İlginç bir şekilde hafta sonuna sabah 6’da başladım. Her Cuma akşamından kendi kendime verdiğim ‘gece geç saate kadar oturmama ve ertesi gün öğleye kadar yatıp da tatilin yarısını uykuda geçirmeme’ sözüme rağmen bunu çok az başarmışımdır. Başardığım günlerden biri de bu hafta sonu oldu. (Bu arada cumartesi günü sabah 6’da kalkmama rağmen pazar günü saat 12 gibi uyandığımı da itiraf etmeliyim)
Cumartesi gününe uzun bir kahvaltı – çay – kahve keyfiyle başladım. Uzun süredir haberdar olduğum ve gidip yerinde görmek istediğim (yazının devamında bahsedeceğim) Beyoğlu’ndaki mekana gitmek için yola çıkmadan önce annemle de duygusal bir telefon konuşması gerçekleştirdik. (Sonra bu konuşmayı instagram‘evreni profilimden paylaştım ama sosyal paylaşım sitelerindeki tüm içeriklerimin blogumda da mutlaka yer alması gerektiğine dair prensibimden dolayı o içeriği bu yazıya eklemek üzere sildim.)
Yolun sonuna gelmekten bahsediyordu annem. Açık ve net bir şekilde ‘yaşlandım ve şurada kaç günlük ömrüm kaldı’ demeye çalışıyordu (ki annem yaşlanmayı aslında kabul etmez, ben de kendimi bildim bileli annemin bir gün yaşlanacak olmasından hep çok korkmuşumdur.) Böyle zamanlarda anneme ‘Ajda Pekkan’ şakası yaparım; ‘Daha sırada Ajda var anneciğim, o ne zaman yaşlandı işte o zaman korkmaya başlayabilirsin’ derim. Ama bugün o sözü tekrar etmedim, daha çok annem konuştu. ‘Sizin yaşınıza dönmek için neler yapmazdım’ dedi. ‘Hayatınızın her an’ını değerlendirin, doya doya yaşayın’ tavsiyesinde bulundu.
Bazen İstanbul’un bütün yükü benim omuzlarımdaymış hissine kapılıyorum ve hiç abartmadan yorgunluktan, yalnızlıktan (ki bu yalnızlığın çoğu kimse tarafından yanlış anlaşıldığını da anladım) ve vakitsizlikten şikayet ediyorum. Bazen de İstanbul’u yeniden fethedecek bir enerjiye sahip oluyorum (ki bu da genelde evden çıkmayıp dinlendiğim hafta sonları oluyor.). Sonra rahmetli babamı hatırlıyorum, sevgili anneanneciğimi. Babamın, yer yok diye kendisini otobüse almayan şoföre ‘ben kanserim, öleceğim’ dediğini duyuyorum. Şu an babam da o eski Aydın otogarı da yok. ‘Allah, güzel ölümler versin’ derdi anneannem, bunu sürekli dillendirirdi. Nasıl vefat ettiğini hatırlıyorum; nur içinde yatsın. Doktoru ’70 yaşına gelmiş tabi ölecek’ demişti; teyzem en küçük evladı olarak annesini kaybetmenin acısını o kadar derinden yaşıyordu ki doktorun o sözüne tepki verecek mecali yoktu.
Kusursuz biri değilim belki ama kötü biri de değilim. Sadece içimdeki savaş, hayatla verdiğim savaş ile birbirine karışmış durumda. Haksızlıklar karşısında bazen nasıl tepki vermem gerektiğini kestiremiyorum ve bu beni çok yoruyor. Sonra düşünüyorum; insanın ölümcül bir hastalığa yakalanması veya kötü bir şekilde ölmesi kesinlikle başkalarının da sorumluluğunda olan bir durum. Hiçbirimiz sandığımız kadar masum değiliz.
O yüzden rotamı değiştirdim. Oldukça ağır bir sırt çantasıyla birlikte metrobüste yerimden hiç kalkmadan (ki bu çok nadir bir durumdur, hele hafta içleri) Mecidyeköy’e kadar gittim. Cihan ve Çota bana eşlik etti; Mimar Sinan güzel cümleleriyle ruhumu aydınlattı:
“Kızma artık geçmişe. Kabiliyetin kuş gibi tutsak kalmış. Maziyle uğraşmaktan, ona buna kızmaktan fırsat olmamış ki çıksın. Eğer cehalet kafesinden kurtulursa kuş özgür kalır, gönlünce uçar, yükselir. İyi bir talebe olursan hayatın kapıları önünde açılır. Ama evvela karar vermen gerek. Öğrenmeye hazır mısın?” (Elif Şafak, Ustam ve Ben, s. 146)
Metro ile Şişhane’ye çıkınca sabah kahvaltısının üzerinden çok zaman geçtiğini fark edip düşen enerjimi yükseltmek için önce yemek yemem gerektiğine karar verdim.
