Site icon e-vren günlüğü

İstanbul’da beş yılı geride bıraktım*

Tam beş yıl önce bugün, çalışmak ve yaşamak için İstanbul’a geldim. Sabah saatlerinde Aydın’ın eski otogarından otobüs geri geri çıkarken en ön koltuktan anneme, kardeşlerime ve beni uğurlamaya gelenlere el sallıyor, çıktığım bu yeni yolculuğun yeni bir hayat mı yoksa kısa süreli bir deneyimden mi ibaret olacağını kestiremiyordum. Esenler Otogarına üç bavulla ayak bastığımda gün neredeyse sonlanmak üzereydi, beni yeğenim Ali Rıza ve arkadaşım Ahmet karşıladı. İlk durağım birkaç ay yaşayacağım Güngören Haznedar’daki evdi. 

2012 yılının o sonbahar aylarında teyze oğlum Haktan da yeğenim Ali Rıza da henüz İstanbul’da yaşıyordu. Onların hem üniversite hem de iş hayatı İstanbul’da geçince yaklaşık on yıldır -kendi tabirleriyle- katlandıkları İstanbul’dan artık gitmek istediklerini çok sık dillendiriyorlardı. Ben ağzına kadar dolu tramvaya nasıl binebileceğim metrodan nasıl inebileceğim gibi sorunlarla uğraşırken İstanbul’dan yana şikayetçi olmamaya çalıştım onları dinledikçe. Her ikisi de -hatta Ahmet de- kendilerince haklı sebeplerle İstanbul’dan gitmenin planlarını yaparken her defasında “İnşallah birkaç yıl sonra ben de sizinle aynı duygulara sahip olmam” diyordum.

Elli yılını İstanbul’da geçirmiş Ece ablayla da geçen hafta sohbet ederken “İstanbul fena, elli küsur sene dile kolay, inanır mısın hiç özlemedim.” dedi. Ardından da hemen ekledi: “Hepimizin yaşadıklarına göre bakış açıları oluşuyor. Lütfen yazdığımdan etkilenme oğlum.”

Beş yıldır şehirden değil sahip olduğum bazı şartlardan şikayet ettiysem de İstanbul’a dair öyle büyük sitemlerim olmadı. Çünkü bu şehirde yaşamak ne hayallerimin ne de kariyer planlarımın içinde yer alıyorken Allah bana bu muhteşem şehrin kapılarını açtı. Üstelik “Ne iş yapacağım?” diye büyük bir boşluğun içine düştüğüm, hayatımın en karanlık dönemlerinden birinde Rabbim bana İstanbul’la derin bir nefes aldırdı. Bu şehrin bana aldırdığı soluk hakikaten öylesine derin ki beş yıldır ömrüme ömür katıyor. (Abartmıyorum)

Hem gönül yorgunluğu hem fiziksel yorgunluk yaşadığımı inkar edemem İstanbul şartlarında. Beş yıldır günümün büyük çoğunluğu (ortlama dört saat) yolda geçiyor. Yaz aylarında Aydın’daki o yaz gibi yazı burada yaşayamadığım için hayıflanıyorum. İstanbul’un kışı uzun ve çok sert gelir. Bir de “biz insanlar” çok kalabalık olduğumuz için işe, eve, gezmeye gitmek aslında bizler yüzünden ciddi sorun oluyor.

İstanbul’dan gitmek (daha doğrusu kurtulmak) isteyenleri, gidip de burayı hiç özlemediğini söyleyenleri çokça duyuyorum ama son birkaç yıldır Aydın’a giderken bile daha İstanbul’dan ayrılmadan bu şehri özlemeye başlıyorum. Sanki buradan ayrılınca zaman duruyor, bütün işler duruyor, hayat duruyor benim için.

Bu topraklarda daha yiyecek ekmeğim, soluyacak havam, alacağım nefes var mı bilmiyorum ama Rabbimden duam İstanbul’dan hiç sıkılmamak, kaçarcasına gitmek istememek ve buranın kıymetini bilmek.

Aydın, beni ben yapan değerlerin kaynağı, vatanım, toprağım, sevdam. En sevdiklerimin yaşadığı şehir. İstanbul’un Aydın’ın otuz yıllık emanetine kaç yıl bakacağını bilmiyorum ama onu iyi yetiştireceğine inanıyorum. Dileğim İstanbul’dan edindiğim deneyimleri, öğrendiklerimi birgün Aydın’la da paylaşabilmek.

*Bu yazıyı metrobüste evimin durağından Mecidiyeköy’e doğru (Editörlük kursuna) giderken 34BZ hattında ayakta yazdım. Yazının ilk taslağını henüz metrobüsteyken önce annem ve kardeşlerimle paylaştım ve bugün İstanbul’da beşinci yılımı doldurduğumu hatırlattım. Sonra beş yıl önce bugün beni İstanbul’da karşılayan iki isimden beri sevgili arkadaşım Ahmet’i aradım, epey bir süre konuştuk. Kurs çıkışı yazıyı Taksim’deki Atatürk Kitaplığında düzenleyerek yayımladım. İstanbul’daki altıncı yılıma Beyoğlu’nun sınırları içinde Atatürk Kitaplığında girmek istedim. İlk fotoğrafı kütüphaneye giderken Taksim Meydanında, bir üsttekini de Atatürk Kitaplığında çektim.

En çok buralardayım: Instagram | Facebook | Twitter | YouTube

Exit mobile version