“Blogculuk, gelip geçici bir heves değildir. Bu gerçeği kavrayamayan marka, iş kolu ya da kuruluşların sonu pek iyi olmayabilir. Blogculuk, kitlelerle kendiliğinden oluşan, sürekli bağlar kurmak isteyen her kuruluş için bir olmazsa olmazdır.”
Edelman PR Ajansı’nın Başkanı Richard Edelman’ın bloglarla ilgili bu görüşlerine yer veriliyor “Kurumsal İletişimde Sosyal Medya Yönetimi” adlı kitapta. Korhan Mavnacıoğlu imzasını taşıyan kitabı bir süredir dikkatlice okuyup notlar alıyorum.
Edelman’ın yukarıda alıntılanan sözleri bir blog yazarı olarak benim altını çizeceğim değerde ancak dünyadaki örneklerini bir kenara bırakırsak bahsi geçen konuda Türkiye’de durum içler acısı. Bizim markalarımız bırakın kurumsal blog açmayı, açılmış bloglarını güncel tutmayı; var olan internet sitelerini bile aktif kullanmak konusunda oldukça kötüler. Daha çok müşteriye ulaşarak tanınırlığını artırmayı, satışlarını yükseltmeyi hedefleyen markaları da bir yana bırakıp bu yazıyı yazmadan önce bir ‘medya derneği’nin web sitesini inceledim. 2014 yılından kalma son bir paylaşım dışında güncel hiçbir hareket yok; zaten bir blogu da yok. Facebook sayfasına baktığımda da son paylaşımın üzerinden aylar geçmiş. Ve ne acıdır ki söz konusu dernek alanında uzman kişilerin yer aldığı bir kadro ile her yıl belli bir ücret karşılığı dijital medya / yeni medya / sosyal medya üçlemi üzerinden eğitimler veriyor.
Mavnacıoğlu, kitabının girişinde hepimizin sıklıkla kullandığı ‘yeni medya’ kavramını çok güzel açıklıyor. Devamında da David Meerman Scott’tan alıntıladığı şu sözler yeni medyada artık hem üreten hem de tüketen tarafın ‘herkes’ olduğunu açıkça ortaya koyuyor:
“…kurumların hedef kitlesi artık sadece gazeteciler değildir. Hedef kitle interneti, arama motorlarını ve RSS okuyucularını kullanan milyonlarca insandır. Yeni iletişim teknolojileri özellikle de web 2.0 tabanlı uygulamalar, günlük yaşamda üretici özelliği kazanmış olan tüketicinin artık online platformlarda da üretici olmasını sağlamıştır.”
Bizler, dijital medya ile etkileşimimizi çok hızlı bir şekilde geliştirirken gerçekleştirirken tüketicilikten çıkarak bir anlamda içerik sağlayıcı, dağıtımcı hatta yayıncı konumuna yerleşiyoruz. Siz de kendiniz için aynı şeyi düşünüyor musunuz? Herhangi bir konuda sesinizi duyurmak istediğinizde televizyonların canlı yayınlarına bağlanmanın, gazetelerin köşelerinde görüşlerinizi dile getirebilmenin zorluğunu (hatta imkansızlığını) yıllardır tecrübe edip artık sosyal medyayı mı kullanıyorsunuz? Artık ‘aracı medyayı’ aradan çıkarıp kendi medyamızı kendimiz mi inşa ediyoruz?
Bu sorulara bazılarınızla birlikte ben de ‘evet’ cevabı verebilirim. Ancak yukarıda bahsedilen “arkadaş listenizdekilerin Facebook, Twitter veya Instagram’da neler paylaştığını sabahtan akşama kadar takip etmek” değil. Hatta onları beğenmek, onlara yorum yapmak ve gündemdeki konularla ilgili ağız dolusu tweetler de atmak değil. Fotoğraf, video, yazı veya başka bir şey… Yeni medyanın alt dalları internet ve sosyal medyada özgün bir şeyler üretebiliyor muyuz? Seyirci (belki de izleyici) olmaktan sıyrılıp seyrettiren, öğreten, bilgiyi paylaşan taraf olabiliyor muyuz? Facebook duvarınızda başkalarının paylaşımlarını yeniden paylaşmaktan; Periscope’da saatlerce boş boş konuşarak canlı (!) yayın yapmaktan; başkalarının ürettiği / yüklediği videoları indirip Youtube’da yeniden yayımlamaktan bahsetmiyorum.
Esra Erol’un evlendirdiği çiftlerle ekran başında mutlu olmakla Ahmet’le Ayşe’nin yediğini, içtiğini, giydiğini elimizdeki telefondan beğenmek farklı şeyler değil. Seyirci olmaktan, kendimizi beslemek yerine başkalarının egolarını beslemekten ne zaman vazgeçeceğiz?
Sadece okuyarak ve seyrederek de hem bilinçli hem verimli bir internet kullanıcısı olunabilir. Ama daha fazlası da mümkün: Sosyal ağlarda veya bloglarda bilgi ve becerilerinizi paylaşarak bu verimlilik ciddi oranda artırılabilir. Dijital varlığını inşa etmek ve karşıya geçip ondan haz almak tamamen bizim elimizde.
Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+