BU BENİM İLK ÖLÜMÜM

BU BENİM İLK ÖLÜMÜM
“Ne zaman bir yakını ölse birinin,/Onu ilk-ölüm sanır kalır o.
Ne zaman bir sevdiği ölse birinin,/Onu en-ölüm alır kalır o.”  Özdemir Asaf 

{Nisan ’06 MisAfiR KaLeM Yazısıdır}

22 yaş delikanlılık gururumu saçından sürükleyip, sokakları ağlayarak koşar adım geçiyorum. Aynı cümle kafamın içinde dönüp duruyor. Yok, hayır, hırıltılı bir şekilde haykırıyorum. Nefes alamıyor, bastığım yeri göremiyorum. Bütün hayatım, bütün yaşadıklarım film şeridi gibi… Yoksa ölen ben miyim? Ölümün gerçeği, bütün kalelerimi tuzla buz etmiş. Hayat sırtımdan vurmuş. Beni bunca yıl sinsice aldatmış da basmışım gibi yatak odasında ölümle. Aynı saplantılı cümle tırnak içinde. “Hayır, o ölmedi, o değildir, o değil!” Bütün sokaklarına küsmüşüm adanın. Bütün mutlu anıların sindiği köşebaşlarına tükürmek geliyor içimden.

İlk kez babamın ağladığını duymak mı telefonun öbür ucunda bu kadar koyan? Annem ilk defa ayakkabısını giymemiş, başı açık fırlamış. Kapıyı kilitledim mi? Sifonu tekrar taktı mı adam? Tamirciyi kovdum mu evden? Bana nasıl söyledi “Başın sağolsun” Sus, doğru değil, yalan! Nasıl ölür? Niye ölür dağ gibi adam? Nasıl bu yaşta? Nasıl iki çocuğuna doymadan? Sorgulamaktan korkuyorum sorumun mantığını. “Allahım aklıma mukayyet ol! Sana karşı gelmekten beni koru!” Bütün cümlelerim labirentinde dolaşıyor aklımın. Nasıl da düşünebiliyorum sifonu? Çıldırıyor olmalıyım.

Anamın , babamın, ablamın, hatta koskoca adanın canını emanet ettiğim koskoca doktor nasıl ölür? Üstelik Tarancı’nın şiirinin hakkını bile veremeden. Ablam, talihsiz ablam! Üç aylık bebeğine acısaydın Tanrım! Korkunç bir şey bu. Hiç ölmeyecekmişiz, hiç yakınım ölmeyecekmiş, benim başıma hiç gelmeyeceğine olan inancın puf diye yok olması korkunç olan. Birazdan bütün ada halkı dolacak ardımdan. Kötü haber neden tez duyulur Tanrım? Neden atasözleri haklı çıkar durmadan?

Tepedeki lojmana yaklaştığımda koşuşturan insanlar var yüzünü seçemediğim. “Ah doktor, yaktın bizi doctor!” diyen tanıdık bir ses var. “Aman doktor, canım cicim doktor…” diyorum içimden. En trajik türkü oluyor dilimde. “…derdime bir çare!” Merdivenlerde ayaklarım dolanıyor. Kalbim boğazımdan çıkacak gibi. Her adımda daha çok tıkanıyor nefesim. Boynuma sarılıyor koşarak annem. Saçlarını tutam tutam asılıyor. Ortada yatırılmış öylece… Annemin kucağında canım, bir tanem, yeğenim… Onunla birlikte ağlayıp geziyor. Anne, ne oldu bize? Ne yapmalıyım? Anne mazeretim var, bu benim ilk ölümüm. Bağrıma basıyorum yeğenimi. Ablamı arıyorum odalarda. Bir yastık bulmuş, sarılmış sallanıyor. Gözyaşı yok! Gözleri yok! Biz yokuz! Boşlukla ve ölümle bakışıyor. Her odada acının çığlığı var. Üç yaşında şaşkın bir çocuk var peşimden gelen. “Affet küçüğüm, bu benim ilk ölümüm.”

Süleyman GÜNER, 1967`de Bozcaada`da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Bozcaada`da tamamladı. Küçük yaşlarda tüm sanat dallarına ilgi duydu ancak, 1984 yılında Ankara Ün. Siyasal Bilgiler Fakültesi`ne girdi. 1989 yılında İstanbul`da bankacılığa başladı. Halen özel bir bankada çalışıyor. Amatör olarak fotoğraf ve resimle ilgileniyor. Fotoğrafçılık, resim, deneme, şiir ve öykü dalında kendini geliştirmeyi amaçlıyor. Bozcaada’daki çocukluğuna dair sesleri dünyaya duyurmaya devam ediyor. Kendine ait resmi web sitesi: http://prenstenes.wordpress.com

4 Comments

  1. HOŞÇAKAL

    Önce, hücre ve yumurta dediler.
    Sonra, cenin dediler
    Sonra, annen hamile dediler
    Çağırıldı bir ebe,
    Doğdu minik bir bebe.
    İşte yavrucuğum !
    Dünya senin dediler…

    Sonra, el bebek gül bebek
    Tertemiz yüzüyle ; gülücükler saçan
    Seksekler oynayıp , sobeler yapan
    Havada taklalar atıp uçan ,
    Mutlu bir kelebek .
    Sonra, temizkanlı dediler
    Sonra, delikanlı dediler…

