Elbet Bir Yolu Yordamı Vardır İstanbul Olabilmenin

İstanbul’daki 280. Gece

Çoğu arkadaşım banasenin yerin İstanbul derdi ama ben İzmir’den başka yere dönüp bakmazdım. İstanbul’a geldiğim ilk günler, durup durup yahu ben televizyonda seyrettiğim İstanbul’da mıyım gerçekten dediğim çok oldu.

Yürüyen bir merdiven gibi İstanbul, adımınızı attığınız gibi sizi alıp götürüyor. İstanbul alıp götürüyor ama ya “çıkarıyor” ya da “indiriyor.”

İlk zamanlar sakin bir şehir olan Aydın’dan gelmiş olmanın tedirginliği içinde tramvaya binip metrodan iniyor, yollarda yürüyordum. O tedirginlik zamanla kayboldu belki ama İstanbul’un bendeki asıl etkisi “yorgunluk” oldu. Her şeyin bu denli hızlı, her yerin bu kadar kalabalık olmasına evimle iş yerimin 1,5 saat mesafede olması da eklenince şehr’istanbul’da en çok hissettiğim şey maalesef yorgunluk oldu.

Ve yalnızlık… 25. Kat yalnızlığı…

İstanbul’a gelip işe başlamadan önce kalacağım evi yakın dostum Ahmet ayarlamıştı, Güngören Haznedar’da tam da Güngören Belediyesi’nin yan sokağında iki ay kaldım. Ne eve alışma ne de ev arkadaşım konusunda bir sıkıntı çektim, zaten Ahmetler’le de aynı mahalledeydik. Orası, benim İstanbul’daki ilk evimdi, yıllar sonra işte İstanbul’a ilk geldiğimde kaldığım ev diyebileceğim bir yer. Genç ve efendi bir apartman görevlimiz vardı, her gün çöpleri alıyor, apartmanın merdivenlerini siliyordu. Köşedeki marketin kasiyerlerinden bir ablayla kısa sürede muhabbet etmeye başlamıştık; bana yemek tarifleri söylüyordu. Her sabah Kabataş – Bağcılar tramvayına binerken simalarını ezberlemeye başladığım insanlar olmuştu, şimdi unuttum bütün o yüzleri.

Merter Tekstil durağında başlayıp Zeytinburnu metrosuna aktarma yaptığım güzergahım ikinci ayın sonunda değişti; çünkü yeni bir eve taşınmak durumunda kaldım. İş yerime yakın bir yerde ev bakarken kendimi bir anda Esenyurt taraflarındaki sitelerden birinde buldum. Ev sahibi anlayışlı olsun, ev güneye baksın güneş görsün ricalarında bulunduğum genç emlakçı arkadaş bana 25. Katın anahtarını uzattı; 1+1, kutu gibi sıfır daire. Tam da yılbaşı akşamı Ahmet’in yardımıyla birkaç parça eşyamı yeni evime taşıdım. İlk zamanlar evde ruhum da bedenim de çok üşüdü. Yolu olmayan, aydınlatması olmayan siteden sabah karanlıkta çıkıyor eve akşam karanlıkta giriyor, çamurlu toprak yoldan dolayı pantolonumun paçalarını, ayakkabılarımı her gün temizlemekle uğraşıyordum. Televizyonsuz, çamaşırmakinesiz, buzdolapsız, koltuksuz geçen haftalar yavaş yavaş yerini düzene bırakmaya başladı. Zaman geçtikçe sitenin yolu yapıldı, yeni insanlar taşındı, evimin eksikleri tamamlandı vesaire… ama hâlâ tek bir şey eksikti: yıllardır içimde eksik olan yapbozun o parçası

Kış mevsimini sevmiyorum. İstanbul’unkini hiç sevmedim. Ama asl’olan benim gönlümdeki mevsimdi. Uzunca bir süre yüreğimin güneşi yerini kapkara bulutlara bırakmıştı. Şu günlerde güneşin içime doğmaya başladığını ve ısındığımı hissediyorum.

Bütün bunları uzun uzadıya niçin mi anlatıyorum?

