncelikle Batı edebiyatından yazarları sayıyorlar. Bu, tam olarak nereden kaynaklanıyor bilmem mümkün değil ama aslına bakarsanız Türk edebiyatını daha okumadan, incelemeden, Türk edebiyatıyla buluşmadan daha baştan bir reddetme var. “Türk edebiyatı çok da yeterli bir edebiyat değildir, Batı edebiyatının karşısında da daha geridir.” diye bir genel düşünce var. Hatta genç insanlarda bu çok daha yoğun bir düşünce. Tabii ki Batı edebiyatı çevrilmeli ve biz okumalıyız, bütün dünya edebiyatından haberdar olmalıyız. Elbette dengenin gözetilmesi gerekiyor. Bu, sanıyorum yayınevleri açısından da gerekli ya da zorlayıcı bulunan bir şey. O nedenle de Batı edebiyatı çok daha fazla çevriliyor ve yayımlanıyor diye düşünüyorum.
Batı edebiyatı, bu insanlara nasıl keyif veriyor dediğimizde -Batı edebiyatı çok değerli bir edebiyat, bunu tartışmak mümkün değil ama- Batı edebiyatından keyif almaları belki okurların kendi dillerinin edebi anlamda neler yapabildiğinin ve yapabileceğinin çok farkında olmadıklarının göstergesi olabilir. Zaten kendi diliyle kurduğu ilişki -herkesi kast etmiyorum tabii ki bunun dışında okurlar var ama- o kadar kuvvetli değil ki o nedenle bu dilin edebî anlamda yaratabileceği şeylerin farkında olmaması çok normal.
Bir de genel bir okurluk tutumu var: Sadece ne anlattığına bakmak. “Of bir şey okudum, şöyle bir konuyu anlatıyor, muhteşemdi, çok farklıydı, bizim edebiyatımızda böyle bir şey yok, böyle bir şey anlatılmamıştı.” gibi yorumlar da zaman zaman yapılır. Ama bana göre bir yapıtın sadece ne anlattığı değil nasıl anlattığı da çok önemli. Peki Batı edebiyatında böyle yapıtlar yok mu, olmaz mı tabii ki var ama bizim edebiyatımızda da müthiş bir biçimde, estetik düzeyde, yaratıcılık düzeyinde müthiş anlatılar var. Burada nasıl anlattığını çok önemseyen okuru doyuruyor ya da okurla buluşuyor. Çok takıldığım bir konu var: Biraz farklı bir tarzda yazılmış bir metin, kurgusuyla, diliyle düzayak anlatılmayan, kurguları biraz daha karışık, dili biraz daha kapalı yahut daha özgün, düzayak anlatımın çok daha dışında metinler okurda genel olarak kızgınlık yaratıyor. “Neden bunu böyle anlatıyorsun? Bunu daha kolay, herkesin anlayabileceği biçimde, daha düz anlatabilirdin. Bu çok karmaşık.” gibi birtakım şeyler söyleniyor. Öteden beri benim tuhaf bulduğum bir şeydir bu. Dille böyle bir ilişki kurduğunuzda o zaman tabii ki Türk edebiyatına çok yaklaşmıyorsunuz ama yaklaştığınızda da belki geri durmanıza sebep oluyor ve bu, bizim edebiyatımıza haksızlık, çok zengin bir edebiyatımız var bizim.
Türk edebiyatı da yayın dünyasında bugün eskiye oranla daha fazla yer buluyor, bulmuyor değil. Ama herhalde yayıncılar da okur talepleri doğrultusunda bakıyorlar, o zaman çok daha fazla çeviri kitap yayımlanıyor.
Bir yazar olarak edebiyattaki yerimizi okurluğumuzdan anlarız
Bir yazarın yetişmesi için en az kaç yıl gerekir? Bu süreçte bir yazar adayının neler yapmış olmalıdır?
Atölyeye gelen arkadaşlarımız çok kısa zamanda bir şeyler yazıp bunun yayımlanmasını istiyor. Bu mümkün bir şey değil. En az dört beş yıl gerekli, belki de daha uzun bir zaman. Hata kendi yazma macerama ve yayımlama süreme baktığımda bu çok daha uzun bir zaman. Dört beş yıl durmadan yazmak, denemek, oluyorsa oluyor, olmuyorsa yeniden yazmak, oldurmaya çalışmak, üzerine yoğun bir çalışma gerekiyor. Hep şunu söylerim: Bir tür ders çalışır gibi yazmak, emek vermek, uğraşmak, neyi nasıl yapmamız gerektiği üzerine kafa yormak ve o kafa yorduğumuz şeyleri de yazdıklarımıza dahil etmek. Ama bu arada devamlı okumak, okumak, okumak, beslenmek , Batı edebiyatı, Türk edebiyatı, İran edebiyatı, Hint edebiyatı ne kadar çok edebiyat varsa okumak. Normal bir okuma yaptıktan sonra bir okur gibi onlara da kurguyu ne yapmış, karakterleri nasıl yaratmış, mekanı, zamanı, atmosferi nasıl oluşturmuş, nasıl çizmiş, aslında biraz bu gözle bakmak lazım. Yazmak, yazarken bütün bunları ne kadar yapabildiğiniz üzerine kendi kendinize tartışmak ve okurken de bütün bunların üzerine kafa yormak gerekiyor.
Bir yazar olarak edebiyatta nerede olduğumuzu aslında nerden anlarız, okurluğumuzdan anlarız. Eğer yazar, iyi bir okursa nerede olduğunu, neyi ne kadar yapabildiğini okurluğuyla ölçebilir. Çünkü karşısında müthiş bir külliyat vardır. Usta yazarların neleri nasıl gerçekleştirdiğine, o yapıtları nasıl oluşturduğuna dair zaten bir düşüncesi, bilgisi, donanımı da oluşur. Orada bir karşılaştırma yaptığında kendisinin nerede olduğunu rahatlıkla görebilir.
Yazarlık, devamlılık ister
“Yazarlık değil yazma öğretilebilir” diyorsunuz, nasıl?
Yazarlık öğretilemez ama yazmak öğretilebilir. Bütün sanat dalları öğretilebiliyorsa yazmak niye öğretilemesin? Biz atölyelerde belli teknikler üzerine çalışıyoruz, o teknikler öğretiliyor, şiir atölyeleri yapılıyor. O teknikleri kullanarak öykü, roman, şiir oluşturmak öğretiliyor. Yazarlık değil bu. Resim nasıl öğretiliyorsa, resmin kuralları, renk, leke, fırça, darbe, derinlik, perspektif gibi biz de buna benzer bir şey yapıyoruz. Katılımcılar, “Kurgu dediğimiz şeyin şöyle şekilleri varmış ve şu şekilde uygulanabilirmiş. Karakter yaratmak için şunlar gerekirmiş, bir metni anlatırken, sahneleme yapmak için, sahneleyerek anlatmak için bunlar gerekirmiş.” gibi bütün bunları öğreniyorlar, teknik bilgileri alıyorlar. Daha en başta bunları düşünmeden oluşturdukları metinleri yeniden çalışıp, o metinleri olması gereken hale getiriyorlar. Bu, pekala öğretilebilir bir şey.
Ama yazarlık dediğimiz şey her şeyden önce devamlılık ister. Sadece birkaç şey yazmakla olmaz. Orada yetenek dediğimiz şey, görme biçimleri devreye girer. Yeteneği öğretemeyiz, bir insanın içine yetenek yerleştiremeyiz. Görme biçimleri konusunda belki birtakım ipuçları verebiliriz ama onun görme biçimlerini değiştiremeyiz, mümkün değil. Yapabileceğimiz şeylerse yazdığı metnin okunabilir, anlaşılabilir hatta belli düzeyde bir edebî metne dönüşmüş hale getirilmesi.
Romana giden yol mutlaka öyküden mi geçer? İlk defa kitap yazacak buna da romandan başlayan bir yazar adayının önce öyküler yazmayı denemesi daha mı sağlıklıdır?
Yok, ona katılmıyorum. Dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da hiç öykü yazmadan doğruca roman yazmaya başlayan, romanla çıkan pek çok yazar vardır ve son derece başarılı yapıtlar ortaya koymuşlardır. Ama romanın da bir öyküsü vardır. Önce romanın öyküsü yazılır, -öyküsü yazılır derken tabii öykü türündeki bir öykü gibi yazılmaz, romanın genel öyküsü, hikâyesi yazılır ve o sonra roman olarak çalışılır, işlenir – her şeyin özü öyküdür. Şiirin de öyküsü vardır, öykünün de hikâyesi vardır, romanın da hikâyesi vardır. Ama öyküyle başlayıp romana giden, romanla başlayıp öykü yazanlar da var. Böyle kesin bir kuralımız yok. Hayatı boyunca hiç roman yazmayan öykücüler, hiç öykü yazmayan romancılar var. Ama neden olmasın? Önce öykü de öğrenilebilir. Öykü türüne ait öğrendiğimiz şeyler belki de roman yazıldığında o romanın gereksiz fazlalıklardan arındırılmasını sağlar, bu da iyi bir şey. Ama kimseye bunu şart olarak koşamayız çünkü bu, özgür bir seçim. İlla öyküyle başlanacak diye bir şey yok. Öykü yazmak istemiyor, roman yazmak istiyor. Romanla başlayıp sonra öykü yazan romancıların öyküleri çok mu uzun olur, bilmiyorum. Çünkü işin içinde uzun anlatma var.
Ama yaratıcı yazarlık atölyelerinde hep öykü yazma üzerine yoğunlaşılıyor, niye?
Çünkü bir atölyede roman yazamazsınız, mümkün değil. Öykü kısa bir metin. O anlamda bir haftadan bir haftaya, on beş günden on beş güne bir öykü yazmak ve onun üzerine yoğunlaşmak mümkün oluyor. Zaman zaman roman atölyeleri de yapıyoruz 8- 12 haftalık fakat orada roman yazılmıyor. Roman yazmanın teknikleri çalışılıyor ve belki de bir romanın yazmadan önce ön çalışmaları, ön hazırlıkları neler olmalı, bunlar çalışılıyor. Bir roman en hızlı ve yoğun çalışma şekliyle bile 1,5 yıldan önce bitebilecek bir şey değil. 200 sayfalık 300 sayfalık bir roman bile uzun zaman alıyor. O yüzden atölyelerde daha çok öykü çalışılıyor.
Öykü türünde çalışılan teknik meseleler, birçok açıdan roman tekniğinden farklı değil. Uzunluk var, kısalık var, birbirine bağlanma, zincir, devamlılık var. Kurgu, karakter, olay örgüsü, zaman, mekan, atmosfer dediğimiz bu ögeler romanda da öyküde de var, senaryoda, tiyatro oyununda da var ama türlere göre tabii ki ayrımları da var.
Çok uzun roman yazamıyorum, sıkılıyorum
“Ben öykücülükten gelmiş biriyim. Söyleyeceğimi söyler bitiririm. O yüzden uzun uzadıya roman yazamam.” diyorsunuz. Fırtına Takvimi ile 2014 Duygu Asena Roman Ödülünü aldınız. Son eseriniz Uyanan Güzel roman türünde. O halde bunları yazmak sizi çok yoruyor, bu sonuca varabilir miyiz?
Yıllar boyunca öykü yazmış biri, kısa metin içinde söyleyeceğini söyleyip geçiyor. Roman yazmaya başladığımda malzeme öyle, öyle yoğurmam gerekiyor. Daha uzun söylüyorum. Klasik bir romancı gibi çok uzun roman yazmıyorum, yazamıyorum, sıkılıyorum hatta. Çünkü hep kısa söylemeye, çabuk söylemeye alışmışım. Ama elimdeki malzeme uzun söylememi gerektirdiği için tabii hakkını vermeye çalışıyorum. Yorulmaktan ziyade beni yormuyor da bazen “Biraz daha uzaması gerekiyor bunun.” diye düşünüp bunun hesabını yaptığım oluyor. Oysa işte söylemişim ben onu. Romanın gereklerine de ihanet etmemek lazım. O kadar kısa anlatılacaksa uzun öykü olarak da yazılabilir ama malzeme de izin vermeyebiliyor.
Bir yazarın bu üçüne çok ihtiyacı var: Hayal gücü, sezgi, yaratıcılık
Pera’daki Uydurmanın Sözcüleri söyleşisinde “Yaşamadan yazılmaz, bunu düş gücüne haksızlık olarak görüyorum.” dediniz. Yazarlar hep mi hayal gücüyle yazar, hiç mi kendi yaşanmışlıkları yoktur eserlerinde.
Sadece hayal gücüyle yazmazlar; birtakım karşılaşmalar, tanıklıklar, kendi hayatlarında olmuş birtakım olaylar, birilerinin anlattığı, duydukları şeyler, bütün bunlar bir metnin içine girebilir, bir metinde yer alabilir, öyküde romanda o çıkış noktasını oluşturabilir. Ama biz gazeteci değiliz ki veya biz vakarnivüst değiliz ki. Biz sadece bunları anlatacaksak o zaman biyografi, otobiyografi, anı, gezi, izlenim gibi türler var; bunlarla halledilebilir mesele. Yaşanmışlıklar bizi besler, harekete geçirir, kışkırtır, kamçılar ama esas mesele hayal gücüdür. Bütün bunlarla birlikte hayal gücünün olması gerekir ki hayal gücü bizi hem çok özgürleştirir hem çok yaratıcı kılar. Hayal gücü olduğunda biz her şeyi anlatabiliriz ama yeryüzündeki her şeyi. Düşünün, baş karakteriniz bir doktor, bir öğretmen olacak yahut bir katili anlatacaksınız. Şimdi benim katil mi olmam lazım bir katili anlatmam için? Ya da hiç yaşamadığınız bir kan davasını anlatacaksınız, bir mahkeme, bir duruşma… Bunları yaşamamışım, bunları bilmiyorum. Bir mahkemeyi, bir doktoru anlatmak için müthiş bir hayal gücüne de ihtiyaç yok. Peki ne yapacağız o zaman? işte o her insanda bulunan muhteşem hayal gücüne başvuracağız. O muhteşem hayal gücü bizim en büyük rehberimiz. Her şeyi düşleyerek, hayal ederek yazabiliriz. Bazen denir ki “Ben hiç hayalci bir insan değilim, hayal kuramam.” Bizim söylediğimiz o manada bir hayalcilik değildir alsında. Her insanda var olan; işlettiği, çalıştırdığı, ona odaklandığı zaman da ortaya çıkacak bir hayal gücü. O nedenle en değerli şey hayal gücü. Bize müthiş yollar, anlatma imkanları açacak şey hayal gücü, çok değerli, bizi çok yaratıcı kılan şey. Sezgileri de unutmayalım, aynı zamanda sezgiler, hayal gücü, yaratıcılık… Bu üçüne çok ihtiyacı var bir yazarın.
Öbür türlü “Yaşamadan yazılmaz!”, o zaman yazacağımız şey çok az. Hayatım boyunca, otuz yıl tekstil sektöründe çalıştım. Hep tekstil sektörünü mü anlatacaktım? Gayet iyi bildiğim şey, nereye kadar ne anlatabilirdim, ne kadar ne çıkartabilirdim oradan. Hayatta uzaktan gördüğüm, hiç tanımadığım insanlar var. Onları, onların meselelerini, problemlerini nasıl anlatacaktım? O zaman çok az şey anlatabilecektim, belki de bir iki şeyden sonra tıkanıp bitecekti. Bunun önüne geçebilmek için tek ilacımız hayal gücü.
“Yaşamadan yazılmaz” demek, kendi yazarlık yolculuğuna da haksızlık
Bu sözlerinizi destekleyen “Kendinizi anlatmaya başladığınızda yaratıcılık orada son bulur.” diye de bir ifadeniz var.
Kesinlikle, kendi hayatımızı anlatmaya başladığımızda zaten neresinde hayal kuracağız, neresinde yaratıcı olacağız? Kendi hayatınızı romanlaştırmak ya da öyküleştirmek için belki çok ustalıklı olmak lazım , çok zor bir şey bu. Gerçek, bizi durduruyor, kilitliyor ve sadece belli alanlarda belli şeyler söyleyebiliyoruz. Yazarken bakıyorsunuz bir mesele, bir yan hikâye, bir çatışma sokacaksınız içine “Ama olmamıştı ki, benim hayatımda böyle bir şey yoktu ki, at bunu.” diyorsunuz. O zaman ne oluyor, giderek metin de kısırlaşmaya başlıyor, tek boyutlu hale geliyor ve aynı zamanda anlatacağımız alanlar, konular daralıyor. Anı var, anı olarak anlatın. Biyografi yazın, hiç sıkıntı yok ama o bir edebî metin olarak öykü – roman olacağında bir tıkızlaşma, gerçeğin sizi durdurması söz konusu olacak. Bunu anlatırken zaten sizin anı gibi anlatmaktan ya da kendi hayatınızdan parçalar anlatıyormuş gibi olmaktan kurtulmanız çok zor olur. Çünkü orada düş gücü, yaratıcılık tamamen ortadan kayboluyor.
“Aman ha! Sakın yaşamadığınız bir şeyi anlatmayın, yazmayın.” diyen arkadaşlarımız var, ben de rastladım. Bu, kendi yazarlık yolculuğuna da haksızlık gibi geliyor.
Peki birgün hayal gücünü bir kenara bırakıp otobiyografi veya anı türünde bir eser yazar mısınız?
Hiç böyle bir şey aklımdan geçmedi. Galiba biraz daha yaşlanmak gerekiyor böyle şeyler için. Otobiyografi yazmam, o mahremiyet meselesi bende çok hat safhadadır. Ama belki anılar yazılabilir, edebiyat ortamıyla ilgili anılar, hayatla ilgili yaşadığımız ilginç şeyler olabilir, bunlar yazılabilir ama herhalde biraz daha yaşlanmam gerekir böyle bir isteğin bende oluşması için. Şu anda yok, şu ana kadar olmadı.
Karakter isimleri, gerçeklik duygusunu güçlendirir
Roman ve öykülerde her bir ayrıntının titizlikle belirlendiği kesin. Kimi zaman yazarının önüne geçen karakterlerin isimleri de mutlaka özenle seçiliyordur değil mi?
Karakterlerin isimleri kendiliğinden geliyor. çok nadirdir “Ya ben bu kahramana ne isim koyayım?” diye düşündüğüm. Yazarken çizdiğim karakterle ilgili olarak bir isim düşüyor önüme; İhsan diyelim ya da Süreyya ya da Ela. Bu aslında hayattan biriktirdiğimiz ya da gördüğümüz, tanık olduğumuz şeylerden dolayı çabuk geliyor. Sosyo ekonomik ve sosyo kültürel durumu, karakterin ait olduğu sınıf, belki mesleği, yaşama biçimi bütün bunlar o karakterin ismini beraberinde getiriyor. Sokakta çöp toplayan çöpçü bir karakteriniz var. Ona hiçbir zaman Berk ismini koymazsınız. Belirleyici şey bu oluyor, ilk aklımıza gelen isim. Özensizlik değil bu. Diyelim ki Ahmet, Mehmet, Hüseyin, beğenmiyorsunuz bunları. Olabilir, onu değiştirebilirsiniz ama aslında gerçeklik duygusunu güçlendirmek istediğiniz için de o isimler kafanızda geri planda çalışıyor. Gerçeklik duygusu olması lazım. Karakteriniz bir uzaylı ve uzaylıya Emrullah diyorsunuz, olmaz, olabilecek bir şey değil bu. O gerçeklik duygusunu güçlendirmek için, geri planda çalışan o mesele sizin önünüze olabilecek en uygun ismi düşürüyor.
Son romanımdaki erkek karakterin ismini aradım çünkü kendisi Romendi. En uygun olabilecek Romen erkek isimleri aradım, birkaç gün uğraştım onunla ve sonra en uygun isim bu olabilir diye o ismi koydum. Böyle şeyler nadiren oluyor. Ama az önce saydığım bizim kafamızdaki o muhasebe önümüze düşürüyor isimleri. İsim, çok önemli hatta anlattığınız çatışmayı bütünleyici, tamamlayıcı. Ne anlatıyorsanız, ana meseleniz neyse o karakterin ismi de onu tamamlıyor.
Halit Ziya Uşaklıgil Aşk-ı Memnu’da Behlül ve Bihter’i mutlaka çok büyük bir titizlikle belirledi. O iki karakterin isminin başka bir şey olduğunu düşünemiyorum.
Bence de kesinlikle düşünmüştür ya da söylediğim biçimde muhakkak onun da önüne düşmüştür. Mümtaz’la Nuran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında. Mümtaz ve Nuran aslında sıradan gibi görünen, belki de döneminde çok kullanılmış isimler. O romanda Tiraje değildi Nuran’ın adı, Tijen değildi çünkü Tiraje de Tijen de o karaktere gidebilecek, onu karşılayacak isimler değil. Tabii bu çok uzun bir konu, burada gerçekten sosyolojiye, kültürel kodlara bakmak gerekiyor. İsimler kendiliğinden geliyor, bilinç dışından bir akma var.
Peki yazma sürecinde karakterlerin varlığı / sayısı belli olmaya başlayınca onlara geçici bir isim verip önce olay örgüsünü mü tamamlıyorsunuz? Karakterler, asıl isimlerini eser yazılırken süreç için de mi buluyor?
Son romanımda (Fırtına Takvimi) baştan belliydi kadının ve yeğeninin ismi. Öykü ya da roman yazmaya başlıyorum ama önce anlatmaya, örmeye başlıyorum metni. Metni örerken çok kısa üç beş sayfa yazıyorum, bir başlangıç yapıyorum. Karakterlerden de bahsetmeye başlayınca o zaman bende gelmeye başlıyor isimler. Çok nadir bir şey. Mesela Fırtına Takvimi’nde gerçek bir haberden yola çıkıp yazmaya başladım ama o gerçek karakterin ismi romanda değişti ve karakter Alevi olduğu için Halil İbrahim ismi aklıma geldi. Biz yazmakla uğraşırken bir taraftan zihin onları da planlamaya başlıyor ama biz onun çok farkında değiliz. Zihnin planlamaya başladığı şeyler, art alanda tartıştığımız şeyler olurken biz yazma meselesiyle uğraşıyoruz. İnsanın beyninin çalışması da çok ilginç. Her şeyin o anda farkına varamayabiliyorsunuz, o bilinç altı, bilinç dışı dediğimiz şeyler ortaya çıkıyor. Bir yapıt bitiyor, edebiyat tarihçileri, eleştirmenler ona psikanalitik okuma yapıyorlar; yazarın da psikanaliz açısından ruh halini oradan rahatlıkla çıkartabiliyorlar. Ama biz onun çok farkında değiliz. “Ben bir şey anlatacağım, onun derdine düştüm.” diyorsunuz ama o anki ruh haliniz, o dönemde düşündükleriniz, kafanızda gezdirdiğiniz her şey oraya yansıyor, giriyor.
Okumadan yapamam!
Çok okumak mı çok yazmak mı? Sizin için hangisi daha gerekli bir uğraş?
Çok okumak ve çok yazmak! Sadece biri değil. İnsan sonlu ama sağlığı el verdiğince sonuna kadar ikisini birlikte götürmek lazım. Çünkü her gün yepyeni şeyler söyleniyor, yazılıyor yeni teknikler, yeni anlatma biçimleri, yeni konular, temalar, bakış açıları geliyor. Hatta gençlerden de çok fazlaca geliyor. Bunlara onların gözüyle bakmak, onu anlamak, yenilenmek bütün bunları getiriyor. Hayat boyu ikisi beraber gitmeli.
İkisinden biri elinizden alınacak olsa hangisinden vazgeçemezdiniz?
İkisi olmadan da yapamam diye düşünüyorum ama herhalde okumadan yapamam. Bir de yazmak, -tabii okumayı da etkileyebilir ama- bir şekilde bedensel olarak da bitebilir ama okumak daha uzun sürebilir. O beslenme, yazmadan da devam edebilir. O yüzden okumadan yapamam.
Jale Sancak’la yapılan söyleşiyi aynı zamanda aşağıdaki videodan da seyredebilirsiniz: