Funda Güleç Yalçın: Blog yazarları güçlerinin farkında değil

İlk Türkçe Bloglar listesindeki isimlerle söyleşilerin beşincisini kendisiyle yapmak istediğimde sevgili Funda, beni her zamanki gibi kırmadı. Ajandası hep dolu olan ve etkinlikten etkinliğe koşturan Funda, Blog Yazarları Çalıştaylarının her ikisinde de davetimi geri çevirmeyip bütün gününü boşaltarak Türkçe içerikleri blogların geleceği adına  attığımız küçük adımlara dahil oldu. Kendisiyle söyleşi için bir araya gelmemiz hem onun yoğunluğundan hem de benden kaynaklanan bazı sebeplerden dolayı hemen mümkün olmadı ama nihayet 22 Nisan Cumartesi günü Levent’te buluşmak üzere sözleştik.

Söyleşi öncesinde Funda’nın eşi Hasan Yalçın‘la da tanışma şansım oldu. Üçümüz, – hatta bir ara ikimiz – keyifli bir sohbet ettiğimizi düşünüyorum. (Hatta içimden bir ara “Hasan ağabeyle de ayırca bir YouTube’luk söyleşi mi yapsam?” diye geçirmedim değil.) YouTube videolarından takip ettiğim biriyle karşılıklı sohbet deneyimini de ilk defa yaşayınca biraz değişik geldi bana. Sohbeti de kendisi de çok tatlı biri ve zaten Funda da eşi için sürekli “Benim tatlı kocam” dedi. Sohbet sırasında Funda “Evren biz birbirimize benziyor muyuz?” diye sordu. İkisini birbirine yüz yüze karşılaşmadan önce de benzetiyordum, o gün orada da benzettim. Ama Funda, benzemediklerini çünkü kendisinin çok güzel bir kadın olduğunu esprili bir dille yineledi. Bence yüreği de kendileri de güzel bu iki insan, birbirine yakışmakla kalmamış birbirini çok da güzel tamamlamışlar.

Diğer 4 söyleşide olduğu gibi Funda’yla yapacağım söyleşi de blog / blog yazarlığı merkezliydi ve Türkiye’nin ilk blog yazarlarının blog kültürü adına düşünceleri üzerine yazılı bir arşiv oluşturma amacıyla çıktığım bu yolda temel birkaç soruyu da bu çerçevede tutmaya çalıştım. Bunun yanında özellikle Funda’nın son blog yazıları ile 2009 yılındaki ilk yazılarını ve yeni çıkan kitabı “Küçük İşletmeler için Sosyal Medya“yı okuyup notlar aldım.

Funda, benim için uzun yıllar sadece dijital ortamda iletişimimin olduğu bir blog yazarıydı. İlk yüz yüze görüşmemiz de Blog Yazarları Çalıştayı 1’in yapıldığı İstanbul Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezinin bekleme salonunda oldu. Açık olmam gerekirse öncesinde de profesyonel olduğunu düşündüğüm Funda’nın duruşundan, bilgi birikimden fazlasıyla etkilenip -elimde olmadan- ondan çekinir bir tavra büründüm. Bunu ona ne kadar yansıttım bilmiyorum ama o çalıştaydan sonra Funda ile iletişimimde -kem küm dönemi-ne girdiğimi hissettim. (İtiraf edeyim, benden yaşça büyük olmasına rağmen kendisine ismiyle hitap ettiğim için bana sinir olduğunu bile bir dönem düşündüm. Hatta hep merak ettiğim bu konuyu söyleşi esnasında da sormayı planlıyordum ama arada kaynadı.) Ona karşı içimde ördüğüm duvarın kırılma noktasını İndir.com Mobil Etkinlik‘te tekrar bir araya geldiğimizde yaşadım. Funda, o etkinliğin sunuculuğunu üstlenmişti ve mobil uygulama ödülü adaylarıyla kurduğu sıcak iletişim, sunumlarındaki samimi tavrı beni çok etkiledi. Zaten bu söyleşide Funda’nın kendisiyle ilgili değerlendirmelerini dinlediğimde de geçmişte yaşadığım hissiyatta çok da haksız olmadığımı anladım.

Elbette aslolan “kişinin kendisiyle ilgili sözleri”dir ancak her ne kadar aşağıdaki söyleşide kendisi kabul etmese de onun duygusal ve kucaklayıcı bir yapısı olduğuna -hâlâ- inanıyorum. Ama şunu da kabul ediyorum: Profesyonellik -zannediyorum- daha mesafeli ve güçlü durmayı / görünmeyi gerektiriyor.

Funda’nın söyleşisinde öne çıkan bir nokta var ki üzerinde durulması ve değerlendirilmesi gerekiyor: “10 kişi de olsa blog yazarlarının bir araya gelerek -gerçek manada- birlik beraberlik gösterip bazı konularda ortak adım atması.” Bu görüşe gönülden katılmakla kalıyorum, somut bir adım atmak gerektiğini de biliyorum ve kişisel menfaatlerden, kibirden uzak arkadaşlara aynı çağrıyı ben de yineliyorum. Çünkü “İnterneti bloglar, blogları da işini iyi yapan blog yazarları kurtaracak.”

Söyleşinin blog yazarlarına katkı sunmasını, yeni kapılar açmasını ve Türkçe içerikli blogların temelini oluşturan ilk yazarlarla ilgili önemli bir dijital arşiv olmasını diliyorum. Ayrıca söyleşiyi, en altta yer alan videodan Funda’nın kendisi sesiyle dinleyebilirsiniz

Bloguna, sosyal ağlardaki hesaplarına, katıldığın etkinliklerdeki afişlere ve hatta kitabının üzerinde yazan isme baktığımda bir şey dikkatimi çekti; sanki adın soyadın her yerde farklı yazılıyor. Doğrusu hangisi? Funda Yalçın mı, Funda Güleç mi, Funda Güleç Yalçın mı?

Aslında Funda Güleç ama eşim “Niye soyadımı kullanmıyorsun?” diye çok kırılıyor. Çok uzun süre Funda Güleç olarak var oldum, öyle bilindim, kariyerimi de öyle inşa ettim ama eşim de çok kırıldığı için Funda Güleç Yalçın olarak kullanıyorum.

Funda nereden geldi nereye gidiyor?

Öğretmenlikten geldi, bir B planı üzerinden kariyerini tekrar inşa etti. Şimdi C planı da yapıyor. Hayata karşı duruş, bir savunmaya geçme durumu var Funda’nın. O yüzden günceli, yenilikleri takip ediyorum. Pek çok mesleğin ortadan kalkacağını zaten konuşuyor, biliyor, yaşayarak da öğreniyoruz. Mesleki açıdan her şeye karşı hazırlıklı olmaya çalışıyorum ve kendimi sürekli geliştiriyorum.

Bahsettiğin C planın da seni bilip tanıdığımız dijital mecrayla mı ilgili?

Dijital dünyada olacağım tabii ki. Mesela şu an danışmanlık yaptığımı biliyorsun ama danışmanlığın da türü değişebilir, farklı bir alana evrilebilir. O yüzden her şeye karşı açığım ve o gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyorum. Tabii ki yine bu sektörde olurum.

Blogundaki Hakkımda kısmında “Sosyal medyanın en eski yüzlerinden biriyim” diyorsun. Bunu neye istinaden söyledin?

Sosyal mecraların atası FriendFeed’de hemen hemen herkesin bildiği oldukça tanınmış bir isimdim. Kendimce bir çevrem vardı. Oradaki namıma, geçmişime istinaden sosyal medyanın en eski yüzlerinden biriyim diyorum.

2009 yılında blogun fundalina.com ile internette var olmadın o halde, öncesi de vardı?

Öncesi vardı. fundalin.blogspot.com ve fundagulec.com vardı. fundagulec.com akademik bir web sitesiydi. Diğer öğretmen arkadaşlar da faydalanabilsin diye bilişim teknolojileriyle ilgili şeyleri, ders materyallerini paylaşıyordum. Daha sonra mesleğimle ilgili değişim sürecine girince evrildi. Şu an danışmanlık alanımla ilgili şeyler var. fundalin.blogspot.com da daha çok okuldaki işleyişle ilgili, öğrencilerimin çalışmalarını koyduğum, velilerimin öğrencilerin çalışmalarını takip edebileceği, bir sonraki senede değerlendirebileceğim günlük planlardan, haftalık planlara, hatta sınıflarıma kadar deneme tarzında açtığım akademik bir blogdu. fundalin.blogspot.com hâlâ yayında. Orada şu an doktor, mimar, mühendis, terzi, dişçi olan öğrencilerimin fotoğrafları, ilk halleri var. O da benim için tatlı bir anı oldu. Silmiyorum ki onlar da kendilerini görebilsin diye. Hatta orada öğrencilerimin ilk blogları da var çünkü öğretmenlik yaparken öğrencilerime üçüncü sınıftan itibaren blog açtırıyordum. Devam edenler, kapatanlar var. Ayrıca fundalina.com’un yaşı biraz daha büyüktür fakat hacklendi; kapanmak zorunda kaldı, her şeyi çöpe atıp tekrar yayın hayatına geçti. 1,5 sene gibi bir içerik çöp oldu.

O halde dijital dünyadaki ilk ayak izini blog olarak kabul edebiliriz değil mi?

Evet blog ama o dönem devlet görevlisi olduğunuzda sosyal hesaplarınızı, sosyal kimliğinizi çok rahat sergileyemiyordunuz. Öğretmendim, o yüzden Fundalina lakabını kullanmıştım. Daha sonra biraz daha rahatladığımda kimliğimi daha açık sergileyebildim, sonra Funda Güleç olarak devam ettim.

“Hoyrat, dobra, iticiyim”

Blogundan okuduğumuz, sosyal medya paylaşımlarından tanıdığımız Funda’nın haricinde bize seninle ilgili bilmediğimiz ne söyleyebilirsin?

Biraz takıntılı bir insanım. Mesela itici yönlerim, bir hoyratlığım vardır. Dobrayım, son söylenecek sözü bazen ilk kez söyleyebilirim, o açıdan iticiyimdir. Mesleki deformasyonum çok fazla. Faydalı bir şey yapabileceksem, insanları doğruya yönlendirebileceksem bunu biraz sert, buyurgan yapıyorum. Bu, illa ki yapsınlar faydasını görürler isteğinden kaynaklanıyor. Bazı şeylere çok dikkat ederim. Yolda giderken karoları sayabilirim, kaç durak gittiğime dikkat ederim, kaç kişi kırmızı giymiş sayarım. Bu benim beynimin daha çok çalışmasını sağlar. Toplu taşıma aracı kullanmayı çok severim. kullanırken ya bir şey okurum ya da insanları izlerim. Orada kaç kişi var orada, kaçı gözlük takmış, kaçı telefonuyla ilgileniyor? Kendimce veriler çıkarırım. Kaç kişi kitap okuyor, ne okuyor, onları incelemeyi severim. Duraklarda hangi yerde durursam kapının açılacağını ayarlarım. Hangi vagon daha sakindir, bunlara dikkat ederim. Aynı anda çok kitap okurum. 

Dobra ve sert tavrını satır aralarında okumak mümkün. Ama Funda’nın bizim görmediğimiz biraz duygusal bir tarafı da var galiba, yanılıyor muyum?

Çok duygusal olduğumu söyleyemeyeceğim. Daha çok mantıklı bir insanım. Biraz isyankar ve asiyim. Çok içime atan, söylemem gereken şeyleri söylemekten korkan biri değilim. Böyle dik bir tarafım var. Hayata da biraz böyle bakıyorum ama bu şöyle bir olumsuzluk getiriyor: Hiçbir zaman en pozitif yönü görmem, genelde negatif yönleri görüp pozitife doğru giderim. Tavrım, daha sert diyebilirim.

Blog yazılarını nasıl yazıyorsun?

Eşimle birlikte kullandığım çalışma odamız var. Çalışma ortamım sakindir. Müzik dinleyerek yazı yazanlar vardır, ben müzik dinleyemem konsantrasyonum bozulur. Kucağımdaki kedi omuzuma atlasa o bile konsantrasyonumu bozabilir. Bazen televizyon açıyorum. Onda da duyuyayım, çevireyim, algılayayım diye Türkçe değil İngilizce kanal açıyorum. Eğer çok dağılacaksam önce illa ki bir kağıda taslakları, anahtar kelimelerimi çıkarırım. Onun üzerine karşı taraf neler sorabilir, neleri merak edebilir, bunları düşünürüm. Google Trends’e bakarım; arama hacmi nedir, insanlar ne tür bir bilgiye ihtiyaç duyuyor bunları da araştırır, ona göre kurgularım.

Bunca titiz, disiplinli ve planlı programlı bir blog yazarlığı… Blog konusunda neyi nasıl planlıyorsun, biraz daha ayrıntıya girer misin?

Pazar günü herkesin dinlenme zamanıdır, benim dinlenmeme zamanımdır. Erken kalkarım, eşimle kahvaltı yaparız. Önümüzdeki hafta hangi gün ne var, hangi kategorime ne yazmalıyım, RSS’de nelerden beslenirim bunları hep çıkarırım, bunları günlere bölerim. İş toplantılarımı kurgularım. Sonra “Pazartesi günü şu var, salı ön gösterim var, geldiğimde şu saat aralığında yazıyı yazmalıyım.” diye kağıt üzerinde tasarlamaya başlarım. Ardından aklımdaki soru işaretlerini yazarım. Taslak planım olduğu, günleri doğru bir şekilde böldüğüm için çalışmam daha kolay oluyor. Eğer beni hızlı ya da üretken buluyorsan bunun kaynağı, temeli planlı programlı çalışmak, kağıda kaleme dokunmak. Böyle bir çalışma sistemim var. Seninle sohbet ederken bana bir şey soruyorsan ve ben de “Aa evet bunu yazmalıyım, böyle bir kaynak yok.” diyorsam bunu hemen kafama not alır, gidip onunla ilgili de bir yazı yazayım diye ajandama dahil ederim.

Blogundaki 2009 yılına ait ilk yazılarına baktığımda daha günlük havasında ve kısa yazılar yazdığını gördüm. Ama bugünkü yazılarına baktığımızda daha çok markaları anlatıyorsun. O süreç nasıl evrildi de bu noktaya geldi?

Çok kuralcı, akademik bir bloglama yapısına dahildim. Akademik blogumda kendimi kısıtlanmış hissediyordum. Diğer kişisel blogumda kendimi daha rahat ifade edebileceğim, çok da kurallara bağlı kalmayacağım bir yapı hayal etmiştim o zaman. Daha bir günlük havasında yazmak o zamanlar bana iyi geliyordu. O dönem markalar da şöyle çalışıyordu: Diyelim ki senin fikrini almak için sana kısacık bir iki soru sorabiliyorlardı. Bloglama işi daha kişisel, daha yaşam tarzını yansıtır şekildeydi. Sonra zamanla okul, sınırlar hayatımdan çıkınca o öğretme, bilgimi paylaşma isteğim daha da arttı. Öğrencilere, meslektaşlara dokunamıyorsan dokunabileceğin daha fazla insan var. Bu sefer akademik blogumu kendi bloguma evirdim. Arada yaşam tarzımla ilgili şeyler de paylaştım. Mesela sinema olmazsa olmazım. Okuduğum kitaplarla da besleyerek daha karma bir şey çıkardım. 2007- 2009 arası dönemden bahsediyorum, o zamanlar yazma alışkanlıklarımız öyleydi. Zamanla evrildi; daha teknik, daha ihtiyaca yönelik yazılar yazmaya başladım.

O halde o dönemden şu anki haline evrilen fundalina.com’a hâlâ kişisel blog olarak bakabilir miyiz?

Şu anda kişisel blog olarak bakamazsın. Aslında derdimi bir çocuğa anlatır gibi anlatıyorum. Yine kişisel bir blog olarak kabul edilebilir belki ama o duygusallık kısmı bir kenara bırakılmış; o bilgiyi merak edenlere, daha toplumsal faydaya yönelik yazılardan oluşan bir blog. Çünkü salt teknoloji, salt dijital dünya değil. Fundalina.com’u kişisel blogların bir üst kademesi olarak düşünülebilirsin.

“Kişisel bloglar bir yere kadar ilgi çekici kalabilir.”

Bundan “Kişisel blog, uzun süre kişisel bir blog olarak kalmamalı” görüşünü çıkarabilir miyiz? Kişisel blog, bir yere kadar mı bizi götürebilir?

Arkadaşlara da hep önerim, “Kendinizi tanımıyorsanız, ne yapmak istediğinize karar veremiyorsanız blog yazmaya kişisel blogla başlayın.” oluyor. Ama kişisel olarak insanlar seni bir yere kadar ilgi çekici bulabilir. Mesela anne blogları, bebeğinin doğum aşamasından okuma safhasına gelene kadar her şeyi yazıyorlar. Aslında orada bir hikaye bırakıyorlar ama bir süre sonra o da bitiyor. Noluyor? Farklı bir alanda yazmaya başlıyorlar ya da yazacaklardır diye düşünüyorum. Bu tür bir bilgiye, bunları paylaşmaya ne kadar ihtiyaç var onu da bilmiyorum. Çünkü işin içine pedagojiyle, doktorla, sağlıkla ilgili unsurlar giriyor. Orada biraz sakıncalı bir durum var. Neye ihtiyaç varsa aslında bloglar birazcık da oraya doğru evrilmeli. Bireysellikten illa ki bir süre sonra kopuyor, daha faydalı, daha okura bir şeyler katan yazılar yazmaya başlıyorsunuz. En azından benim açımdan böyle oldu.

“Her sosyal ağda olmaktan bir gün bıkacağız.”

Son Blog Yazarları Çalıştayında dikkatimi çeken bir öngörün vardı. İnternet kullanıcılarının önümüzdeki yıllarda her sosyal ağda olmak yerine tek bir sosyal ağda yoğunlaşacağını söyledin. Gerçekten her sosyal ağda var olma çabamızdan vazgeçecek miyiz?

Bunu hem markalar hem bireyler için söylüyorum. Her mecrada okuyuculara bir şekilde dokunmak lazım ama bir mecranın tüm yapısını çok iyi bilmek, o alanın uzmanı olmak gerekir. Çünkü bir alanda uzmanlaşırsanız diğer mecralarınızı da besleyebilirsiniz. Markalar da yeni bir mecra açıldığında oraya bir yatırım yapmak zorunda kalacak. Bunun korkunç bir maddi yükümlülüğü olabilir. Her mecranın yapısı farklı, YouTube, Instagram bambaşka bir alan. Her mecraya özel bir metin yazarına, görsel uzmana, çalışana ihtiyaç duyacak. Facebook, Twitter derken baş etmeniz çok zor ve zaman yönetimi konusunda acayip bir sıkıntıya sebep oluyor. O yüzden bence hem bireyler hem kurumlar tek bir alanda uzmanlaşıp oraya yoğunlaşıp diğerlerini de ufak ufak beslemeli. Kurumlar o yöne doğru gidiyor zaten. Herkes bir mecraya yüklenecek, o alanda uzmanlaşacak diğerlerini besleyecek. Herkes bıkacak, göreceksin. Ne bütçesini kaldırabilecek ne zaman yönetimiyle uğraşacak vakti olacak. Nihayetinde böyle olacağız

“Bloglar için en önemli mecra Twitter”

Blog yazarları açısından bu konuda önerin nedir? Şu an mevcut hangi sosyal ağa odaklanmalıyız?

Gençlerle çok konuşuyorum, aileleri sebebiyle onlar Facebook’tan uzaklaşmış durumda. “Annemin babamın paylaşımlarını görmek istemiyorum, onlar da benim paylaşımlarımı görsün istemiyorum.” diyorlar. Ama Facebook’un çok büyük girişimleri, yenilikleri var. Bir de hedef kitleniz 30 yaştan büyükse Facebook’a illa ki dokunmanız gerekiyor çünkü insanlar orada daha rahat paylaşım yapabiliyor. 35 yaş üstündekilere kullanım açısından Instagram hâlâ zor geliyor, Twitter çok kolay gelmiyor.

Ama bir blog yazarına en fazla fayda getirecek mecra Twitter’dır, Google Plus’tır. Çünkü orada kendi gündemini yaratabilirsin, bir gündeme dahil olabilirsin ve içeriğini pek çok türde insanların okumasını, linkine tıklamasını sağlayabilirsin. Facebook da olmazsa olmazlardan biri olarak hayatımıza girecek çünkü çok fazla yeniliğe bizi hazırlamaya başladı. Sanki Linkedin’e benzemeye başladı diyebilirim, yapı olarak biraz ticarileşti. O yüzden orada da olmak zorundayız.

Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama blog yazarları arasında Twitter kullanımı daha yaygın sanki. Senin de belirttiğin gibi Twitter, blogları en çok besleyen sosyal ağ gibi görünüyor, bunu onun hangi özelliğine bağlıyorsun?

Twitter ve Google Plus. Twitter hem kendi gündemini yaratabileceğin hem bir gündeme dahil olabileceğin hem de link kullanımı potansiyeli açısından linkleyerek tıklamaya en müsait sosyal mecralardan biri. Bir blog içeriğini beş farklı başlıkla Twitter’dan paylaşırsın ve bu, kimseyi rahatsız etmez ama Facebook’tan aynı içeriği aynı gün beş şekilde paylaştığında insanlar bıkar. Twitter’ın böyle bir çeşitliliği var, içeriğini renkli bir şekilde sunabiliyorsun. Onun kullanım kolaylığı, basitliği diğer mecralarda yok.

“YouTube, bir trend; kalıcı olansa ‘içerik’tir.”

Peki blog yazarları açısından YouTube devrimini nasıl değerlendiriyorsun? Sanki “Her Blogger elbet bir gün YouTuber olacak”mış gibi bir algı oluşmaya başladı.

Youtube’un popülaritesi biraz gençler sebebiyle oluyor çünkü seyretmeyi çok seviyorlar. Okumayı yorucu ve uzun buluyorlar. Arkadaşlarım diyorlar ki “Sesini kaydetsene okumak yerine arabada giderken seni dinleyelim, okuyacak vakit bulamıyoruz.” Ama trendler geçip gider içerikler hep kalır ve o içeriğe ne zaman ihtiyaç duyulacağını asla bilemezsin. Beş sene sonra da ihtiyaç duyabilir. Peki ya iki sene sonra YouTube videoları seyredilmezse ne olacak? Bir şey yapabilir misin, yapamazsın? O zaman orada ürettiğin içerik de çöp olacak. Trendlere göre hareket edemeyiz ama yapmak isteyenler oradan ilerlesin. Benim de YouTube kanalım var, zaman zaman içeriğimi destekleyecek küçük videolar çekiyorum. Mesela bir ürün incelediğimde insanlara okumak yetmiyor gerçekten. Minik bir videosunu çekip oraya koyuyorum. Benim açımdan bunun dışına çıkmayacaktır Youtube. Blogumu ihmal ederim diye çok da kaptırmak istemiyorum kendimi çünkü o da bambaşka bir alan.

“Aslolan blogdur, YouTube geçici bir trenddir.” diyorsun, doğru anlıyorum değil mi?

Tabii aslolan içeriktir. Öngörüler YouTube’un uzun süre bu konumda kalacağını gösteriyor ama ben içeriğin yerini tutacağını düşünmüyorum. Eninde sonunda yine içerik kalacaktır.

O halde “Makbul olan yine yazılı olandır” diyebilir miyiz?

Ben öyle düşünüyorum ve bir süre böyle devam edecek. Gençler de büyüyecek, o zaman ne yapacaksınız? Gençlerin beş sene sonra büyümüş haline göre mi hareket edeceksiniz? Böyle bir şey sıkıntılı bir durum yaratmaz mı? Bütün verilere bakıyoruz, 35 yaş üzeri kendini Facebook’ta rahat hissediyor. “Hedef kitlemiz orada, oraya yönelelim.” diyoruz ama o zaman da diğer tarafa dokunamıyorsun. Bir içerik yarattığında onu Facebook’ta çok güzel paylaşabilir, YouTube’da minik bir video ile insanlara tanıtabilirsin. Daha fazlasını istiyorsa gelsin içeriğini okusun. YouTube’un yazılı içeriği öldüreceğine inanmıyorum. İnsanların herkese dokunacak yapıda bir şeyler sunmamasına üzülüyorum. O zaman da içeriğinin ne kadar önemli olduğunu insanlara söylemediğinde ya da içeriğini yeteri kadar tanıtmadığında içeriği kimse okumuyor tabii ki.

Küçük İşletmeler için Sosyal Medya” ile kitabı olan blog yazarları kervanına sen de katıldın. Blog yazarlığı ile kitap yazarlığı arasında bir karşılaştırma yaptığında sana hangisi daha keyifli geldi?

Blog yazarlığı bana göre daima çok keyifli. Blog yazarlığı her zaman her şeyin önünde olacak benim için. Zaten bu sürece sizi alıştıran bir yapısı da var. Çünkü o kadar yazıyorsunuz yazıyorsunuz, yazdıktan sonra fasikül kadar bir şey oluşmuş oluyor. Blogdan okumak yerine sayfaya dokunmayı seven kişiler de bir arada sunduğunuz bir şeye ilgi duyuyor. Blogum da toplumsal fayda üzerine, başka bir amacı yok. Kitabım da kesinlikle bilgi kazanımımı, tecrübelerimi topluma faydası olması yönünde karaladığım ve bir araya getirdiğim bir yayın. Dolayısıyla ikisi de aynı amaca hizmet ediyor. Bir amaca hizmet ettiğinizde ucu bucağı olmuyor o işin.

“Blog yazarları bir araya gelse dev bir güç yaratabilir”

Dikkat ettim, blogların toplumsal fayda içerdiğini, blog yazarlarının toplumsal değer ürettiğini sürekli vurguluyorsun. Blogların toplumsal etkisinin ne ölçüde olduğunu düşünüyorsun?

Blog yazarı bir şeyi yazmadan önce araştırır, toplumsal bir değer yaratır. Doğru bir bilgi sunmak adına araştırır, inceler ondan sonra yazar. Onu okuyan kişiler gelişir, alır bir üst seviyeye birilerine söyler onu da geliştirir. Bence blog yazarları güçlerinin farkında değiller. Bir iki yazar, bir yazı birbirini tetikleyebilir, dev bir güç olabilir. Toplumsal olaylarla ilgili ya da belli bir konuyla ilgili üç beş blog yazarı bir araya gelse -Blog Yazarları Çalıştayından örnek alabilirsin- çok büyük bir güç oluşturabilir. Her işe yarıyor bloglar.

Blog yazarları olarak çoğumuz daha kişisel ve amatör bir durum içindeyiz. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda blog yazılarımıza yapılan olumsuz yorumlara, sosyal medya paylaşımlarımıza gelen olumsuz geri bildirimlere karşı takınılması gereken tavır ne olmalı? Profesyonel davranıp onları yok mu saymalıyız?

Genelde herkesin söylediği “Ciddiye almayın, gerçek insanlar olmayabilir, trol olabilir, seni sinirlendirmeye çalışabilir, üsteleme, zarar görebilirsin” şeklinde ama sosyal medyanın eski yüzlerinden biri olarak, belli bir saygınlığı, belli bir çevresi olan bir insan olarak bir hakarete ya da kötü söyleme karşı sesimi çıkarmazsam kim çıkaracak? O zaman iletişim havada asılı kalacak. Benim yaptığımı yapsınlar diye söylemiyorum ama benim tarzım bu. Hakkımı ararım, olumsuz bir yorum gelirse olumluya çevirmeye çalışırım. Bir hakaret bile olsa onu ciddiye alırım, o kişiye ulaşmaya çalışırım. Diyorum ya biraz dik kafalı yönüm var, hemen harekete geçerim öyle bekleyen bir tip değilim. Bu benimle ilgili ama siz yolun başındaysanız, saldırılara göğüs geremeyecekseniz, o sorulara cevap veremeyecekseniz, sizi çok didikleyeceklerse tabii ki kendinizi kabul ettirene kadar bir süre alttan almanız ya da çok cevap vermemeniz lazım o tür kişilere. Ama az önce dediğim gibi ben cevap vermezsem, birkaç kişi cevap vermezse o zaman trol cumhuriyetine kendimizi teslim etmiş oluyoruz.

Bloglara gelen yorumlarda bir azalma var ama diğer yandan da SEO çalışmaları, sosyal medya paylaşımları gibi etkenlerle bloglarımızın ziyaretçi sayısı sürekli artıyor. Bu tezatlık noktasından baktığımızda acaba bizi ziyaret edenler aslında gerçek ziyaretçiler değil de arama motorlarının botları mı?

Alemşah’ın bir konuşmasını dinledim. O, ziyaretlerin yüzde 80’ine kadarı bot dedi. O etkinliğin videosunda duyduğum her şeyi noktasından virgülüne blogumda yazdım. Evet Google botları. Evet Facebook’ta tıklanma oranları gerçek değil. O yüzden çok doğru söyleniyor. O sayıları çok dikkatli kontrol etmek lazım. Bütün markalar da bu dijitaldeki reklam sayılarına ayaklandı çünkü çok büyük bütçeler harcanıyor.

“Google, ticarileştikçe hakkaniyetini kaybediyor.”

Blogların artık daha az okunduğu görüşünü kabul ediyorsun o halde değil mi?

Blogların daha az okunduğunu şöyle kabul ederim: Google algoritma değişikliği ve dinamik yapıya gitti. Güç dengesi konusunda Facebook’la zaten didişiyor. Ticari bir yer olmaya başlarsa -ki ufak ufak bunun sinyallerini vermeye başladı- Benim içeriğimi bir adam web sitesine koyup Adwords’de benim üstüme çıkıyorsa Google’ın hakkaniyeti sağlayıp buna engel olması lazım değil mi? Madem orada seni besleyecek bir şeyler yapıyorum, performans sergiliyorum, benim hakkımı koruman ve adil olman gerekiyor. Eğer böyle tehlikeli bir şeye giderse o içeriğin de blogların da biraz sonunu getirir. Google, beni sıralamalarda üst sıraya getirmezse, gerçek sıralamamda gerçek yerime koymazsa beni kim bulup okuyacak? RSS takipçilerim, sosyal medyadan beni takip edenler okuyacak. Sadece Google’ın sıralamasına göre o okuyucular gelip bulmayacak. Nolur? Ben de yönlenirim, sosyal medya trafiği üzerinden bir şeyler yapmaya çalışırım. Daha sık paylaşım yaparım, çevremi daha zengin tutarım. İlla ki sıralamalarda yükselirim. Çok ticari bir şekilde evrilirse o zaman ben de farklı yollar bulmaya çalışırım. Sosyal medyadan bütçe veririm. Daha çok okunmanın, okutmanın yollarını bulmaya çalışırım. Google hakkaniyetli yapmazsa bu işi, blog yazarları tarafından toplumsal da değil evrensel bir tepki alabilir. Zaten bu ara Google çok fazla eleştiri almaya başladı hakkaniyeti olmadığı için. Ama bir sene içerisinde de blogların, web sitelerinin gerçek sıralamada yerini bulamayacağı kanaatindeyim. Bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Google’ın doğru yaptığı şeyler de var; kim olduğumuzu belli edelim, ifade edelim diye sertifika almamızı istiyor. Birtakım kurallar getirmeye çalışıyor. Bu işe yapay zekayı dahil ettiği, bir yandan da ticari kaygıları olduğu için bu işi tam sabitleyemedi.

“SEO’yu önemsemeyen blog yazarı, şapkasını çıkarıp düşünmeli”

Tam bu noktada sorayım, blogların Google’da ön plana çıkması açısından SEO’nun çok önemli olduğunu her zaman dile getiriyorsun. Bir tarafta da ısrarla SEO’yu önemsemeyen, SEO’ya göre içerik üretmeye karşı çıkan blog yazarları kitlesi var. Şu an böyle düşünen ve bu söyleşiyi okuyanları SEO’nun önemli olduğu konusunda ikna edebilecek ne söyleyebilirsin?

Biraz mantıklı olsunlar. Çok fazla blog içeriği, çok fazla arşiv var. O kadar değerli bilgi paylaşıyoruz. Siz de bir empati kurup karşı tarafa koyun kendinizi. Adam neye göre sıralayacak senin içeriğini? Blogunun yaşına, anahtar kelimene, kullanıcının sorabileceği sorulara göre. SEO da farklı bir mantıkla açıklamasını yapmıyor ki. Yapacağın şeyler anahtar kelimene dikkat et, açıklama kısmı arama motorunda gözüksün, kurman gereken birtakım eklentiler var, kimliğini sergile diyor. Google’ın bizden istediği şeyler, fazla ve gereksiz değil. Blog yazarları “SEO’ya göre yazmam” diyorsa şapkasını çıkarıp biraz düşünsün. SEO dediğin şey, makine yazmış gibi içerik yazmak değildir. Sadece birtakım kaidelere uymaktan geçer. Yoksa içeriği SEO tekniğiyle yazacaksın diye bir şey yok. Senin çok güzel bir yazı türün var. Sen sadece oraya bir anahtar kelime koyarak o yazım türünü bozmuş olmuyorsun ki. Bence biraz incelememekten, ihmal etmekten dolayı SEO’yu karmaşık bulduklarını düşünüyorum. İçeriğini daha çok insanın okumasını sağlayacaksa neden yapmayasın, tabii ki yapacaksın.