    Sonra, yakışıklı bir genç
    Her zorluğa, gösterdi direnç
    Sonra, abi dediler…
    Sonra, boy pos, endam
    Kara gözlü, kara kaşlı adam
    Yüzünde derin çizgilerle
    Sanki ! Değirmen damında kalmış ;
    Ak saçlı, yaşlı bir adam
    Abilik devresinden çıkmış;
    Herkes diyor Ona ; “amcam”…

    Sonra, tombul yanaklı, ak sakallı
    Sevimli bir dede dediler
    Sonra, beli bükülmüş bir zavallı
    Bak, ne hale geldi dediler…

    Yaşandı bu hayat: Bölüm bölüm
    Bebe, çocuk, genç, yaşlı, ihtiyar
    Sessiz, sakin ve serin
    Selviler altında kurulmuş
    Mermer taşlı bir köyden, haber var !..
    Karşıdan bakınca;
    Hepsi rengarenk, hepsi pırıl pırıl
    Bu köy sakin, bu köy yemyeşil
    Benim de evim olsun burada !
    İstemedim değil!..

    Sordum tabiplere; halim nasıl ?
    Dediler : Durumun müsait !
    Sordum, buranın emlakçısı kim ?
    Dediler : AZRAİL…
    Sordum Ona:
    Bu köyde satılık yer var mı ?
    Dedi: Çook !..
    Dedim : Kaç para ?
    Dedi : Para önemli değil
    Dedim : Malî bir değeri olmalı
    Dedi : Hallederiz…
    Dedim : Nasıl ?
    Dedi : Sen hele bir gel !
    Sordum : Bu köyün adı ne ?
    Dedi : MERMERİSTAN !..

    Benim için ;
    Hazırlanıp yola çıktılar
    Evde kalanlar; hep birlikte uğurladılar
    Evlat, eş, dost, akraba
    Vardık hep beraber oraya…
    Dedik, koro halinde : MERHABA !
    Aldı selamımızı, Bekçi Baba
    Sorduk : Sahi, bu köyün adı ne ?
    Kendi kendimize dedik :
    Galiba MERMERİSTANMIŞ…
    Cevap verdi Bekçi Baba :
    Bırakın mırıldanmayı aranızda
    Bakın ! Kapıdaki , taçlanmış yazıya…
    Gözler dikildi, yay gibi gerildi kaşlar ;
    Az sonra ;
    Derin bir sessizlikle,
    Eğiliverdi başlar…
    Meğer ki bu yeşil köyün ;
    Adı KABRİSTANMIŞ..

    Herkes !
    Hüzünle baktı Bekçi Babaya
    Bu alış-verişten ;
    Var mı dönüş geriye ?
    Hani ; Girmeyiversek içeriye…
    Dedi : Maalesef yok bu yoldan geri dönüş ,
    Er-geç ; Herkesin başına gelecek bir iş .

    Çare yok !
    Arayıp buldular, yeni alınan evimi
    Meğer ki; yenicik kazılmış temeli !
    Hadi ! Sen kal burada ;
    Rahat rahat uyu dediler
    Toprak verdiler, hasır verdiler, tahta verdiler
    Çiçekler dikip su serptiler .
    Belki bir gün! Biz de geliriz dediler…
    Çelenkler koyup ;
    Okudular , üflediler…
    En sonunda ; dualarla ,
    Yapa yalnız bırakıp beni ;
    Haydi ! “Hoşça kal” dediler !..

    Garip garip baktım, arkalarından ;
    Ürkerek ve ürpererek…
    Yaralı ceylan gibi , tir tir titreyerek…
    Odam penceresiz , evim havasız ;
    Odam kapkaranlık , evim ışıksız ;
    Odam çok küçük , evim ıpıssız…

    Odam rutubetli, ruhum dar .
    Kan ter içinde, telaşlar !
    Ne yaparım ben ? Yapayalnız burada ;
    Derken imanım oldu, bana YAR…

    Birden açılıverdi kapım ,
    Süzüldü içeriye parlak bir ışık !
    Yıkıldı cennet bahçesine açılan SUR !..
    Yayılarak doldu, dört bir yanım…
    KELİME-İ ŞEHADET kandilinden ;
    Hâle hâle süzülen İlahî NUR !..

  2. ben sana başka resmi koy demiştim. Millet megolaman diyecek. Gerçi severim kendimi, “iyi çocuktur”. Ne güzel yazmışım yaw! Babam ve Oğlum’un rekorunu kıracağım nerdeyse:))

  3. Yazıyı okudum
    Annem geldi gözümün önüne..
    Ben bu yazıya her baktığımda,
    Artık her doktor dediğimde…
    Üç aylık bir bebe gördüğümde,
    Ben Ada’ya her geldiğimde..
    Ben bu hayattan her nefret ettiğimde..
    Bir kalp dağılır her bir ölümde..
    Sizi seviyorum..
    Güçlü olmalıyız lütfen..!
    Bir daha bu kadar ağlarken acıtan bir yazı okumayı kaldırabilir mi yüreğim?
    Bilemiyorum..:(((

  4. üstat sanatına hayranlık,
    konusuna merak ve kuşku biriktirdin içimde.
    bu benim ilk şaşırmam değil bilesin yüreğinin güzelliğine.
    sen benim ilkokul önlüğümün cebinde saklı kalan
    bir mendil gibisin
    ağladıkça sarıldığım.
    iyi ki varsın be üstat(prens tenes)
    seni çok seviyorum…
    bu benim ilk ihanetim
    diğer sevdiklerime…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir