Site icon e-vren günlüğü

Sahiden, bunları mı kaldıramayacağım?

Hayatımı, düzenimi, kendimi, değer yargılarımı bolca sorguladığım bir dönemden geçiyorum. Birkaç yıl önce girdiğim fazlalıklardan arınma psikolojim farklı şekillerde devam ederken amansız bir kara sevdanın bendeki tesirinden de yavaş yavaş sıyrılmaya çalışıyorum. Ağır bir aşk acısı çektiğimi itiraf etmeliyim.

Uzun süredir yaşamadığım, hatta uzun süredir âşık olmadığım için de kalbimin katılaşmış olabileceğinden şüphelendiğim bir dönemde adeta ayaklarım yerden kesildi. Beş yıldır yaşadığım İstanbul, benim için bambaşka bir şehre dönüştü. Kokusu, rengi, sesi bile değişti. Sonra her aşk gibi bitti. Bitişi ani olunca, kabullenmem zor oldu. Aynı dönem araya başka sıkıntılar, çeşit çeşit sorunlar da girince kendimi büyük bir buhranın ortasında buldum. İtiraf edeyim, kalsın diye çok yalvardım, beni bırakmasın diye dizlerine kapanıp ağladım. Bunu söylerken utanmıyorum, aksine hâlâ âşık olabildiğimi gördüm, insan tarafımla tekrar yüzleştim ve bu olayda acı da çeksem beni ben yapan duyguların daha da derinleştiğini, olgunlaştığını hissettim.

İlk günkü kadar olmasa da aklım fikrim hâlâ onda. Sanırım asıl mesele o kişiden değil ona duyduğum aşktan, sevgiden, o büyüleyici duygudan vazgeçemiyor olmam. Aşk, çok tatlı. Bitsin istemiyor insan. Bitince de büyük bir yalnızlıkla yüzleşiyor, karşısındaki kişiyi boğarcasına sıkıyor. Oysa gitmek isteyen gitmeli, ilişkilerde özgür olmalı taraflar. Evren yanıp tutuşuyor diye karşısındaki aynı duyguları yaşamak zorunda değil. Ben kendi ateşimde yanıp kavruldum. İyi de oldu.

Şimdi yine 25. kat yalnızlığımla baş başayım. Bu seferki yalnızlık, ilkinden daha derin oluyor tabii. Bu sebeple taşınmaya karar verdim. Cihangir’e veya Balat’a taşınmak istiyorum. Son bir haftadır telaşlı bir şekilde ev bakıyorum, içlerinde beğendiklerim de var ama illa bir kusuru oluyor, kararsız kalıp vazgeçiyorum. Şu an oturduğum ev, İstanbul’da tek başına yaşamaya başladığım ilk ev. 2012 yılının son akşamı taşınmıştım. Sanki tarih tekerrür ediyor. İçimden bir his, aradığım evi bulup oraya taşınmam yine yılbaşı akşamına denk gelecek diyor.

Hem Beylikdüzü semalarında 25. katın beni iyice yalnızlaştıran atmosferinden sıyrılmak hem de günde ortalama dört saatimi harcadığım ev – iş arasındaki yoldan (ve en çok da metrobüs çilesinden) kurtulmak istiyorum. Çalıştığım şirket Cihangir’de olduğu için oranın dingin ortamını çok seviyorum. Ancak Balat’ta da beni çeken garip bir duygu var. Yeni yılda sabahları gözümü Cihangir’in dinginliğinde veya Balat’ın büyülü atmosferinde açabilmeyi diliyorum.

Bütün bu hengamenin arasında bilgisayarımın bozulması da hayatımı biraz yavaşlattı. Apple servisten randevu alabilmek için epey bekledim. Bilgisayar, bir haftadır da serviste. Bahaneyle zihnen biraz daha dinlendiğimi, kendimi öykü okumaya verdiğimi ve vaktimin bereketlendiğini fark ettim.

Bütün bu süreçte, yirmi bir yıl önce yaşadığım büyük travmayla da bir kez daha yüzleştim. Fatma’nın babasının ölümüyle ilgili yazdığı yazı, henüz lise birinci sınıf öğrencisiyken kaybettiğim babamla ilgili üzerini örtmeye çalıştığım bazı duyguları gün yüzüne çıkardı. Öncelikle daha dün gibi gelen babamın vefatının üzerinden yirmi bir yıl geçmiş olduğunu fark edince çok şaşırdım. Ne kadar taze, ne kadar yakın bir acı oysa. Ruhumdaki kabukların tekrar kanaması da babamın onu bizim aramızdan alan kanserle ilk yüzleşmesinin nasıl olduğu ve bununla tek başına mücadele etmek zorunda kaldığı dönemde neler yaşadığı üzerine enine boyuna düşünmemle oldu. Yıllar önce blogda babamla ilgili yazılar yazardım, çok uzun süredir babamdan bilinçli olarak bahsetmedim. Bunun da tek sebebi, babanızı sizden daha iyi tanıdığını sananların çıkıp isimsiz yorumlarla acıya, hüzne, ölüme saygı duymadan “kendilerince iyi bir şey yaptıklarını zannetmeleri”ydi. Fatma’nın yazısını okurken de işte bütün bunları sorguladım. Sahiden, babam kanser olduğu kendisine söylenince o an neler hissetti, bu haberi gelip annemle nasıl paylaştı, biz durumu nasıl öğrendik? Annemle bu konuları hiç konuşmadık, ben de babamın kanser olduğunu ve tedavi görmeye başladığını kimden, ne zaman, nasıl öğrendiğimi hiç hatırlamıyorum. Ancak, babamın ölümüyle birlikte yaşanan bütün süreç ayrıntılarıyla hafızamda. Onun vefatı kadar ardından yaşananlar da çok ağırdı. O kara günlerden bugünlere nasıl çıkabildiğimize hâlâ çok şaşırıyorum. Şüphesiz ki Rabbim yetimlerini korudu ve anneciğimize üstün bir sabır, gayret ve güç verdi.

İşte o yüzden, canım çok acıdığında veya dertlenip kederlendiğimi düşündüğümde (zannettiğimde) kanser gerçeğiyle tek başına yüzleşmek zorunda kalan babamı ve henüz on beş yaşında babamın tabutunu omuzlamak zorunda kaldığımı hatırlatıyorum kendime. On beşinde babanın tabutunu kaldırdın Evren, bunları mı kaldıramayacaksın diyorum; bunları mı kaldıramayacaksın?

En çok buralardayım: Instagram | Facebook | Twitter | YouTube

Exit mobile version