Yazı yazarken SEO gibi birtakım kriterlere dikkat edeceğiz ama bu özgünlüğümüzü, içerik yapımızı da bozmamalı. Bunlar sadece dikkat edeceğimiz matematiksel kurallar. Kısaca Google’ın dediğini yapmak zorundayız.

“Blogların bir arada kalmaya ihtiyacı var.”

Türkiye’de ortak blog kültürünü oluşturabilmek adına yapılabilecek en ideal şey ne olabilir?

Sen Blog Yazarları Çalıştayı gibi çok önemli bir şey yapıyorsun, ben de elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum. Blogların bir arada kalmaya ihtiyacı var. Devlet de yıllar önce bütün blog adreslerini topladı; bir liste, bir havuz üzerinden blogları bir araya getirmeye çalıştı. Blog yazarları bir araya gelsin diye çeşitli seminerler verdi ama tutmadı. Bence blog yazarlarının kategorilerine, sosyal hesaplarına, sosyal kimliklerine kadar bir havuzun olması lazım ama bu devlet tekelinde değil senin gibi bir blog yazarının kimliğinde olabilir. Düzenli olarak çalıştayların yapılması lazım. Mesela SEO’dan niye korkuyorlar? Bir SEO uzmanı gelip bunları açıklamalı.

Bloglar neden az okunuyor? Birbirimizi de az okuduğumuz için. Neden az yorum alıyoruz? Birbirimize daha az yorum yazdığımız için. Elli blog yazarı olduğunu düşünün, ellisi birbirine yorum yazdı, RSS’ten birbirini sağlam bir şekilde takip etti. Bu 50 kişinin önüne kim geçebilir? 50 kişi yeter. Bir şirkete de sağlam sosyal medya kullanan on çalışan yeter. Uçar gidersiniz. Böyle küçük grupları bir araya getirmeye ihtiyacımız var. Sonra zaten büyür.

Yurt dışındaki yabancı blogları da eminim takip ediyorsundur. Onlar blogları, blog yazarlığını çok daha saygın bir yere oturtabildiler. Yabancı bloglarla Türkçe içerikli blogları karşılaştırdığında biz neyi eksik yapıyoruz?

Onlar çok yönlü. Ses kayıtları da var, podcastler paylaşıyorlar. Birbirleriyle her hafta görüşme yapıyorlar; konumuz bu, sen düşünüyorsun sen ne düşünüyorsun diye o, ona bağlanıyor, diğeri öbürüne bağlanıyor. Bunları aynı anda bloglarından paylaşıyorlar. Ne demiştim 50 blog yazarı yeter ekosistemi büyütmeye. On çalışan, bir şirketi yukarıya çıkarmaya yeter. Aynı sinerjideyseniz bazen beş çalışan bile yeter. Adamlar bunu yapıyor. Dijital iletişimle ilgili bir blog kültürü mü var, on blog yazarı da bir fikir beyan ediyor. Mesela sen bunu yapabilirsin, bir kişinin birleştirici gücüne ihtiyaç oluyor. On kişiye “SEO hakkında ne düşünüyorsun, bu ara ne çalışması yaptın?” diye fikir sorsan, al sana on tane fikir. On kişi o blog yazısını eş zamanla çıkarsa, nasıl korkunç bir etkisi olur düşünsene. Bir yandan da arka tarafta ağızdan ağıza bu işi pazarlıyorsun, aynı anda bir etki yaratıyorsun. Elliye bile gerek yok, on kişi yeter. Sonra bu dağılıyor, teknoloji yazarları bir arada birleşir, mutfak yazanlar bir arada birleşir. Böyle büyür.

Blog yazarlarıyla farklı vesilelerle temas kuran biri olarak Türkiye’de bu birlik beraberliğin pek de kolay olacağı görüşünde değilim. Türkçe içerik üreten biz blog yazarlarının genelinde aşırı bir bireysellik hatta diğerlerini yok sayma durumu var. Sen de benimle aynı görüşü paylaşır mısın?

Öne çıkan her zaman taşlanır, ona da kırılıyorum, Ego, Türkiye’de çok var, niye böyle olduğunu da bilmiyorum, anlayamıyorum çünkü öyle bir yapım yok. Sen de anlayamazsın senin de öyle bir yapın yok. Kendi tipimizde insanlarla karşı karşıya değiliz. Sana bir alınganlığımdan bahsedeceğim. Küçük İşletmeler için Sosyal Medya kitabımın tanıtımı için özel bir çalışma yapmadım, oluruna bıraktım. Yakın dostlarım farkını gösterdi ve beni çok mutlu ettiler, öte yandan bir tebriği bile çok görenler oldu. Hayat sürprizlerle dolu ve yaşayarak öğreniyoruz. Ne kadar sosyal, ne kadar yardımsever olursan ol biraz öne çıktığında insanların hiç öyle davranmadığını görüyorsun. Bazen senin de bir motivasyona, sırtının sıvazlanmasına ihtiyacın oluyor, insansın bekliyorsun. Niye beklemeyesin ki? Her zor anında yanında olmuşsun, en güzel zamanlarında da bir şey istiyorsun. Olmayınca bu beni hiç bir zaman kırmaz ama bakış açım biraz farklılaşıyor. “Herkes senin gibi değil işte” diyorsun ve hiçbir şekilde çemberini daraltmıyorsun. Böyle insanlar var ama olmamalı, biz iyi örnek olacağız o zaman. Yapılacak başka bir şey yok.

“Kabak tatlısı tarifiyle toplumsal fayda yaratılmaz”

Bloglarda görmeye tahammül edemediğin şey ne?

Çok kızacaklar ama mutfak, kozmetik, moda. Bir arkadaşım kozmetik yazarken modaya mı evrildi, iki tane kıyafet alıp bir markayla mı çalıştı? Arkasından hepsi başlıyor aynısını yapmaya. Trendleri kadınlar belirliyor ve o potansiyeli keşfedip daha da büyütüyorlar. Ama özellikle kadınlar tarafında çok üzülüyorum. Trend çocuk mu hepsi çocuk yazıyor. Trend moda mı herkes moda yazıyor. Mesela sen banka müdürüsün. Bankayla, işletmelerle ilgili doğru dürüst blog yok. Yüksek lisans yapmış insansın, o kadar mesleki yaşanmışlıkların var. Bunlar mı toplumsal değer yaratır giydiğin iki tane çiçekli elbise, yaptığın evdeki kabak tatlısı mı? Bence kadınlar da erkekler de biraz toplumsal faydaya odaklansa, herkes alanında uzmanlaştığı konulara odaklansa hem fayda yaratmış hem kendilerini ifade etmiş olurlar. Ya hep birlikte bir ekosisteme uyacağız, bir şeyler yapacağız ya da 3-5 kişi kalacağız gibi görünüyor. Diğerleri olmayacak. Ben artık salt mutfak, kabak tatlısı görmekten sıkıldım. Bir çocuğun varsa o çocuğun kabak tatlısı öğrenmeye mi ihtiyacı var bir bankaya gittiğinde şubeyle karşılaşabileceği sorunlar karşısında nasıl davranması gerektiğine mi? Buna karar vermek lazım. O yüzden lütfen herkes biraz geleceği de gençleri de düşünüp onlara da pozitif bir değer bırakmak için bir şeyler yapsın.

Seni blogunda yemek tarifi verirken, en azından kabak tatlısı tarifi verirken hiçbir zaman göremeyecek miyiz?

Görürsün ama mutlaka bir sebebi vardır. Dört beş sene önce “Dünya mutfaklarından” diye (linkle) bir şey yapmıştım, bir ara heves ettim. Önemli olan orada nasıl bir değer yaratıldığı.

Bu yemek olayından yola çıkarsak senin blog dünyanda “Bunu asla yazmam” dediğin herhangi bir kırmızı çizgin var mı?

Öyle çok kırmızı çizgileri, çok katı kuralları olan biri değilim. Sadece tercihler dönemsel olarak değişebiliyor. Eğer ihtiyaç varsa birisi sorgulamışsa, destek istemişse veya bir şey sormuşsa cevap veremezsem bloga yazarım ki o cevaba herkes ulaşsın. Herkese bir şekilde dokunmuş olayım.

Ama özel hayatını da çoğu kişisel blog yazarı gibi blogunda paylaşan biri değilsin.

Özel hayatım çok açık kitap gibi değildir, onu çok fazla sergilememeye çalışıyorum. Sadece ucundan kupleler vermeye gayret ediyorum. Özel hayatımın gizli kapaklı bir bölümü de var, onu çok paylaşmayı tercih etmiyorum açıkçası. Hep böyle bilinmedik yönlerim olmuştur. Biraz takıntılıyım, gizli kapaklıyım. Biraz kendimi koruma altına aldığımı düşünüyorum. Herkese de bunu öneriyorum.

“Erkek blog yazarları kadınlara göre daha başarılı”

Türkçe içerikli bloglara baktığında kadın ve erkek blog yazarları arasındaki en temel farkın ne olduğunu gözlemiyorsun?

İkisinin de kategorisi ayrı. Kadınların bloglarına bakarsan birbirlerinin bloglarına daha fazla yorum yazıyorlar, birbirlerini daha sıkı takip ediyorlar. Birbirlerinden ilham alma peşindeler. Erkekler, bu işten nasıl para kazanabilirim, nasıl portallaşırım, bunların derdindeler. Daha ticariler. Erkekler – kadınlar burada ayrılıyor. Kadınlar, sıkı takipçi olarak birbirini destekleme konusunda erkelerden bir adım önde. Ama bu işten para kazanmak daha teknik konulara hakim olmak konusunda erkekler öne çıkıyor.

Peki blog yazarlığı, kaliteli içerik üretimi gibi yönlerden erkekleri mi kadınları mı daha başarılı buluyorsun?

Tabii erkekler. Kadınlar çok kısıtlı bir alanda yazıyor. O alanda da ne kadar renklilik sunabilirsin. Benim yazılarımın cinsiyeti yoktur. Oraya Fundalina yazmasam orada kadın veya erkek olduğumu anlar mısın? Anlayabileceğini sanmıyorum. Çünkü cinsiyetsiz yazılar yazıyorum. Amacım farklı olduğu için cinsiyetlerle ilgili bir derdim yok. Sonuçta kozmetikle ilgili bir şey yazıyorsam o kozmetik ürünüm iki sene sonra çöp olabilir. Çöp olacak bir içerikle de uğraşıyor olabilirsin. O deneyimin de kimseye bir faydası yok. Dolayısıyla erkekler içerik açısından daha sağlamcı ve daha kalıcı bir değer yaratıyor. Çünkü onlar daha mesleki, daha iş merkezli.

Biz ne yaptığımızı bilmeden kendimizi blog yazarı olarak bulduk çünkü 10 yıl önce etrafımızda örnek alabileceğimiz veya etkileneceğimiz blog yazarları neredeyse hiç yoktu. Ama bugün gelinen bu noktada blog yazarlığı kurslarla, eğitimlerle öğrenilmesi gereken ya da öğretilecek bir şey haline dönüştü mü sence?

Tabii ki. Bu iş gittikçe daha tekniğe dönüyor. 8-9 sene önce çok tekniği yoktu. Aynen dediğin gibi hislerimizle, paylaşmak istediklerimizle ilgiliydi. Şimdi bir sıralama, indeksleme var; o indekse göre yazmak zorundasın. Google da görüntülenebilmen için birtakım kurallar koyuyor. Tabii ki öğrenilecek çok fazla şey var. Bu arada Etkili Blogger Olmanın Sırları diye ikinci kitabımı yazdım, Abaküs Yayınlarından basılmayı bekliyor. Orada hem teknik konular hem eklentiler hem de blog yazıları hangi mecrada nasıl paylaşılmalı gibi her şey var. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var.

“Blog yazarları birbirini rakip olarak görmemeli”

Blog yazmaya yeni başlayacak veya henüz yolun başındaki blog yazarlarına yılların deneyimine sahip biri olarak neler önerebilirsin?

İçeriklerini dolu dolu yazsınlar. Yazılarını yüksek sesle okusunlar. (Funda bunu, varsa yazım hatalarının görülebilmesi için söylüyor.) Bin kelimeden az yazmasınlar çünkü algoritmalar değişti. Yapay zeka ne kadar bol kelime tararsa o kadar önemli. Düzenli yazsınlar. Kaç tane kategorileri varsa onları beslesinler, atlamasınlar. Bende kategoriler teknoloji, dijital dünya, markalar, kültür sanat şeklinde gidiyor; hepsini beslemeye çalışıyorum. Kağıt kaleme dokunmayı ihmal etmesinler, notları oraya alsınlar. İhtiyaca yönelik içerikler üretsinler. İnsanlarla sohbet ettiklerinde aslında ne kadar bilgiye ihtiyaç olduğunu görebiliyoruz. İnsanların ne tür bilgilere ihtiyacı olduğuna odaklanabilirler. Mutlaka bir sosyal mecrada çok güçlü olsunlar. Onu çok iyi kullanmayı öğrensinler, bütün özellikleriyle, bütün fonksiyonlarıyla takipçilerine nasıl hitap edeceklerini bilecek şekilde orada yer alsınlar, öncü olsunlar. Ve bir etiketleri (hastag) olsun. Bir emojileri olsun, çok önemli. Tıpkı reklam yazarları, metin yazarları gibi bir tarzları, kalıp cümleleri olsun. Çünkü artık kalıp cümlelere ihtiyacımız var. Mesela ben eğer karmaşaya gelip gözden kaçtıysa “gözünüzden kaçmasın” derim, çok faydalı bir yazıysa “Bu yazı faydalina içerik dolu.” derim. Bir de mutlaka bir kartvizitleri olsun, onu fotoğraflarında kulansınlar. Bunlar sonradan öğrendiğim ama çok katkı sağlayan şeyler. RSS kullanımı çok önemli. Blog yazarlarına asla rakip olarak bakmasınlar. RSS’den takip etmek daima yakın olmak, olan biteni görmek demektir. RSS sadece beslemek için değil, neler olup bitiyor mutlaka gözden kaçar ama RSS bizi birlikte tutan, bir arşiv, bir indeks sunan bir alandır.

Zaten bir blog yazarını da en iyi besleyen şey kaliteli içerik üreten diğer bloglar değil mi?

Bir içeriği okursun, orada eksikler veya tamamlayıcı şeyler görebilirsin. Ya da kendi içeriğinde ona link verebilirsin. Bizde eksik olan, son yıllarda unutulan şey bu, birbirimize link vermeyi unuttuk. Çünkü o artık ticari bir şey, markalara satış amaçlı kullanılan bir şey haline geldi, kimse kimseyi beslemiyor. Oysa internetin mantığı nedir? Birbirini besleyeceksin. SEO ile ilgili kullandığın eklenti sana diyor ki “Dışarıya link vermedin.”. İnternetin amacı birbirini beslemek, bütün içeriği birbirine bağlamaktır. O yüzden SEO var. Ekosistemin dağılma sebebi – blog camiasına artık ekosistem diyorum – birbirimizi desteklemeyi, beslemeyi unutmamızdır. O yüzden sağlam içerik oluşturan on güçlü blog yazarı bir araya gelsek birileri peşimizden bize bağlanır diye düşünüyorum. Herkese kapım açık, hiçkimseyi hiçbir zaman geri çevirmem, bir şey istendiğinde vaktimi hiçe sayarım ama herkesin böyle olması lazım.

Blog Yazarları Çalıştayının ilk ikisine varlığınla büyük değer kattın. Eğer üçüncüsünü gerçekleştirebilirsek iki çalıştayda olmayıp da üçüncüde mutlaka olması gereken veya çalıştay içeriğinin evrilmesi gerektiği yön nedir?

Aslında orada daha çok kadın blog yazarının olması lazım. Bu işleri en çok öğrenmesi gereken grup onlar. Çok önemsemiyorlar, aslında bir yandan hem sosyal medyada hem blog camiasında güçlüler. Teknik konuları konuşan birileri olmalı. SEO konusunda çıkıp biri konuşmalı.

Blog Yazarları Çalıştayında artık konuşmacıların blog yazarı olması şart değil mi?

Bence artık blog yazarlarının neler yapması gerektiğini, teorik değil fiziksel olarak da söyleyecek birileri olmalı. Biri çıkıp “Blog yazarları şunları şunları yapmalı.” demeli. Algoritmaların ne olduğunu, sosyal mecraların nasıl kullanılması gerektiğini biri anlatmalı. Çünkü o sinerjiyi bir arada tutmalıyız. Bir sosyolog ya da psikolog toplumsal olarak bunu irdelemeli. Bu toplumsal bir sorun, bize özel bir sorun değil. Başarıyı kabullenememek, reddetmek, görmezden gelmek gibi toplumsal bir sıkıntı var. Bunu şuradan anlayabilirsin: Bir yazıyı koyarsın, tweet atarsın, o tweetine elli kişi tıklamış blog içeriğini okumaya başlamıştır. Ama bir tane favori ya da retweet göremezsin. Oradan anlayabilirsin, geliyor okuyor ama dışarıya daha fazla sesini duyurmana yardımcı olmuyor. Bu toplumsal bir sorun, bloglarla ilgili bir sorun değil. O yüzden bir sosyolog veya psikolog bu konuyu ele alabilir. Diyorum ya pozitif yönde bir araya gelecek on kişi yeter, örnek olur. “Onlar yapıyorsa biz de yapalım” derler. Bir başarının eteğinden tutmak kolaydır, yeter ki biz onu başaralım. Çok hızlı genişler o çember.

Söyleşiyi bir de dinleyin:

 

 En çok buralardayım: Instagram | Facebook | Twitter

11 Comments

  1. Funda hanımla Bursa Blogger etkinliğimizde tanışmış biri olarak kendimi şanslı hissediyorum.Funda hanım her yönden çok dolu,her konuşmasından ve cevabından ,Bloggerlar olarak kendimize pay çıkarmamız gereken çok değerli bir söyleşi olmuş.Funda hanıma sevgiler…
    Evren bey tebrik ederim.Başarılarınızın devamını dilerim.

  2. Güzel bir röportaj, eline sağlık… Funda hanımın seo konusunda söylediklerine özellikle katılıyorum. :) SEO blogcunun motoru.

  3. Bende kozmetik üzerine yazıyorum çünkü insanların Buna da ihtiyacı var. Kalıcı olmasalar dahi insanları bilgilendirmek beni mutlu ediyor.

  4. Funda’nın her bir cevabı üzerine ayrı bir çalıştay bile yapılabilir gerçekten Özlem. Kıskanmaktan ziyade aynı blog ailesinin bir parçası olduğumuz için kendimizi şanslı hissedebiliriz ;)

  5. Ne kadar tabir-i caizse dikdatör ve özgüvenli bir hanım.Her bir cevabından ayrı bir makale yazılabilir.Bu kadar dolu birinin ( ki bir o kadar da dikkatli tabi ) başarısız olması beklenilemezdi.Hemcinsimi hem tebrik ediyorum hemde kıskandığımı da kıyısına köşesine iliştiriveriyorum :)

  6. Teşekkürler Ayhan. Ses kaydını Movo marka yaka mikrofonuyla aldım. Ses kaydını hangi platformdan yayımlamam konusunda kafa karışıklığımı netleştirdiğin için de ayrıca teşekkür ederim ;)

  7. Mükemmel bir içerik olmuş. Ses kaydı da gayet temiz bence. Kayıt alırken hangi mikrofonu kullandın acaba ? Bu arada YouTube kanaı züernden vermen bence daha iyi oldu. Böylece bir seri başlatmış olursun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir