Okumayı öğrendiğimden beri düzenli olarak kitap okuyorum. Çocukluğumda kendime ait bir odam olmadı ama kitaplığım her zaman vardı. “Okunmayı bekleyen kitaplar” rafım da hiç boş kalmadı. Farklı sebeplerle zaman zaman kitap oku(ya)madığım -tabii çok kısa süreli- dönemler oldu. Okumak, okudukça gelişen bir deneyim. Başlarda sadece okursunuz, okudukça etkin okumayı öğrenirsiniz ve kitabı elinize aldığınızda artık sadece bir okur değilsinizdir.
Ben de otuz yılı aşkın okuma deneyimim sürecinde okuma alışkanlığımın değiştiğini, evrildiğini gözlemledim. Öğrencilik, sınavlar, özel hayatınızdaki gelişmeler, çalışma ve yaşam koşulları, beslenme şekli hatta seyretme (izleme) deneyimleri okuma yöntem ve tekniklerimi bire bir etkiledi.
Okuma üzerine daha önce yazdığım blog yazılarının (bağlantılarını yazının sonuna ekledim) üzerinden yıllar geçti. Yukarıda sıraladığım etkenlerin değişimi, belki de 40’lı yaşların getirisiyle okuma yöntemimin tamamen olmasa da kısmen evrildiğini görüyorum. “Kitap okuyacak vaktim yok” bahanesinin arkasına saklanan ama aslında içten içe okumak için yanıp tutuşanlara da ilham vermesi adına okuma alışkanlığımın son dönemdeki ayrıntılarını paylaşmak istedim.
Bitmese de her hafta okuduğum kitabı değiştiriyorum
Eski evrende bir kitabı okumaya başladıysam sıkıntıdan baygınlık geçirsem de son sayfasına kadar cümle cümle okuyarak hem kendime hem o kitaba yazık ediyordum. Çünkü o dönemler, okunmaya başlanan bir kitabı yarıda bırakmanın esere saygısızlık olduğuna inanıyordum. Yo, hayır! Asıl bu inat, kitaba değil ömrüme saygısızlıktı. Basılmış bütün kitapları bir kenara bırakayım, kitaplığımda okunmayı bekleyen kitaplarla satın almak için listeme eklediğim kitapları okumaya yetecek bir ömrüm yok. Üstelik ömürden sürekli eksilirken, alınacak kitaplar listeme gün aşırı bir yenisi ekleniyor ;)
Başladığım kitabı ısrarla bitirme alışkanlığımı bıraktığım gibi okurken çok zevk aldığım ama bir haftada bitiremediğim kitaba da ara vermeye başladım. Örneğin şu an Metis Yayınlarından çıkan Wayne C. Booth’un Kurmacanın Retoriği‘ni okuyorum; 543 sayfa! Yaratıcı yazarlık ve kurmaca üzerine kafa yoran biri olarak bu eseri satır satır, işaretleyip notlar alarak ağır ağır okuyorum. Ama bir kitap bir haftadan uzun süredir elimdeyse, hangi eser olursa olsun sıkılıyorum ve okunmayı bekleyen diğer kitaplara bir an evvel geçme dürtüsüyle savaşıyorum. Bu âdeta hemen her gün aynı arkadaşınızla görüşmeniz, onunla aynı konu üzerine üstelik aynı tonda sohbet etmeniz gibi bir şey. (40’lardan sona böyle hissetmeye başlamış da olabilirim.) Bu sebeple artık pazartesiden pazara bir kitabı okuyorum, bitmiyorsa ona ara verip yeni bir kitaba başlıyorum. Bir sonraki pazartesi, ara verdiğim kitabı kaldığım yerden okumaya devam ediyorum. Uzun süredir bu okuma döngüsündeyim. Böylece aynı kitabı haftalarca elimde tutup ondan sıkılmamış ve yeni kitaplar okumaya başlama heyecanımı “ertelemediğim” için söndürmemiş oluyorum.
Hiçbir kitap otobüste ayakta okunmayı haketmiyor!
Yo hayır! Elbette metroda, otobüste (ah en çok da vapurda okumaya bayılırım) işe veya bir yere gelir giderken kitap okuyorum. İstanbul’a ilk taşındığım zamanlar Esenyurt’tan Taksim’deki iş yerime gelir giderken metrobüste 1,5 saat az kitap okumadım. Ama uzun süredir roman, öykü gibi kurmaca eserler yerine daha didaktik içeriğe sahip kitaplar okuduğumdan, masa başı okuru olmaya özen göstermeye başladım.
Nedir masa başı okuru?
Çok da havalı bir şey değil hatta zahmetli de sayılabilir. Çünkü kitap okuyabilmek için mutlaka masa gibi bir materyale ihtiyaç duyarsınız. Ama metroda ayakta okumaktan çok daha fazla verimlidir masada kitap okumak. Hatta koltukta yayılarak, bacaklarınızı sehpaya uzatıp okumaktan da verimlidir. Beni masaya oturup kitap okumaya iten en önemli etken, öncelikle okuduğuma odaklanabilmek. Diğer önemli etkense didaktik eserler okuduğum için sürekli fosforlu kalemle işaretlemeler yapmam. Bunu otobüste ayakta çok rahat yapamıyorum ve okuduğum sayfalarda önemli yerler, onları işaretleyemeden geçip gidebiliyor. Bu sebeple masaya oturduğumda önümde kitabım, yanımda not almak için kurşun kalemimle not defterim ve elimde fosforlu kalemim olur. Ah bir de taze demlenmiş kahve ;)
Kitap nasıl okunmaz?
Kitap nasıl okunur sorusunun en güzel cevabı benim için yukarıdaki paragrafta: Kitap, ona odaklanarak, oturarak, not alarak okunur. Peki kitap nasıl okunmaz? Sessiz okunmaz. Tabii kalkıp kütüphanede, otobüste, metroda tüm kitap severler hep bir ağızdan mırıl mırıl okusun demiyorum. Ama her kitap, okurundan kendi sesini duymak ister. Sessiz okuma, pasif bir okumadır. Gözleriniz satır aralarında gezinmeye devam etse de belli bir sürenin ardından zihniniz okuduklarınızdan ayrılıp gün içerisinde yaşadığınız hemen her şeyle meşgul olmaya başlar. Bir bakarsınız yirminci sayfadan kırkıncı sayfaya gelmişsiniz ama aradaki yirmi sayfada okuduğunuzu zannettiğiniz cümleler sizde yok. Bu sebeple, kitap okumaya başladığım ilk on beş -otuz dakika normal tonda sesli okuma yaparım. Sesli, notlar alarak ve işaretleyerek etkin okuma şekli okuduklarıma odaklanmamı, orada neyin anlatıldığını kavramamı sağlarken diksiyonumu da geliştirir. Diksiyon eğitimleri verirken bu sebeple altını ısrarla çizerdim: Telaffuzunuzun gelişmesi için sesli okuyun, sessiz okumanın diksiyona hiçbir faydası yoktur! Sesli okumanın faydalarıyla ilgili daha önce yazdığım yazıya da göz atabilirsiniz.
Not defteri, beni kitapta tutar
Okuduklarımda kalabilmemi sağlayan “sesli okuma”nın yanında buna katkıda bulunan diğer önemli etken de masamda hazırda beklettiğim not defteri ve kalem. Okurken, zihnimin sayfaların arasında günlük hayatıma kaydığı, yapılması gerekenler işlerlerin aklıma geldiği noktada bunları, hemen not defterine “yapılacaklar” listeme ekler, sonra da okumama devam ederim. Kitabın kapağını kapatıp çiçekleri sulamaya gitmem. Çiçekleri sulamak, çamaşırları sermek, e-posta cevaplamak okuma işini bitirdikten sonra halledilecekler olarak artık listemdedir ve zihnim de okuma deneyimim de bölünmeyecektir.
Okumaya vakit var niyet yoktur
Elinden kitap düşürmeyen, bütün gün kitap okuyan biri değilim. Tek işim okumak olsun ister miydim, elbette! 9-18 çalışan, yapacak başka işleri de olan biri olarak “şimdi kitap okuyacağıma şunları halledeyim” diyeceğim sayısız bahanem var. Onlara kulak vermek yerine her akşam 22’de önceliğimi kitap okumak olarak belirledim. (Keşke çok erken uyanabilsem de kitabı sabah 6’da okuyabilsem.) Vakit yok bahanesinin ardına saklanmak yerine kitap okuma niyetimi besledim. Ne kadar önemli işim olursa olsun her gün 22’de kitabımı elime alıp ona odaklanıyorum. Telefonum da aynı saatten itibaren rahatsız etme moduna otomatik girerek tüm bildirimleri kapatıyor. Elbette siz, saati yaşam koşulunuza göre belirlemelisiniz, belki de o bir saati ayırabileceğiniz en verimli zaman dilimi sabahın erken saatleridir. “İşten gelince yemekti, bulaşıktı, çocukların ödeviydi vs. bütün işlerimi halledeyim” deyip daha geç bir saati de tercih edebilirsiniz. Ama burada altını çizmek istediğim ayrıntı şu: Yapılacak işler (aslında bahaneler) hiç bitmeyecek ve eğer saati (niyetinizi) netleştirmezseniz kitap okumaya sıra hiçbir zaman gelmeyecektir. Beni, saat 22’de kitap okumaya başlamaktan ne gelen bir telefon, ne yarına hazırlanacak yemek ne de işle ilgili halledilmesi gereken bir konu alabilir. Tek karşı koyamadığım durum, uykumun gelmesi :) Eğer uykum varsa bırakın kitap okumayı, dünya yıkılsa yatar uyurum :)
30+30 dakikalık okumalar
Gün içinde fırsat bulup yaptığım okumalar haricinde akşamları ortalama bir saatimi okumaya ayırıyorum. Yirmi dört saat değil de sınırsız saatlerim olmasını ben de isterdim ;) Ama hem en geç 12’de yatağa girmiş hem de yapmam gereken diğer işleri halledebilmiş olmak adına kendime 1 saatlik okuma süresi ayırabildim. Bu bazen bir saati geçebiliyorken bazen otuz dakikayla sınırlı kalabiliyor ama asla otuz dakikanın altına inmiyor. Eğer okumaktan çok da keyif almıyor, düzenli okumaya kendinizi alıştırmaya çalışıyor ya da dikkatiniz sürekli dağılıyorsa benim gibi arada otuz dakika okuma, 10 dakika ara, sonra tekrar otuz dakika okuma şeklinde bir yöntem deneyebilirsiniz. Ben o on dakikalık arayı çay, kahve veya başka işler için kullanıyor, zihnimi dağıtıp tekrar kitabın başına geçiyorum. Tabii on dakikalık arada telefonu elime almıyorum, çünkü kesin yeni bildirimler vardır ve o taraf çoğumuz için daha cazip!
Her gün saat 15’te dijital okuma
Saat 15, günün en sevdiğim saatidir çünkü benim filtre kahve saatimdir. Kahvemi büyük bir kupada içerim ve bu da ortalama on beş – yirmi dakika sürer. Basılmış kitap okuyan biri olduğum kadar dijitalde de ilgi alanlarımla ilgili birçok blog yazısı ve makale okuyorum. Bu kısmı da “dijital okuma” olarak adlandırıyorum. Bütün bunları Instapaper ve Adobe Acrobat PDF hesaplarımda “okunacaklar” listeme ekliyorum. Saat 15’te kahvemle birlikte de bu hesaplara attığım bir veya iki makaleyi okuyup listeyi eritmeye çalışıyorum. Farklı okuma deneyimleri ve farklı alanlardan okumalar zihni de geliştiriyor. Bu blog yazıları ve makalelerde okuduklarımdan aldığım notların bir kısmınına da zaten blog yazılarımda yer veriyorum.
Okudum, bitti mi?
Tümüyle okunmuş da olsa hiçbir kitap asla bitmez. Bir kitabın tamamını okuduğumda, onu ilk sayfadan itibaren tekrar açar aldığım notları, işaretlediğim sayfaları tek tek gözden geçiririm. Bir kitabı, ikinci kez okumaya sıra gelecek kadar bir ömre sahip olmadığımın farkındayım. Bu sebeple işaretlediğim yerlerin hafızama biraz daha sağlam yerleşmesi için bunu yaparım. Notlarımı, Google Drive‘da “okuduğum kitaplardan notlar ” isimli dokümana geçiririm. Eğer sayfanın veya bölümün tamamını işaretlediysem Adobe Scan ile sayfayı tarayıp “okuduğum kitaplardan bölümler” klasörüne eklerim.
Bütün bu zahmetli – aslında çok zevkli- süreç tamamlandıktan sonra, harika yolculuk ve arkadaşlık için o kitaba teşekkür etmek gerekmez mi? Bence bu kısım da önemli, ufak bir teşekkür sohbeti :) O kitaptan alacağım her şeyi aldıktan sonra onun kitaplığımda mı yoksa merkezi bir kütüphanede mi yer alması gerektiğine karar veririm. Ya “başucu/kaynak kitabı” olarak kitaplığımda ilgili rafta kendine yer bulur ya da çoğunlukla Taksim’deki İBB Atatürk Kitaplığına veya bir il halk kütüphanesine bağışlanır. Dediğim gibi bir kitabı ikinci kez okuyacak ömrüm yok ve bir kitabın, kapağı bir daha açılmamak üzere kitaplığımda diğer okurlardan mahrum bırakılması bana bencillik geliyor. Sadece benim tarafımdan okunmuş olması ve kimsenin ona erişmeyeceği şekilde kitaplığımda âdeta tecrit edilmesi gibi bir haksızlığı kitaba yapmak istemiyorum. 30’lu yaşlarımda başlayan bu duyguyla kitaplarımı kütüphanelere veriyorum, böylece onları sadece Evren değil ödünç alma sistemiyle birçok kişi okuyor, onlardan faydalanıyor.
Kitap okuma alışkanlığım size fazla ayrıntılı ve zorlayıcı geldiyse siz asıl Peyami Safa’nın kitap okuma kurallarını görün ;)
Hep özendiğim, hiç kazanamadığım bir alışkanlık! :( evde beni bekleyen 7 kitap var ve en merak ettiğim Harry Potter and The Cursed Child.