Taksim Meydanı istikametinde yürürken sağ tarafta bir korse dükkanının camında yazan yazılar dikkatimi çekti. Kağıdın birinde ’90 yaşındaki babamı ve yatalak annemi sokağa atıyor’ yazıyordu. Dükkanın kapısındaki İlya Avramoğlu ile camdaki fotoğrafta gördüğüm kişi aynıydı; üstelik aynı gömlekle aynı yerde duruyordu. Meselenin ne olduğunu sordum, 1936 yılından beri açık olan dükkanın sahibinin (ve oradaki daha birçok dükkanının sahibinin) Santa Maria kilisesi olduğunu söyledi. Yeni çıkan yasayı gerekçe göstererek 10 yıldan fazla duran kiracıyı iş yerinden çıkarma hakkını kullanmaya çalıştığını anlattı. Bir tarihin yok edilmeye çalışıldığını, İstiklal’in önceden alışveriş ve kültür caddesi olduğunu şimdi ise zincir mağazalar ve fastfoodcularla dolup taştığını anlattı. 20 metrekarelik dükkana 3 bin lira verdiği kiranın 5 bin liraya yükseltilmesini teklif etmiş ancak kilise bunu da kabul etmemiş. Kendi ailesi, biri yatalak olan yaşlı anne babası ve boşanıp gelmiş ablası ile birlikte üç aileye bakmak zorunda kaldığını, yeni bir yere taşınma masrafını karşılamasının mümkün olmadığını söyledi. Yasa, dükkan sahibinden yana görünüyor; Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapsa da lehine bir sonuç çıkacağından yana pek umudu yok. Ama ‘Belki kilise bu inadından vazgeçer’ diyor çünkü duyarlı insanların bu konuda kiliseye ciddi baskı yaptığını söylüyor. Bu süreçte dükkanı boşaltmamak için en fazla 1- 1,5 yılı var; hızla değişen İstiklal Caddesinin yeni çehresinde Kelebek Korse mağazası 1 yıl sonra da hâlâ var olmayı başarabilecek mi, zaman gösterecek. Bu arada İstiklal’in en eski tarihi dükkanı ve azınlıkların elinde kalan tek dükkan olan Kelebek Korse’nin kapanmaması için Change.org’da bir imza kampanyası devam ettiriliyor.
Salt Galata
Ve sonra o merdivenlerden çıktım. Bir süredir haberdar olduğum, sosyal medyadan takip ettiğim ve ‘gidip görülecek yerler’ listemde yer alan Salt Galata‘nın ihtişamlı kapısından girerek gösterişli merdivenlerinden çıkıp Salt Araştırma‘ya adım attım. İki kattan oluşan Salt Araştırma alışık olduğumuz kütüphanelerden farklı, modern bir yapıya sahip. ‘Kütüphane – araştırma ve sergi’ üçlemesini bir arada barındırıyor. İnsanlar kendilerini nasıl rahat hissedeceklerse o verilmeye çalışılmış Salt Araştırma’da. (Burada tam olarak ne demek istediğimi ancak oraya gidince anlayabilirsiniz.) Bilgisayarınız yanınızda değilse, kullanabilmeniz için bilgisayarlar da var; interneti cep telefonuna gelecek kod sayesinde ücretsiz kullanabiliyorsunuz; ister yanınızda getirdiğiniz isterseniz de hemen yan tarafındaki kafeden alacağınız (görevlinin şimdilik ücretsiz olduğunu söylediği) çay ve filitre kahve ile daha konsantre bir şekilde okumalarınızı, araştırmalarınızı yapmanız mümkün.
Pazar ve Pazartesi günleri kapalı olan Salt Araştırma hafta içi ve cumartesi günleri akşam 20.00’ye kadar hizmet veriyor. Bu arada, harika kitaplar bulabileceğiniz bu yerden ödünç kitap almak ise mümkün değil. Keşif için dolaşırken fotokopi makinesi gibi bir şey gördüğümü hatırlıyorum ama çok emin değilim. Gerçi varsa da gerek duymadım çünkü Murat Belge‘nin edebiyat üzerine yazılarını topladığı kitabını büyük bir keyifle karıştırırken ileride notlarını burada paylaşacağım ‘Küçük Prens’ ile ilgili bir yazısının yer aldığı sayfaları Evernote‘un belge kamerası özelliği ile telefonuma kopyaladım.
Bir bölümünü Salt Araştırma’nın oluşturduğu Salt Galata oldukça büyük ve gösterişli bir tarihi bina. İçerisinde sergi salonları ve atölyeler var. Fotoğraf çekmenin serbest olduğu bu binadaki görevlilerle kısa bir sohbetim oldu (bu arada çok alakalı ve kibar kişiler olduğunu belirtmeliyim. Zaten fotoğraf çekminin ‘kesinlikle serbest’ olduğunu söylemelerinden belliydi); geçen haftalarda Danimarka’dan gelen mimarlık öğrencilerinin ve hocalarının buradaki atölyelerde çalıştıklarını anlattılar.
İsmail Saray’ın Portreleri
Şu an Salt Galata’da İsmail Saray‘ın “İngiltere’den Sevgilerle” sergisi bulunuyor. Bugüne kadar gördüğüm en ilginç sergilerden biri olan “İngiltere’den Sevgilerle” 2 Kasım’a kadar gezilebilir. Sergide çektiğim birkaç fotoğrafı önümüzdeki günlerde flickr‘evreni ve instagram‘evreni hesaplarımdan paylaşacağım.
Akşam tekrar İstiklal’e çıkıp daha önce bahsettiğim ‘Yavaşla İstanbul’ için birkaç hızlandırılmış video daha çektim. İyi kurgulayabilirsem -daha doğrusu kafamdaki şeyi elimdeki teknolojik imkanlar dahilinde tam olarak ortaya koyabilirsem- belki yayımlarım. Bu arada İstiklal’e ne zaman gelsem İstanbul’a ilk defa gelmişim gibi hissediyorum ve heyecanlanıyorum.
Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+