Kendimi geleceğe yazmayı seviyorum, o yüzden 8 yıldır e-vren günlüğü var, eksiğiyle fazlasıyla benim hayatımı anlatıyor. Beni okumayı sevdiğinizi de biliyorum. Özellikle İstanbul’a geldiğimden beri benden blog ve fotoğraf anlamında daha fazla üretkenlik bekleyenler hayal kırıklığına uğrarken aslında en büyük hayal kırıklığına kendim uğramıştım. İstanbul’da yaşadığım ve blogda satırlarca anlatacağım çok şey vardı. Ancak hengame, yorgunluk, düzen kurma telaşı vesaire gibi birkaç sebep beni buralara getiren e-vren günlüğü’nü ihmal etmeme sebep oldu.

Son birkaç aydır, üretememekten ve kendimi kapana kısılmış gibi hissetmekten dolayı tükenmişlik duygusu içerisindeydim. Üstüne üstlük bir de korkunç bir yalnızlık hissi. Bu zaman zarfında beni tanıyanlar bu kadar yalnız olduğumu bilseler, beni bu denli yalnız bırakır mıydı? cümlesini o kadar çok geçirdim ki zihnimden. Bu yalnızlık duygusu tükenmişlik hissiyle, bir şey üretip ortaya koyamama sancısıyla birleşince benim için öylesine içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı ki zihnim Ne yapabilirim? Daha başka nasıl bir uğraş içerisine girmeliyim ki yeniden dirileyim? sorusuyla meşgul olmaya başladı. Ben bu sorularla meşgul olurken yakın bir arkadaşımdan da lütfen bana gel ve sessizce oturup işinle gücünle meşgul ol; çünkü yarım bıraktığım bazı işleri tamamlamam gerekiyor ama yalnızlık duygusundan dolayı hiçbirine yoğunlaşamıyorum ricasında bile bulundum.

Bendeki bu durum İstanbul’un zaten herkese yaşattığı bir sorun mu, yoksa bir doğum sancısı mı, gerçekten tükenmişlik ya da yalnızlık duygusunun bir göstergesi mi bilmiyorum. Fotoğrafın ve öğretmenliğin damarlarımda hâlâ dolaşıyor olmasına ve beni inceden inceye sıkıştırmaya başlamasına da bağlıyorum içinde bulunduğum bu durumu. Bu yönde bir çıkış yolu, bir alternatif üzerinde artık daha net düşünmeye başladım. Yapmak istediğim çok şey var ve bunları gerçekleştirmek için önce enerjiye, sonra vakte ve kesinlikle zaten hücrelerimde var olan enerjiye çok ihtiyacım var.

Ah bir de… bir beyin takımına ihtiyacım var. İki haftada bir veya her ay bir araya gelip de fotoğraf üzerine konuşabileceğim, kitaplardan sohbet edebileceğim beş kişilik bir dost kulübü, arkadaş grubu ya da benim deyimimle beyin takımı… Kimsenin kendisini zorunlu hissetmediği, birbirimizi anlayabildiğimiz, her buluşmamızda tüm enerjimizi yeniden kazanmış ve yeni kararlar almış, çok güzel paylaşımlarda bulunabildiğimiz bir beyin takımı…

Ve Eyüp Sultan…

Eyüp Sultan Camii, İstanbul’a gelmeden önce dilimde ve gönlümdeydi. Orayı ziyaret etmeyi, bir Ramazan’da orada iftar yapıp sahura kadar kalmayı gönlümden çok geçiriyordum. Aylar önce Eyüp Çocuk Yuvasındaki proje için oraya gittiğimde yüksek duvarların ardında karşımda onu gördüğümde sadece sessizce selamlamakla yetinmiştim. Çocuk yuvası tam da Eyüp Sultan Camiinin yanı başındaydı ve birkaç defa daha oraya gitmeme rağmen caminin içine girmedim. Buraya çocuklar için geldim, oysa sana özel geldiğim zaman içeri gireceğim dedim. Hâlâ o özel randevu için erteliyorum Eyüp Sultan’a gitmeyi. Fatih Camii, Sultanahmet Camii ve Yeni Camii’nin bendeki tesirini de ömrümce tatmadığım enfes duygular olarak tanımlayacağım.

Kimini paylaştım ama birçoğunu paylaşmadım. İstanbul’da bulunduğum dokuz ay boyunca farklı sebeplerle çok iyi insanlarla tanıştım, birçoğu da beni bu blog sayesinde tanıyan ve yıllardır neredeyse her şeyimi bilen kişilerdi. Onlardan yani sizlerden okur, takipçi ya da ziyaretçi diye bahsetmek de tuhafıma gidiyor. Bazılarıyla yüz yüze tanışmış olmaktan çok mutlu olurken bunu buraya yazmak ne kadar doğru olur emin değilim ama bazıları için de keşke iletişimimiz dijital dünyadan ibaret kalsaymış dediklerim oldu. Hayal kırıklığına uğradığım gibi hayal kırıklığına uğrattığım da oldu. Ancak bazıları da e-yaşam dünyamın gizli kahramanlarıyken İstanbullu hayatımın da birer kahramanı oldular. Beni çok mutlu ettiler, çok heyecanlandırdılar, çok şaşırttılar. İstanbul’da olup arada yazıştığımız ancak hâlâ yüz yüze görüşemediğimiz arkadaşlar var; belki bu hep böyle gider belki herkes kendisini hazır hissettiği anda buluşulur ve yüz yüze tanışılır. Ben kayıt yok, fotoğraf yok, blogda bahsetmek yok sözümü şimdiye kadar hep tuttum, bunun sözünü bir de buradan yazılı olarak verebilirim.

İstanbul benim için bu vakte kadar hep cömert davrandı; onun bu kol kanat geren tavrına ama aslında en çok da bana bu muhteşem şehri nasip eden Allah’a karşı yerine getirmem gereken ve boynuma borç olan görevlerim var. Gönlümde mutlaka gerçekleştirmek istediğim öncelikli birkaç proje ve olgunlaşmayı bekleyip de bu satırlara dökülmeyi bekleyen yazılar var.

Evren çok kalabalık diye düşünmeyin, bu adam gerçekten çok yalnız, çekinmeyin benim kalabalıklarım olun.

Fotoğraf için üşenmeyin, gelin bütün yorgunluğumla güne yeni baştan başlayayım. Filtre kahveyi çok sevdiğimi ve kitabın kokusunu hiçbir şeye değişmeyeceğimi unutmayın.

Zeytin ağacı en sevdiğim ağaçtır ama çocukluğum hep erik ağaçlarının tepesinde geçmiştir. Babam Denizlili’dir ama benim memleketim Aydın’dır. İstanbul bir gün son nefesimi çekip içine alırsa sakın beni buralarda bırakmayın; Aydın’ın herhangi bir toprağında bir zeytin ağacı gölgesinde kıyameti bekleyebilirim.

Elbet bir gün kuş yuvadan uçacak. Çünkü yüreğimin kanatları camlara, duvarlara çarpıyor; küçük bir gökyüzü, bir dünyayı koca bir evrene dönüştürebilir; dönüştürecektir de.

Ve sen Tebrizi… Şems-i Tebrizi…

Otuz küsur yıllık ömrün yüz binlik şehrinde çıkmazken karşıma, bu on yedi milyonluk şehrin bir yerinde misin; neresindesin? Yaşadığın dönemde Rumi’ye tattırdığın sabrı, özlemi, heyecanı bekliyorum her köşe başında.

Ve İstanbul…

Günlerdir, haftalardır, aylardır birlikteyiz. Hâlâ seninle baş başa kalıp karşılıklı oturup konuşamadık. Ben kendimi sana anlatmak, sonra da seni dinlemek için daha ne bekliyorum bilmiyorum. Sen beni yorarken, seni de üzdüklerinin ve hırpaladıklarının farkındayım. Belki ben bu kadar yalnız değilimdir, belki sen o kadar acı çekmiyorsundur. Oturalım, konuşalım. Elbet bir yolu yordamı vardır yorulmadan, korkmadan, zarar görmeden, nefret etmeden, acı çekmeden, çok severek, çok âşık olarak İstanbul olabilmenin.

facebook’evreni ] facebook sayfası ] twitter’evreni ] RSS abonelik

2 Comments

  1. Tekrar tekrar okuyorum her sayfanızı açışımda bu yazınızı.O kadar içten,o kadar insana dair,okadar okadar güzel biryazı ki her yazınızı okudum bugüne kadar ama bu bambaşka işte…Siz hep yazın hep okuyalım sizi…Selamlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir