Oğuz Atay’la Yapılan İlk Blog Söyleşisi

Oğuz ATAY

Oğuz ATAY

Ölümünün üzerinden 38 yıl geçti. Daha ilk romanı Tutunamayanlar ile 1970 yılı TRT Roman Ödülü’nü kazanan Oğuz Atay, sonraki romanlarında da kaleminin ustalığını konuşturdu. Postmodernist romanın Türk edebiyatındaki ilk örneklerini veren Atay’ın İletişim Yayınlarından çıkan Günlük’leri de oldukça ses getirdi. Söz konusu ‘günlük’ olunca bir e-günlük yazarı olarak edebiyatın dev ismi Oğuz Atay’la bir söyleşi gerçekleştirmeye karar verdim. İyi okumalar

Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu olduğumdan dolayı Oğuz Atay ismi benim için her zaman önemli oldu; öyle ki eserlerinizin her birinin bendeki kıymeti büyüktür. Bir de ses getiren günlükleriniz var. Blog yazarı olunca onları ayrıca bir ilgiyle okudum. Günlük defterinize yazmaya başladığınız Nisan 1970’e dönecek olursak günlüklerinizle ilgili o günkü duygularınızı  bize hangi cümlelerle ifade edersiniz?

Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. “Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu.” dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana, bunu da yaptınız. [1]

Haftanın yedi gününün her birine yüklediğiniz anlamlar olduğunu biliyoruz; bunu eserlerinizde de görmek mümkün. Ama perşembe gününün sizin için özel bir önemi olduğunu düşünüyorum; yanılıyor muyum?

Perşembe günlerini sevmem. Sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum. Yüz kere, bin kere alt alta yazmak istiyorum: perşembe günlerini sevmem. Sonunda insanlar anlasın ne demek istediğimi de sormasınlar gerisini. Can sıkıcı anılarımdan kurtulmak için daha iyi bir yol bilmiyorum. Perşembe günlerini sevmem. Daha ne istiyorsun benden? Sevmiyorum işte. Neyi seviyorum ki? [2]

Bu sorunun sizi kızdıracağını düşünmemiştim. Perşembe gününü sevmediğinizi bu kadar vurgulayınca altında yatan sebebi daha çok merak ettim.

Bilmiyorum, kimseyi kandıramıyorum: siz gene perşembe günü ne olduğunu anlatmamı bekliyorsunuz. Bu uzun girişten sonra, dişe dokunur bir, ne bileyim, esaslı bir olay ya da ruhsal derinliği olan bir gözlem umuyorsunuz. (…) …bana kalırsa, perşembeleri sevmem – usandım gene bir de günler demeye- sözünü, sabrınız olduğu kadar tekrarlayın daha iyi. Yoksa siz de ben de pişman olacağız. Perşembe günü ile yetinmeyeceğim. [3]

“Bir zamanlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim”

Romanlarınızdaki ağır duygusallığı bir kenara koyacak olursak aslında dikkatli okunursa mizahi bir diliniz de var. Mizah yaparken okuru gerçekten güldürebilmek sizce kolay mı?

İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar. Onları üzmek çok zor: Kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında. Birtakım aptal yazarlar, olur olmaz yerlerde -duvarlara, helâ kapılarına yazan çocuklar gibi- ‘İnsanları güldürmek çok zordur’ gibi saçmalıklar karalayıp dururlar. Çok kolaydır oysa. Ben, bu asık suratımla bile, çok güldürmüşümdür onları. Olur olmaz saçmalıklara gülerler utanmadan. Bir zamanlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim. Karşı kaldırımda görünce beni gülmeye başlarlardı; yoldan geçen arabaların üstünden bağırırlardı benden duymuş oldukları gülünç sözleri. Siz hiç karşı kaldırımdan insanı ağlatan birini duydunuz mu? (…) Biliyorum, birtakım yazarlar ince bir güldürü, demek istiyorlar. [4]

Türkiye’de okurların mizahi eserleri değerlendirme yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. [5]

“Batılı değerlendirir biz severiz”

Peki Batılı okurla Türk okur arasındaki bu farkı biraz daha açar mısınız?

Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri  sadece inceler, bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımızla benimsemez. Bu soğuk ve mesafeli bir davranıştır. Öğrendiklerini istismar etmek isterr. Bu yüzden kaliteyi sömürür. İnsanla ilgisi sadece kendi insanı bakımındandır. (…) Her şeyi bir anatomi masasına yatırır, kusurları ortaya koyar, sahip olabileceklerini alır -mülkiyet duygusu- Edebiyatta bile çıkarına bakar. Bir Puşkin’i anlayamaz. Dostoyevski’ye, Tolstoy’a yaklaştığı gibi yaklaşamaz. Biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz. Hamlet’in meselesine katılırız. Palto bizi derinden sarar. Batılı değerlendirir, biz severiz. [6]

“İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz”

Türk edebiyatında dramanın ve trajedinin akıl almaz bir biçimde gelişmesinin sebebinin bazı konularda yarım yamalaklığımız olduğu yönündeki görüşünüzü okuduğumu hatırlıyorum. Bazı gerçeklerimizin farkında olmadığımızı üstüne basa basa vurguluyordunuz.

Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da sosyal birtakım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız bu kötü yaşantıyı dile getirmenin ‘muhalefet yapmak’ olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile ‘muhalefet yaptıklarını’ sanıyor bir bakıma.  Aslında bir yanlış anlama olduğu halde anlaşıp gidiyorlar. Bir ‘mış gibi yapmak’ tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya… mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. [7]

“İnsan, kendi okumak istediği yerleri yazmalı”

Aradan geçen 40 yıldan fazla zamana rağmen söylediklerinizin geçerliği devam ediyor. Bu oldukça üzüntü verici bir durum. Peki eserlerinize, onları ortaya koyma sürecinize de geçmek istiyorum. Kitaplarınızın bu kadar okunuyor olmasını, eserlerinize olan ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Kitapların belirli yerlerini okuyabilmek, bazı insanların bu konuda -kitap okuma konusunda- en önemli özelliklerinden biri gibi geliyor bana. Ben de çoğu zaman böyleyim. Sanki, bu ‘belirli yerler’in ne olduğunda insanların büyük bir kısmı birleşiyor.  Özellikle ben, bu ‘belirli yerler’in dışında kalan ve çok kaba bir deyimle ‘ukalalık’ denebilecek bölümlerden kaçınmalıyım.  Kendi okumak istediği yerleri yazmalı insan herhalde. [8]

Yazarların, şairlerin günlerini nasıl geçirdikleri; gün içinde sürekli okumakla ve yazmakla mı meşgul oldukları hep merak edilir. Örneğin geçen yılı nasıl değerlendirdiniz, bu bir yıl içinde ne gibi planlarınız var?

Hiçbir şey yapmadım bir yıldır. Sadece ‘Oyun’u ikinci defa yazdım, o kadar. Oysa yapılacak çok iş var: Halit’in senaryosu, büyük roman, Kemal Tahir – Halit Ziya – Ahmet Hamdi Tanpınar incelemeleri, hikayeler… [9]

O halde sizin için de Türk edebiyatı için de oldukça verimli bir yıl olacak gibi görünüyor, öyle mi?

İçim bir şey istemiyor ne var ki. İnsanlarımızın ilgisizliği, uzaklığı da canımı sıkıyor. Bir şeyler gelip gidiyor, rüyalarımda bir şeyler oluyor. Günlük kaygılara kapıldım anlaşılan. Okul da yok. [10]

Onca işi yapacak yeterli vakti bulamadığınız için tükenmişlik sendromuna girmiş olabilir misiniz?

Aslında çok vaktim var, içim karışık. Oturup çalışmaya başlasam bir şeyler olacağını sanıyorum. Programlar filan yaptım. Ama başladım denemez. Bir şeyler okumaya çalışıyorum. Bakalım ne olacak? [11]

Yaşadığınız bu duygu durumu, sizin de diğer birçok edebiyatçı gibi bütün gününüzü evde geçiriyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir mi?

Saatlerce hiçbir şey yapmadan evde oturuyorum; sonra tam çıkarken, evde kalsaydım bir şeyler yapabilirdim gibi hissediyorum. [12]

“Eski yazdıklarımı acemice ve düzensiz buluyorum”

Edebiyatçıların evlerine kapanıp kendi iç dünyalarında bu denli yaşama arzusu açıkçası bizi şaşırtmıyor. Siz de söylemlerinizle bu gerçeği birinci ağızdan doğrulamış oldunuz. Peki evde günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?

Günlerimi her kitaptan 5-10 sayfa okuyarak geçiriyorum. Sinemaya bile gitmiyorum. Televizyonda İnsan Avcısı, Doktorlar, Silahşörler, Tatlı Sert, Dolu Dizgin… Haberler. Birkaç sayfa okuyunca kafam karışıyor. Oysa – sanki- okuyabildiğim zamanlar, eskisine oranla sanki daha iyi bir şeyler sezebiliyorum. Sürekli gücüm yok. Eski yazdıklarımı okuyorum. Çok içten, nasıl bu sürekli duyarlığı becermişim, hayret ediyorum, fakat acemice ve düzensiz buluyorum.

Çiçekleri de iki kiloluk gaz tenekelerinin içine doldurduğum toprakların ortasına sapladım: arsız çiçekler yetiştiriyorum. Tenekeler düşmesin diye pencerenin iki kasası arasına çıtalar çaktım: daha çirkin oldu görünüşleri. Çiçeklerle birlikte her soluk alışımızda havayı kirletiyoruz. Daha ne istiyorsunuz benden? Kafeste solucan filan beslememi mi bekliyorsunuz? Midem sağlam olsaydı onu da yapardım. [13]

oğuz atay

Peki ya sinema? Yakın zamanda seyrettiğiniz birkaç film var mı?

Edwards’ın -başoyuncu Peter Sellers- “The Party”, Joseph Losey’in “Secret Ceremony” [14]

Son okuduğunuz kitaplar da bizim için önemli bir referans olacaktır. Onlardan birkaçını da öğrenebilir miyiz?

Zen ve Motosiklet Bakım sanatı (Robert M. Pirsig), Decline of the West – Batının Çöküşü (Oswald Spengler), The Nature of the Physical World (Eddington), Tecnique of Fiction -Romanın Tekniği (Raban), Mehmet Akif Ersoy, Lukacs’ı da yer yer okuyorum. [15]

“Kendini tanımak mutsuzluktur”

Hayatı sürekli sorgulayan bir yapınız var; Dünyanın geçiciliğine her fırsatta vurgu yaptığınızı okuyoruz. Örneğin mezarlıkları çok ama çok önemsiyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

Bu dünya geçicidir. Bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece kısa ömrü için gereklidir. Bunu unutmamalı. Mezarlıklar bu nedenle gözümüzün önünde bulunmalı.  Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. Her şey geçicidir. Belgeler gereksizdir, unutulacak ayrıntıları yazmak anlamsızdır. Belki de unutmak esastır. Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmamalıdır. Putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır. [16]

“Sözlü gelenek araştırılmalıdır”

Bir yazar olarak belgelerin gereksiz, unutulacak ayrıntıları yazmanın anlamsız olduğunu söylemeniz bir çelişki olarak da algılanabilir. Ama bir yazınızda sözlü edebiyatla ilgili düşüncelerinizi okuduğum için bu ifadelerinize şaşırmadım. Sözlü edebiyatı çok önemsediğinizi biliyorum. Peki sözlü gelenek sizin için neden bu kadar önemli?

Halk, her şeye rağmen sanatını sürdürmüştür. Fuzuli, rüşveti şikayet etmiştir, Ramazanın yaşamasız düzenine karşı çıkmıştır, meyhaneyi övmüştür, Nedim de öyledir, Nefi de, Ruhîi Bağdadi de. Birçok insan, birçok söz de bu arada kaybolup gitmiştir. Bu bakımdan sözlü gelenek araştırılmalıdır.  Yazılanlar, korkunun onayından geçtiği için, ağızdan ağıza dolaşan sözler önemlidir. Ayrıca bütün eski uygarlık kalıntılarını halkın mı yoksa başkalarının mı yok  ettiği araştırılmalıdır. Halk içinde ‘pagan’ efsanelerin yaşaması  önemlidir. [17]

Kemal Tahir’i anma töreninde yaptığınız konuşma hâlâ hafızalarda. O konuşmada Tahir’in mizahi yönüne özellikle dikkat çekiyordunuz.

“Rahmet Yolları Kesti” ile en üst noktasına ulaşan olay anlatımı -tabiat birleşimi ‘Yorgun Savaşçı”da ustalıkla sürdürülüyor. (…) Kemal Tahir’de mizah kuvvetli, ucuz değil, yerine oturuyor. Kişilerin karakterlerini ortaya çıkarıyor. Meddahın sanatıyla, bir batı düzeni olan roman kuruluşu Kemal Tahir’de ustalıkla birleştirilmiştir. Sırf mizah yapan yazarlarımız gibi, geçici durumların güldürücülüğüne dayanmıyor. [18]

Sanki sizden Kemal Tahir’le ilgili daha fazla şey duyabileceğimizi düşünüyorum. Kemal Tahir’i üç maddede özetleyecek olsanız onunla ilgili neler söylerdiniz?

1. Kemal Tahir dinamik bir yazardı.  Kendini yenileyen, kendisiyle hesaplaşan bir yazar olarak bu davranışını eserlerinde ve yaşantısında hayatı boyunca sürdürdü. Bu yüzden görüşlerini, dıştan bakılınca durmadan değiştirdi denilebilir.

2.  Doğu – Batı meselesi de böyle dinamik bir değişim gösterir. Kültüre önem verdiği için okumuş – yazmış  bir yazar olarak Batı kültürünün verilerini okudu, etkilendi.  Sonra kendi kültürümüzün kaynaklarına eğildi. 

3. Doğu’ya Batı’nın nasıl girdiği ve Doğu’nun Batı’ya nasıl açıldığı gerçeği. Bir sanatçı olarak Batı’yı ve onun  ürünü  olan romanı bilmek. Kemal Tahir bunun örneğidir. [19]

“Halit Ziya Uşaklıgil Bazı Yönlerden Bana Benziyor”

Kemal Tahir’e olan hayranlığınız açıkça belli. Halit Ziya Uşaklıgil’e de özel bir sevginiz olduğunu biliyoruz. Halit Ziya’da sizi bu kadar etkileyen şey nedir?

Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu’yu arka arkaya okudum. ….Halit Ziya, insana ve onun ruhsal durumlarına eğilmek bakımından bana benziyor. Ayrıca Kırık Hayatlar ve hâlâ Mai ve Siyah’taki ”tutunamayan’ tiplerle bir duygu benzerliği de söylenebilir. Ahmet Cemil, büyük hülyalarının yanı sıra küçük hesapların da etkisiyle sönüp gidiyor. Halit Ziya’da bana yakın gelen bir yön de kahramanlarının sürekli olarak kendileriyle hesaplaşmaları. (…) Halit Ziya, böyle durumlarda daha güçlü bir anlatım ve çözümleme -tahlil- yeteneği gösterir. Edebiyat-ı Cedide’nin süslü anlatım geleneğinden böyle anlarda oldukça uzaklaşır. (…) Halit Ziya, toplumumuzda 100 yıl kadar öncesinin Batı”ya yönelen aydın topluluğunun bilinçli bir insanıdır. Onun kahramanları da bu yönelişin temsilcileridir genellikle. (…) Halit Ziya, Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Batıya açılışın insanını vermekle bugünkü Türkiye’nin de önemli bir bölümünü aydınlatmak bakımından ilginç bir edebiyatçıdır. [20]

Edebiyatın usta kalemleri Kemal Tahir ve Halit Ziya Uşaklıgil’le ilgili sizden önemli şeyler duyduk. Bular özellikle Türk edebiyatıyla yakından ilgilenenler ve edebiyat öğrencileri için son derece önemli bilgiler. Peki İkinci Yeni hareketi için ne düşünüyorsunuz? 

Anladığıma göre yaşları, kültürleri ve dünya görüşleri gelişmeye elverişli olmayan fakat duydukları ve sezdikleriyle gerçeküstü ya da gerçek ötesi denilebilecek şeyleri yer yer yakalamışlar; sonunda hepsi bir yana dağılmış.  Neyse bence önemli olan ülkede her çeşit akımın, atılımın iyi kötü ortaya çıkması.  [21]

oğuz atay 2

“Yabancı kitapları kapışıyorlar, benden haberleri yok”

Konu Türk edebiyatının önemli isimlerinden açılmışken ülkemizde yabancı yazarların kitaplarının çok satanlar listelerinin ilk sırasında yer alması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ahmaklar her ülkede var -yani her ülkenin edebiyatını bilenler arasında var. Yabancı kitapları kapışıyorlar. Benden haberleri bile yok. Ben de sözüm ona, bu adamlardan kurulu bir okuyucu kalabalığı bekliyorum. Çok aptallık. [22]

“Türk romanı düzmecedir”

Burada hatayı okurlarda mı eserlerde mi yoksa yazarlarda mı aramak gerekir bilemiyorum. Belki de sorun bizim romanlarımızdadır. Eğer öyleyse sizce Türk romanının sorunları nelerdir?

Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemi henüz kavranamamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. (…) Halka büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır sorunlardan biri. Kürtülsüzlüktür. Ve en önemlisi ne kendini ne gerçeği sezememektir. Sezgisizliktir. Duyarsızlıktır. Kültür kopukluğudur. Kendilerinden yirmi yıl önce yaşamış bir romancıdan yirmi yıl ilerde olduğunu düşünme yanılgısıdır. Kötü romanları büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır. Bir iki toplumsal gerçeği bir yerden duyan insanın başka şeyleri duyamamasından ileri gelen bir cahillik coşkunluğudur. Bir edebiyat çetesine yaslanmanın verdiği rahatlıkla yıllar boyunca bir arpa boyu ilerleyememenin zavallılığıdır. Derinlikten derinliğine ilerlemekten korkmanın böcekçe korkusudur. Havuz edebiyatıdır. Yüzeyde çırpınmanın verdiği korkunun edebiyat heyecanı sanılmasıdır, böcek yanılgısıdır. Öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır. Haksız olana karşı çıkanın da haksız olduğu bir ortamdır. (…) Romanımızın bugünkü temel sorunu bu temel sorunların inkarıdır. [23]

Türk romanına karşı epey doluymuşsunuz. Bütün bu sorunların düzelmesi nasıl mümkün olabilir?

…henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa olsun, kafası yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde düşünür diye umuyorum. Belki henüz gerçekleri okuyarak düşünerek kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. Belki – bir dostumun dediği gibi- kitabı karşısına alıp araya hiçbir bezirgan sokmadan kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır. (…) Belki -Kemal Tahir’in dediği gibi- günde 24 saat romancı olmanın gereğini duyanlar ya da duyacak olanlar vardır. [24]

Oğuz Atay’la söyleşi türünde yazmaya çalıştığım bu yazı, İletişim Yayınları etiketiyle yayımlanan onun günlükleri okurken kafamda şekillendi. Blogumda okuduğum her kitapla ilgili olmasa da içinde paylaşılmaya değer önemli bilgiler yer aldığını düşündüğüm kitaplarla ilgili yazılar yazıyorum. Oğuz Atay’ın Günlük’lerinde de paylaşılmaya değer birçok kısım vardı ve bunları en okunur şekilde vermenin yolunu böylesi bir söyleşi olacağına karar verdim. Vefat etmiş birinin vakti zamanında söylediklerinden, yazdıklarından yola çıkarak onunla sanki söyleşi yapıyormuş gibi hazırlanan bu tarz bir çalışma literatürde nasıl bir tür olarak adlandırılır, örnekleri var mıdır bilmiyorum ancak benim uzun zamandır yapmayı planladığım bir çalışmaydı. Emin olduğum bir şey var ki en azından Türk bloglarında bu çalışma ilk defa yapıldı; bir blog yazarı Türk edebiyatının bir dönemine damgasını vurmuş ama artık yaşamayan bir ismiyle bir söyleşi gerçekleştirdi. Bu çalışma vesilesiyle öncelikle Oğuz Atay’ı ve edebiyatımıza katkı sağlamış bütün kalemleri rahmetle anıyorum. 

 Evren’i Sosyal Ağlarda Takip E+

[1] s.4, [2] s.16, [3] s.18, [4] s.18-19, [5] s.24, [6] s.130, [7] s.25 – 26, [8] s.34, [9] s.218, [10] s.218, [11] s.218, [12] s.88, [13] s.222 – s.17, [14] s.4 – s.10, [15] s.230 – s.242 – s.248 – s.260 – s.268, [16] s.90, [17] s.96, [18] s.12, [19] s.198, [20] s.186 – s.188 – s.190, [21] s.216, [22] s.222, [23] s.224, [24] s.226

3 Comments

  1. “Bu dünya geçicidir. Bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece kısa ömrü için gereklidir. Bunu unutmamalı. Mezarlıklar bu nedenle gözümüzün önünde bulunmalı. Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. Her şey geçicidir. Belgeler gereksizdir, unutulacak ayrıntıları yazmak anlamsızdır. Belki de unutmak esastır. Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmamalıdır. Putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır. ”

    Yukarıdaki cümleler ile beni anlatmış üstad. Özellikle ” Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur.” cümlesi hayat felsefemdir benim. :)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir